Giriş
Güçlü olduğu dönemlerde aldığı tedbirler, zayıf düştüğü dönemlerde izlediği strateji ve politikalarla Çanakkale Boğazının güvenliğini sağlamaya çalışan Osmanlı Devleti 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında değişen dünya dengeleri nedeniyle zor durumda kaldı[1]. Çanakkale Boğazı’na düzenlenmesi muhtemel bir taarruz, İstanbul’un dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin varlığını tehlikeye düşürecekti. I. Balkan Savaşı (1912-1913) esnasında Yunan ve Bulgar kuvvetlerinin Gelibolu’ya yönelik bir harekât düzenlene ihtimali Osmanlı Devleti’ni teyakkuza geçirdi. Osmanlı Hükümeti böyle bir harekâta karşı Çanakkale Boğazı’ndaki tahkimatları kuvvetlendirdi[2]. Yunanistan ve Bulgaristan arasındaki sorunlar Çanakkale Boğazı’na yönelik tehlikeleri ortadan kaldırdıysa da I. Dünya Savaşı yeni endişeleri beraberinde getirdi.
I. Dünya Savaşı başladığında tarafsız kalan Osmanlı Devleti Çanakkale Boğazı’na yapılacak taarruzlara karşı harekât plânları hazırladı. Hazırlanan plânlar Çanakkale Boğazı’na yönelik taarruz senaryolarına karşı gerekli tedbirlerin alınmasını ihtiva ediyordu. Düşman donanmasının Çanakkale Boğazı’ndan girişine engel olmak amacıyla mayınlar yerleştirildi. Mevcut tahkimatlar güçlendirilirken[3]. Çanakkale Boğazı’nda uygun yerlere yeni tahkimatlar inşa edildi. Askeri birliklerle takviye edilen tahkimatlara yeni fenerler ve toplar konuldu[4].
Osmanlı Devleti 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile gizli bir antlaşma yaparak İttifak Devletleri saflarına katıldı. 10 Ağustos 1914 tarihinde Goben ve Breslav (Yavuz ve Midilli) savaş gemileri Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Osmanlı Devleti’ne sığındı. Bu gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri Boğazların girişine yığınak yapmaya başladılar. 27 Eylül 1914 tarihinde Osmanlı Devleti Boğazları İtilaf Devletlerine kapattı. Amiral Şuson komutasında Karadeniz’e çıkan Türk donanmasının birkaç Rus gemisini batırarak Odesa, Sivastopol ve Novorosiski limanlarını bombardımanı sonucunda Ruslar 1 Kasım 1914 tarihinde Kafkasya sınırını geçerek Osmanlı Devleti’ne savaş açtılar. Rusların müttefiki İngilizler de önce Akabe ve İzmir Körfezi’ni ardından Çanakkale Boğazı’nın girişinde bulunan tahkimatları bombaladılar (3 Kasım 1914)[5]. Bu bombardıman Çanakkale Boğazı’nın ne kadar ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu göstermişti.
Çanakkale Savaşları
I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Rusya’nın birlikte hareket etmesi Osmanlı Devleti’ni yeni arayışlara itti. Bu arayışlar neticesinde Osmanlı Devleti Almanya ile yakınlık kurmaya başladı. I. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı Devleti tarafsız kalsa da İngilizler bunun uzun sürmeyeceğini anlamışlardı. Bu nedenle İngiliz Deniz Bakanı Churchill 1914 yılı Ağustos ayında, Osmanlı Devleti henüz I. Dünya Savaşı’na katılmadan önce İngiltere’nin Boğazlar bölgesini zorla kontrol altına almasına yönelik bir fikri gündeme getirdi. Churchill 1 Eylül 1914 tarihinde Savaş Bakanı Lord Kitchener’a Boğazların kara ve deniz kuvvetlerinin ortak harekâtı ve Yunan ordusunun karadan desteği ile ele geçirilmesine yönelik bir plân hazırlamasını önerdi. Ancak bu plân Osmanlı Devleti’nin ve Yunanistan’ın henüz savaşa katılmamış olması ve diğer siyasî nedenlerle askıya alındı. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesinden yaklaşık yirmi gün sonra Churchill, Gelibolu yarımadasının ele geçirilmesine yönelik taarruz plânını Savaş Meclisi’ne kabul ettirdi (25 Kasım 1914). İngiliz Hükûmeti’nin 28 Ocak 1915 tarihinde onayladığı plân, kara harekâtı yapılmaksızın İtilaf donanmasının taarruzuyla Çanakkale Boğazı’ndaki tabyaların imha edilmesini, mayın tarlalarının temizlenmesini, Marmara Denizi’ne girilmesini ve İstanbul’un işgal edilmesini öngörüyordu. Son tahlilde Rusya’ya yardım götürme düşüncesi de vardı[6].
İtilaf Bloku 19 Şubat 1915 tarihinde başlayan deniz harekâtı ile Çanakkale Boğazını kontrol altına almaya çalıştı. 18 Mart 1915 tarihine kadar yapılan teşebbüsler neticesinde amacına ulaşamayacağını anlayarak geri çekilen İtilaf Bloku[7], 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren müşterek kara ve deniz harekâtı ile Çanakkale Boğazını geçmeye çalıştı[8]. Osmanlı müdafaası karşısında başarısızlığa uğrayan İtilaf Bloku 9 Ocak 1916 tarihine kadar Gelibolu Yarımadasından tamamen çekildi. Şu ana kadar açıklanan belgelere dayanarak Çanakkale Savaşlarında hayatını kaybedenlere ya da zayiata ilişkin kesin rakamlara ulaşılamamıştır. Kayıplar konusunda çeşitli rakamlar telaffuz edilmektedir. Türk Genelkurmay rakamlarına göre esir, yaralı, kayıp dâhil Türk tarafının zayiatı 211.000’dir. Cemil Conk’a göre Türk tarafının 186.000 şehidine karşın İngilizlerin 155.000, Fransızların 25.000 kaybı vardır. Alan Moorhead’e göre İtilaf Bloku toplam 252.000 kayıp, Türk tarafı 251.309 şehit vermiştir. İngiliz Çanakkale Komisyonu Raporuna göre İngilizler, 31.389 ölü, 78.749 yaralı ve 9.708 kayıp olmak üzere toplam 119,846 kayıp vermişlerdir[9]. Farklı rakamlar telaffuz edilse de neticede büyük bir felaketin yaşandığı Gelibolu’da defin işlemleri son derece ciddi bir mesele haline gelmişti. Bu çalışmada İtilaf Bloku ile Osmanlı Devleti arasında tartışma konusu haline gelen defin işlemleri, inşa edilen harp mezarlıkları ve bunların statüsü ele alınacaktır.
I. Dünya Savaşı Sırasında Harp Mezarları
Çanakkale Savaşlarında kayıplar o kadar fazlaydı ki, savaş meydanlarında hayatlarını kaybedenlerden çok azı tek kişilik mezarlara defnedilebildi. Kalanlar başta salgın hastalıklar olmak üzere çeşitli nedenlerle toplu ceset çukurlarına defnedilirken cesetlerin bir kısmı defnedilmeden arazi üzerinde çürümeye terk edildi. İtilaf kuvvetlerinin cesetler üzerlerine yağlı paçavralar atarak yaktıklarına dahi şahit olunuyordu[10]. Yaralı olup uçak gemilerinde ölenler ise İngilizlerin tabiriyle “denize defnedildi”[11]. Bütün bunlardan dolayı hayatını kaybedenlerin büyük bir kısmının kimlik tespiti yapılamasa da bölgede mezar ve mezarlıkları inşa edildi.
1915 yılı içerisinde İngilizler, Seddülbahir’de Colonel Douhty Wylie’s Grave[12], Redoubt[13], Skew Bridge[14], Lancashire Landing[15], V Beach[16], Pink Farm[17], Suvla’da Hill 10[18] ve Büyük Anafarta’da 7th Field Ambulance[19] adlı mezarlıkları inşa ettiler. “Anzak bölgesi” olarak tabir edilen Arıburnu’nda yeri ve kimliği tam olarak tespit edilemeyen mezarlar ve bir abide inşa edildi. Bunlar Arıburnu, Baby 700, The Beach, Canterbury, Courtneys And Steels, Embarkation Pier, 4th. Battalion Prade Ground, Johnston’s Jolly, Lone Pine, The Nek, No.2 Out Post, New Zealand No.2 Out Post, Plugge’s Plateau, Quinn’s Post, Shell Green, Hill 60, Shrapnel Valley ve Walkers Ridge adlı mezarlıklardı. Savaş sırasında inşa edilen abide anıt veya mezarlıkların etrafı ağaçlar, tel örgü, taş duvar ve çalılıklarla çevrildi[20].
I. Dünya Savaşı devam ederken İngiliz Kızılhaç’ı Avusturalya Şubesi Komisyonu, hayatını kaybedenlerin tespit edilebilmesi amacıyla İngiliz Hükûmeti’ne müracaat etti. İngiliz Hükümeti, Amerikan Büyükelçiliği aracılığıyla Osmanlı Hükûmeti’nden Osmanlı kıtaatının elinde bulunan künye, disk ya da bunların numaralarının liste halinde bildirilmesini talep etti[21]. Hükûmet, İngilizlerin Osmanlı askerlerine ait olanları iade etmeleri halinde İngilizlere ait olanların iade edileceğini şifahen bildirdi ve bu şekilde savaşlarda hayatını kaybedenlerin bir kısmının sadece isimleri tespit edilebildi[22].
Öte yandan maddi durumu iyi olan kayıp yakınları kimlik tespiti yapılabilenlerin mezarlarını memleketlerine nakletmek için teşebbüslerde bulunuyorlardı. 1915 yılı Nisan ayından itibaren İngiliz İmparatorluk Harp Mezarları Komisyonu (İHMK), savaş alanları dâhilindeki mezarların mıntıka haricine naklini yasakladı[23]. Bundan sonra harp mezarları bulundukları mıntıkada kalacaktı. Bu mıntıkalarda inşa edilecek anıt ve mezarlıklar manevi cihetleri dışında İngiltere’nin dünya politikalarındaki rolünün timsali olarak kalacaktı.
I. Dünya Savaşı Sırasında Harp Mezarlıkları İle İlgili Tartışmalar
Savaşta ölen askerlerinin bir kısmını Gelibolu’da tutunabildikleri topraklara defnederek bir kısmını da arazi üzerinde bırakarak ayrılan İtilaf Bloku bu meseleyi Osmanlı Devleti aleyhine bir propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalıştı. İtilaf gazeteleri Türklerin mezarları tahrip ettiğini, mezarların üzerindeki tahta haçları söküp aldıklarını ve hatta cesetlerin üzerindeki kıymetli eşyaları almak amacıyla mezarları açtıklarını iddia ediyorlardı. Özellikle Yeni Zelanda ve Avustralya gibi ülkelerde yaşayan kayıp yakınları mezarlar konusunda Kızılhaç ve Papa’ya müracaat ettiler. Bu haberlerin artması üzerine İngiltere ve Fransa o sıralarda tarafsız olan Amerika’nın İstanbul Büyükelçisi Morgenthau aracılığıyla durumu Osmanlı Hükûmeti’ne ileterek acilen önlem alınmasını istedi. Oysa Osmanlı Hükûmeti Morgenthau’nun müracaatından evvel, savaşın devam ettiği sıralarda gereken tedbirleri almaya çalışmıştı. 23 Ekim 1915 tarihinde 16. Tümen Komutanlığı Baştabibliği’ne bir talimat gönderen Hükûmet, düşman mevzilerindeki mezarlıklara tasallut olunmaması ve tahribatta bulunulmaması hususunda gerekli tedbirlerin alınmasını, askerlere bu hususta sert emirler verilmesini, yakılan bazı alametlerin yerine konulmasını ve mezarlıklarının etrafını tel örgü ile koruma altına alınmasını emretmişti. Hükûmet bunun medeniyet gereklerinden ve Osmanlı Devleti için “tarihi bir alamet-i fahire” olduğunu özellikle vurgulamıştı. 15 Nisan 1916 tarihinde Genel Karargâh İstihbarat Şube Müdürlüğü, hükûmetin direktiflerini 5. Ordu Komutanlığı’na bildirdi. Verilen emirler doğrultusunda savunma hattının içinde kalacak mezar ve mezarlıklar mümkün olduğunda çıkartılıp gerilere defnedilecekti. Hükûmet bu tedbirler hakkında Morgenthau’yu dolayısıyla İngilizleri bilgilendirdi. Verilen cevaptan memnun kalmayan İngilizler bu kez Papalıktan teşebbüste bulunmasını talep ettiler. Papa’nın müracaatı üzerine Osmanlı Hükümeti, Papalık Temsilcisi Monseigneur Dolci’nin Gelibolu’daki savaş alanlarını dolaşmasına izin verdi. Dolci’nin yaptığı tespitler sert bir toprağa sahip Gelibolu’da derin mezarlar açılamadığını gösteriyordu. Askerlerin çoğu iki karış toprağa konularak üzerlerine bir karış toprak örtülebilmişti. Şiddetli yağışlar ve rüzgâr bu toprağı sürükleyip götürüyordu. Yağışların ardından sel yataklarında ceset parçaları, kafatasları ve kemikler görülüyordu. Bir başka etken de vahşi hayvanlardı. Vahşi hayvanlar çürüme kokusundan derin olmayan mezarları açıyorlardı. Dolci söylentilerle ilgili tespitlerde de bulunmuş, yabancı mezarlara dikilen tahta haçların soğuk havalarda asker ve siviller tarafından alınarak yakıldığını, bölgenin ıssız olması nedeniyle mezar avcılarının mezarları açarak cesetlerin üzerinde kıymetli eşya aradıklarını ve bu nedenle tahribat oluştuğunu ileri sürmüştü. Dolci, yayılan söylentiler üzerine Osmanlı Hükûmeti’nin talimatıyla mezarların derhal bakıma alındığını, etraflarının dikenli tellerle çevrildiğini, açılmış olanların yeniden örtüldüğünü ve sökülüp alınan haçlar yerine de mezarın baş kısmını belirten taşlar konulduğunu gözlemlemişti. Osmanlı makamları istemeleri halinde yabancıların, gerekli gördükleri mezarları kendi ülkelerine nakledebileceklerini ve fotoğraflarını çekebileceklerini bildirmişti. Dolci’den raporu doğrultusunda Papa, bölgedeki mezarlıkların koruma altına alındığını ve mezarların da bakımlı olduğunu açıkladı[24]. Dolci’nin raporundan da anlaşılacağı üzere mezarların büyük bir kısmı bölgenin fiziki koşulları, bir kısmı da “mezar avcılarının” insanlık dışı faaliyetleri nedeniyle tahribata uğramıştı. Osmanlı Hükûmeti herhangi bir dış baskı olmaksızın tahribatı engellemek amacıyla harekete geçmiş ve gereken tedbirleri almaya çalışmıştı. Bununla yetinemeyen İtilaf Devletleri Mondros Mütarekesi’nden sonra harp mezarlıkları meselesini yeniden gündeme getireceklerdi.
Mondros Mütarekesi ve Çanakkale’nin İşgali
I. Dünya Savaşında Çanakkale’deki galibiyete rağmen diğer cephelerde mağlup olan Osmanlı Devleti mütareke talebinde bulundu. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalan Mondros Mütarekesi’nin 1. maddesi Çanakkale ve İstanbul Boğazlarındaki tahkimatların İtilaf Devletleri tarafından işgalini öngörmekteydi. Mücadele edecek durumda olmayan Osmanlı Devleti bu şartları kabul etmek zorunda kaldı[25]. 1 Kasım 1918 tarihinde Ege Denizi’nde bekleyen İtilaf donanması Boğazlar bölgesine doğru harekete geçti. 2 Kasım 1918’de öncü İtilaf subayları Gelibolu yarımadasına çıkarak tahkimatların işgali ve mayın tarlalarının temizlenmesi için gerekli hazırlıkları yaptılar. Bundan sonra bölgeye gelen İtilaf kuvvetleri sadece Boğazlardaki tahkimatları değil mütarekeye aykırı olmasına rağmen Çanakkale ve Gelibolu’yu işgal ettiler[26]. Kontrolü ele geçiren İngilizler Gelibolu’da bulundan mezar ve mezarlıkların bulunduğu mıntıka ile ilgili plânlarını tatbik etmek üzere çalışmalara başladılar.
Harp Mezarlıkları Meselesi ve İngiliz Mezar Tescil Birimi’nin (MTB) Çanakkale’ye Gönderilmesi
5 Kasım 1918 tarihinde Gelibolu’ya çıkarılan İngiliz işgal subayları Çanakkale Savaşlarında hayatını kaybedenlere ait mezarlar hakkında bir kroki hazırladılar. Mezarların büyük bir kısmının üzerinde işaret olmadığından tespitte bulunmakta ciddi sıkıntılar yaşandı. Öncelikle Çanakkale Savaşları sırasında İtilaf donanmasının çıkarma yaptığı bölgeler incelendi. Doğru tespitte bulunabilmek amacıyla Londra’dan yerleşim plânı istenmesine karar verildi. Bir süre sonra İngilizler, harp mezarlarını tescil etmek üzere Mısır’da bulunan Mezar Tescil Birimi (MTB)’ni Çanakkale’ye gönderdiler. C. E. Hughes’un başkanlığındaki MTB, 10 Kasım 1918 tarihinde Çanakkale’ye vardı. Bu sırada harp mezarları, Seddülbahir, Anzak ve Suvla körfezlerinde dağınık halde bulunuyordu. Çanakkale’de incelemelerde bulunan MTB, istisnalar dışında bu mezar ve mezarlıkların son derece kötü vaziyette olduğunu ileri sürdü. Mezarlara kasıtlı olarak zarar verildiğini ve saygısızlık yapıldığını iddia eden MTB, mezarlar üzerindeki işaretlerin ve haçların kaldırıldığını, mezar taşlarının kırıldığını, mezarların açıldığını ve iskeletlerin sağa sola saçıldığını ileri sürdü. Mezarların “çakal, köpek vesaire hayvanların kazımasıyla ya da yağmur suları sonucunda bozulmadığı, bariz bir şekilde kürekle açıldığı” da MTB tarafından iddia edildi[27]. Bu iddialar savaş sırasında Papalık temsilcisi Dolci tarafından yapılan tespitlerle çelişmekteydi. Dolci’nin üzerinde durduğu, MTB’nin ise hiç değinmediği fiziksel ve çevresel faktörler tahribatta önemli bir rol oynamaktaydı. Savaştan sonra arazi üzerinde bırakılan itilaf cenazelerinin Osmanlı Devleti tarafından defnedildiği Dolci’nin raporunda belirtildiği halde MTB siyasî maksatlarla olsa gerek bunlardan satır aralarında yüzeysel olarak bahsetmişti. Oysa ziyareti esnasında MTB, bölgede bulunan birkaç Osmanlı askerinin mezarlardan çıkan kemikleri defnettiklerine şahit olmuştu. MTB üyeleri, çeşitli sebeplerle açılan mezarları tekrar doldurmak amacıyla Osmanlı Hükûmeti’nin bölgeye asker gönderdiğini ve mezarların çoğunun son zamanlarda kürekle doldurulduğunu gözleriyle görmüşlerdi. Osmanlı Hükûmeti’nin meseleye el atarak bozulan mezarları eski haline getirmek için çalışma başlatmasını umursamayan MTB’nin gizli bir misyonu vardı. MTB harp mezarlarının bulunduğu mıntıkanın tekelci mülkiyetinin ingiltere’ye geçmesi için mücadele etmekteydi. Bunu da mezarların kasten ve sistematik bir şekilde tahrip edildiğini ve Osmanlı Devleti’nin gereken tedbirleri almadığını iddia ederek yapabilirdi. MTB’nin faaliyetlerini sürdürdüğü sıralarda bölgede bulunan ingiliz askerleri çeşitli sebeplerle açılan ve etrafa saçılan kalıntıları defnetmekle görevlendirdi. Bundan sonra MTB “mezar inşa işini tamamen Türklerden devralmak” üzere kadastro bölümünden subaylar atanmasını tavsiye etti. MTB Çanakkale ve Selanik’teki mezar tescil birliklerine komuta etmek üzere en kısa zamanda ehliyet sahibi subaylar gönderilmesini de istiyordu[28].
MTB tarafından yapılan ilk incelemelerin ardından İngiliz Savaş Bakanlığı, “saygısızlık yapılan mezarlara saygı gösterilmesini sağlamak” amacıyla resmi bir geçit töreni düzenlemesi için harekete geçti. Üstelik bu tören İngiliz subayların denetimi altında Osmanlı Hükûmeti tarafından düzenlenecekti[29]. İngiliz Dışişleri Bakanlığı 1 Ocak 1919 tarihinde İstanbul İngiliz Yüksek Komiser Vekili Richard Webb’e bir talimat göndererek bu talebi Osmanlı Hükûmeti’ne iletmesini istedi[30].
İşgal sürecinde harp mezarlarıyla ilgili iddiaların ardı arkası kesilmedi. İtilaf Devletleri Karadeniz Ordusu Başkumandanı Milne, yaptırdığı tahkikat neticesinde bölgede bulunan birkaç Osmanlı askerinin mezar taşları üzerinde bulunan haçlara nişan aldıklarını ileri sürdü. Milne bu konuda Harbiye Nazırı’ndan gereken önlemlerin alınmasını talep etti. Nazırın aldığı tedbirler sayesinde bu tür hadiselerin önüne geçilerek disiplin sağlandı. Bir süre sonra bazı mezar taşları üzerinde kalan haçlardan bir kısmının kaybolduğu tespit edildi. Milne bunları Rum köylülerin götürmüş olmalarından şüpheleniyordu. Bundan dolayı mezarların bulunduğu bölgenin güvenliğini sağlamak üzere Karadeniz Ordusu’na bağlı Sırp askerleri muhafız olarak görevlendiren Milne, Osmanlı askerlerinin bu muhafızlara her türlü yardımda bulunmaları için harekete geçti[31]. 24 Kasım 1919 tarihinde bu talebi Hariciye Nazırı’na bildiren İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, nazırın tepkisi ile karşılaştı. Hariciye Nazırı, mütarekede yer almayan bu uygulama nedeniyle yardımda bulunmayı kabul etmediği gibi bundan sonra mezarlıkların muhafazasına dair bir sorumluluk alınmayacağını bildirdi. Bunun üzerine Sırp muhafızları bölgeden çekmek mecburiyetinde kalan Robeck mezarlıklara “saygı ve itina” gösterilmesi konusunda Hariciye Nazırı’nı uyardı. Robeck, mezarlıklar hakkında ileride yapılacak sulh antlaşmasında yer alacak maddeler doğrultusunda düzenlemeler yapılana kadar “mezarlıklara yönelik saygısızlık ya da hasarlara” karşı muhafaza vazifesinin Osmanlı makamlarına düştüğünü kabul etti. Mektubunda gayet yumuşak bir üslûp kullanan Robeck, mütareke sürecinde Osmanlı Hükûmeti’nin bölgedeki yetkililere gerekli uyarılarda bulunacağına dair şüphe duymadığını, Hariciye Nazırı’nın da bu mesele ile özellikle ilgileneceğinden emin olduğunu ifade etti[32]. Bununla birlikte harp mezarlarının bulunduğu bölgenin denetimi fiilen İngilizlere geçti. Bundan sonra İngilizler işgal altında tuttukları Gelibolu Yarımadası’nda yeni mezarlık ve anıt inşa faaliyetlerini başlatacaklardı.
İngiliz İmparatorluk Harp Mezarlıkları Komisyonu (İHMK)
MTB, Çanakkale’de bulunan yabancı mezarların bir bölümünü tespit ve tescil etmişti. Ancak İngilizler bir an önce bölgede mezarlık ve anıt inşasına başlamak istiyorlardı. Bu nedenle 1919 yılı Kasım ayında MTB görevini İmparatorluk Harp Mezarlıkları Komisyonu (İHMK)’na devretti. İHMK, öncelikle incelemelerde bulunarak MTB’nin tamamlayamadığı tescil işlemlerini bitirecek, ardından mezarlık ve anıt inşa etmek üzere çalışma başlatacaktı. Özellikle erozyon ve toprak kayması riskinin olduğu yerlerde bulunan mezarlar güvenli bölgelere nakledilecekti[33].
İHMK İngiliz ve Avustralyalılardan oluşmaktaydı. MTB Başkanı C. E. Hughes, İHMK’nda da başkanlık yapacaktı. İHMK önce savaş alanında bulunan mezar ve kalıntılardan Anzaklarla Türklere ait olanları ayırdı. Bölgenin hemen hemen her yanına dağılmış mezarların büyük ve toplu mezarlıklarda toplanmasına karar verildi. Kimliği tespit edilenlerin mezarlarının üzerine geçici haçlar dikildi. Daha sonra ünlü mimarlardan John Burnet bölgeye gönderildi. Burnet kıyı kesimini çok kumlu ve kuru, tepelik kesimleri ise toprak kaymasına meyilli buldu. Buna göre zemin, boyutu ne olursa olsun kalıcı anıt yapılmasına uygun değildi. Coğrafi yapı gereği az sayıda olması gereken mezarlıklar sağlam zemine kurulup, taşlardan hendekler ve dikili ağaçlarla korunmalıydı. Mezarlık duvarlarının 2,5 metre yüksekliğinde yapılması ve deprem tehlikesi nedeniyle klasik mezar taşları yerine okul sıraları gibi eğimli mezar bloklarının kullanılması gerekiyordu. Ölülerin, mezar taşları veya anıtlar üzerindeki isimleri ile anılması, kalıcı, tek tip mezar taşları inşa edilmesi de İHMK’nun hedefleri arasındaydı. Burnet, fakir olduğundan bölge ahalisinin bronz ve taş yapıları ihtiyaçları için götürmelerinden endişe ediyordu. 1920 yılı başlarından itibaren İHMK mezarlıkla ilgili işleri tamamen ordudan devralarak inşa çalışmalarını hızlandırdı. Başlangıçta Yunan, Beyaz Rus ve Ermeni işçilerden yararlanan İHMK Ermeni ve Rumların bölgeden ayrılışından sonra Türk işçiler ve İtalyan duvarcıları kullandı[34].
İHMK’nda görev yapan araştırmacı yazar ve tarihçi Charles Edwin Woodrow Bean bölgede incelemelerde bulunarak bir rapor hazırladı. 17 Şubat 1919 tarihinde raporunu tamamlayan Bean, mezarların sistematik olarak hor kullanıldığına dair işaretler bulunmadığını kesin olarak tespit etti. Bununla birlikte bazı mezarların karıştırıldığına dair emareler göze çarpmaktaydı. Bunların “yarımada sakinleri veya yağmalamaya kalkışan askerler tarafından karıştırıldığı ancak cesetlerin yerinden çıkarılması gibi bir eylemde bulunulmadığı” açıktı. Yine mezarları vahşi hayvanların karıştırdığına dair bir takım işaretler vardı. Bean 1916 yılında bölgede bulunan Osmanlı garnizonundan bazı askerlerin haçları yakacak olarak aldıklarını, buna karşı hükûmetin gerekli tedbirleri alarak bu mezarları onarmaya çalıştığını da öğrenmişti. Bunun kanıtı da mezarların tümsek şeklinde yapılmasıydı. Bu nedenle Türk mezarlarına benziyorlardı. Mezarların şeklini beğenmeyen Bean bunların yer ve yönlerinin de yanlış olduğunu belirledi. 13 Mart 1919 tarihinde ikinci bir rapor hazırlayan Bean mezarların, Türk ve yabancılardan kalma olduğuna bakılmaksızın taş, teneke, tahta vs. toplayan şahıslar tarafından yağmalandığını, bölgedeki denetimin zayıf olması nedeniyle hükûmetin buna engel olamadığını açık bir şekilde gözler önüne serdi[35]. Bean’in yaptığı tespitlerde doğruluk payı bulunmasına karşın eksiklikler vardı. Maalesef kendini bilmez bir kaç “mezar avcısı” Çanakkale Savaşlarından sonra Türk, yabancı ayırt etmeden mezarlara dadanmıştı. Gelibolu’nun İtilaf Devletleri tarafından işgali hükümet otoritesinin zayıflamasına ve “mezar avcılarına” karşı önlem alınamamasına neden olmaktaydı. Dolayısıyla yaşananlardan sorumlu olan İtilaf Devletleri, meselenin Osmanlı Hükümeti tarafından çözülmesini istiyorlardı.
Bean, mezarlık çalışmalarının bir an önce başlatılmasını, mezarların kalıntılarının bulunduğu yerde inşa edilmesini, bu mezarların her bir İtilaf karakolu önüne defnedilmesini ve askerlerin tamamının isimlerinin yer alacağı birer anıt dikilmesini tavsiye etti. İngilizlerin ardından Türkler de defnedilecekti. Bean bu işlemlerin en kısa zamanda tamamlanmasını ve bu esnada ziyaretçi girişine izin verilmemesini de tembih etmişti. Çünkü arazide hala iskelet kalıntıları vardı. Bean, kalıntıları etrafa saçılan kayıp yakınlarının, ziyaret esnasında üzülmelerinden ve şikâyette bulunmalarından endişe ediyordu[36]. Bu tavsiyeler yapılan çalışmaların nihai hedefini göstermesi açısından son derece önemli idi. İtilaf karakolları kalıntıların bulunduğu son derece geniş bir coğrafyada inşa edilecek, mezarlıkları muhafaza gerekçesiyle ebediyen bölgede kalacaklardı. Dolayısıyla yapılacak çalışma insani olmaktan çok siyasî emellere hizmet edecekti.
İşgal Döneminde İtilaf Devletlerinin Mezarlık ve Anıt İnşa Çalışmaları
MTB ve İHMK’nun çabalarıyla 1919 yılı başlarında yeni harp mezarlık ve anıtlarının inşasına başlandı. Bir yandan savaş yıllarında inşa edilen mezarlıklar düzenlenirken diğer yandan yeni mezarlık ve anıtlar inşa ediliyordu. Bu minvalde 1919 yılından itibaren Suvla’da Azmak[37], Green Hill[38] ve Lala Baba[39], Büyük Anafarta’da The Farm[40] ve Chunuk Bair New Zealand[41], Seddülbahir’de; 12(Twelve) Tree Corpse[42] adlı mezarlıklar inşa edildi. Seddülbahir’de, Cape Helles Memorial to the Missing[43], Twelve Tree Copse Cemetery içerisinde The New Zealand memorial, Redoubt Cemetery içerisinde The memorial to Eric Duckworth, Anzak koyunda Chunuk Bair-New Zealand, Australia and New Zealand, Hill 60-New Zealand adlı anıtların inşası da tamamlandı[44]. İnşa çalışmalarının yapıldığı bölgeyi muhafaza etmek üzere nöbetçi kulübeleri yapıldı[45].
Türklere Ait Anıtların Yok Edilmesi
1918 Aralık ayında İngiliz Savaş Bürosu Mısır’da bulunan Avustralya Hafif Atlı Alayı (Australian Light Horse Regiment) ve Yeni Zelanda Atlı Alayı (New Zelland Mounted Rifles)’nı Gelibolu’ya gönderdi. Bunlar Türklerin haçları kaldırarak kendi anıtlarını diktiklerini ileri sürerek 1916-18 yılları arasında Osmanlı Devleti tarafından inşa edilen zafer anıtını yok ettiler. İtilaf Devletlerinin işgalinden önce yapılan Çataldere anıtıyla Anzakların Ağustos 1915’teki saldırısının durdurulduğunu göstermek üzere dikilen Kanlısırt Cemaldere Anıtı’nın izlerine de işgalden sonra rastlanamadı. Bunların İtilaf Devletleri tarafından ortadan kaldırıldığına dair bir kanıt bulunmamakla birlikte Australian War Memorial Museum’un internet adresinde Gelibolu’daki Türk anıtlarından Temporary Turkish Monument (Geçici Türk Anıtı) olarak bahsedilmektedir[46].
Osmanlı Hükümetleri Tarafından Alınan Tedbirler
Savaş yıllarında kime ait olup olmadığına bakmaksızın mezar ve kalıntılarla ilgilenmeye çalışan Osmanlı Devleti işgal yıllarında da aynı tutumunu sürdürdü. 8 Aralık 1919 tarihinde Osmanlı Hükümeti tarafından alınan kararla Gelibolu’daki İngiliz ve Fransız mezarlıklarının tamiri için Harbiye bütçesinin üç yüz yirmi beşinci tamirat ve inşaat faslından seksen dört bin kuruş ayrılmasına karar verildi[47].
İngilizler mezarların tahrip edilmesinden Türkleri mesul tutuyorlardı. Ancak Gelibolu’da İtilaf kuvvetlerinin düzenledikleri askeri harekât ve bombardımana maruz kalan Fransız ve İngiliz mezarlıkları hasar görmüşlerdi. Osmanlı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’si tarafından gönderilen inşaat müfrezesi tahrip edilen mezarları tamir ederek eski haline getirdi. Mezarlıkların “mükemmel bir halde teslim edildiği” Gelibolu’daki Fransız Mektebi Müdürü’nün gönderdiği mektuplardan da anlaşılmaktaydı. 20 Mart 1920 tarihinde Osmanlı Hükümeti meselenin tamamen hallolduğunu düşünüyordu[48]. Fakat İngilizler meseleyi siyasî sahaya çekmek istiyorlardı.
6 Mart 1920 tarihinde İHMK, Curzon’a müracaat ederek Gelibolu’daki İngiliz mezarları için su tedarik edilmesi ve mezarlıkların bulunduğu bölgenin yeniden yapılandırılması gibi meselelerin Türklerle yapılacak sulh antlaşmasına eklenmesini tavsiye etti[49]. Curzon da komisyonla aynı fikirde olduğunu ve bu meselenin mutlaka Sevr Antlaşması’na dâhil edileceğini bildirdi[50].
3 Nisan 1920 tarihinde İngiliz Askeri Kaymakamı, Gelibolu Livası Kaymakamlığı’na müracaat ederek, padişahın savaş esnasında vefat eden İngiliz askerleri için mezarlık inşasına dair bir ferman ilan ettiğini, inşaata memur olanlara kolaylık sağlanması ve yardım edilmesi için emir verilmiş olduğunu, İstanbul İngiliz Siyasî Temsilcisi’nin bu hususta Dâhiliye Nezareti ile temasta bulunduğunu ve kendisinin de inşa ile görevlendirdiğini bildirdi. Oysa padişah ya da Osmanlı Hükümeti’nin böyle bir karar aldığına dair herhangi bir kanıt ya da emare yoktu[51].
Çanakkale Savaşları sırasında şehit düşen Osmanlı askerlerinin bir kısmı da tıpkı yabancılara ait cenazeler gibi defnedilemediğinden arazi üzerinde kalmıştı. Mezarların bir kısmı yine yabancılara ait mezarlar gibi tahrip olmuş, ceset kalıntıları etrafa saçılmıştı. Osmanlı hükûmetlerinin çabalarına rağmen mesele tamamen çözülememişti. Bu durumdan istifade etmeye çalışan İstanbul İngiliz Yüksek Komiseri Osmanlı Hükûmeti’ne müracaat ederek İHMK’nun Türk şehitlerine ait kalıntıları da defnedeceğini bildirdi. Bunu kabul etmeyen Osmanlı Hükümeti gerekli tahsisatı ayırarak defin işlemleri için Harbiye Nezareti’ne talimat verdi[52].
Sevr Antlaşması ve Mezarlık Meselesi
İHMK’nun inşa çalışmalarına devam ettiği sıralarda Sevr Antlaşması imzalandı. Sevr Antlaşması ile Türkiye sınırları içinde ve savaş alanında can veren, yara, kaza ya da hastalık sonucu vefat eden askerlerin mezarlarının bulunduğu bölgenin tekelci mülkiyeti İtilaf hükûmetlerine geçiyordu. Mezarlık ya da anıt yapılması için gerekecek arazilerle birlikte buralara gidecek yolların tekelci mülkiyeti de İtilaf hükûmetlerine aktarılacaktı. Boğazlar bölgesinde Yunan egemenliğine bırakılan arazilerde de aynı şartlar geçerli olacaktı[53]. Bu hükümlerle antlaşma sonrasında sınırlarını İtilaf Devletlerinin takdir edeceği araziler ve buralara gidecek yollar üzerinde Osmanlı Devleti’nin mülkiyet hakkı sona erecekti. Bu bölgede Yunan hâkimiyetine de müsaade edilmeyecekti.
İtilaf hükümetleri askerlerin defnedildiği ya da defnedilmiş olabileceği bölgeleri araştırmak, mezarların bir araya getirilmesini sağlamak ve gerektiğinde, mezarlık kurulacak yerler konusunda tavsiyede bulunmak üzere “tek yetkili” bir komisyon atayacaklardı. Osmanlı ve Yunan hükûmetleri, yardımcı olmak şartıyla komisyonda temsil edilebileceklerdi. Taraflar Sevr Antlaşması’nın yürürlüğe girişinden başlayarak altı aylık bir süreç içerisinde mülkiyeti kendilerine aktarılması gereken arazileri bildireceklerdi. Bu meyanda Gelibolu yarımadasındaki arazilere özellikle dikkat çekilmişti. Sevr Antlaşması Boğazlar bölgesinde uluslar arası bir idare kurmayı öngördüğünden burada muhatap daha çok Doğu Trakya’nın bırakılacağı Yunanistan olacaktı. Bununla birlikte söz konusu araziler hangi hükûmetin denetiminde ise o hükûmet bunları veriliş amaçları dışında herhangi bir amaçla kullanmamayı ve kullandırmamayı kabul edecekti. Arazilerin kıyı kesiminin denizcilik, askerlik ya da ticaret amacıyla kullanılamayacağı da hükme bağlanmıştı[54].
Osmanlı ve Yunan hükûmetleri belirlenecek arazilerin tekelci mülkiyetinin İtilaf hükûmetlerine aktarılması için gerekli yasal ve yönetimsel önlemleri ilk tespitlerin yapılmasından sonraki altı ay içinde almakla mükellef olacaklardı. Kamulaştırmaya ihtiyaç duyulduğunda Osmanlı Hükûmeti ya da Yunan Hükûmeti, giderlerini karşılayarak bunu gerçekleştireceklerdi[55]. Osmanlı Hükûmeti bölge üzerindeki hakkından vazgeçeceği gibi kamulaştırma masraflarını da ödeyecekti.
İtilaf hükûmetleri mezarları, mezarlıkları ya da anıtları kurma, düzenlenme, bakım ve muhafazasını sağlama vazifesini uygun görecekleri bir komisyona ya da örgüte bırakabileceklerdi. Bu komisyon ya da örgütlerin gerekli görmeleri halinde mezardan çıkarma ve nakil işlemlerini yapmaya hakları olacaktı. Muhatap hükûmet ilgili komisyonunun ya da örgütün izni olmadıkça, hangi bahaneyle olursa olsun cesetleri mezardan çıkarmayacaktı[56].
Söz konusu araziler için, Osmanlı ya da Yunan makamları hiçbir çeşit vergi ya da harç almayacaklardı. Buralara gidiş geliş her zaman, İtilaf temsilcileri ile mezarlıkları ve anıtları gezmek isteyenlere açık bulundurulacaktı. Osmanlı ve Yunan hükûmetleri, bu arazilere giden yolları ebediyen bakım altında tutacaklardı. Her iki hükûmet sözü edilen mezarlıkların ve anıtların bakımı ya da korunmasıyla görevli personelin gereksinmelerini ve sulama için yeterli miktarda suyu tedarik etmek üzere gereken kolaylıkları sağlayacaklardı[57].
Ulusal egemenlik haklarına aykırı bu kadar hükme rağmen mülkiyeti aktarılacak araziler üzerinde Osmanlı ya da Yunan egemenliğinin sarsılmayacağı da antlaşmada yer almaktaydı. Bununla kastedilen İtilaf hükûmetlerine tanınan hakka, mezarlıklara ve anıtlara karşı bir saygısızlıkta bulunanların Osmanlı ya da Yunan makamları tarafından yargılanması ve cezalandırılması idi[58].
Esasında Sevr Antlaşması ile Boğazlar bölgesinin Asya yakası ile İstanbul şehri Osmanlılara, Trakya yakasında kalan diğer topraklar da Yunanistan’a verilmişti. Bununla birlikte Boğazlar bölgesi müşterek İtilaf hâkimiyetine bırakılmıştı. Bu bölgede bütün yetkiler İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşacak Boğazlar Komisyonuna aitti. Türkiye’nin temsil edilmeyeceği “Boğazlar Komisyonu, bayrağı, bütçesi, silahlı kuvvetleri olan, vergi koyma hakkı bulunan bir devlet statüsüne haiz olacaktı”. Boğazlar bölgesinde kalan topraklar “teorik” olarak Türkiye’ye verilirken bu toprakların kullanım hakkı İtilaf Devletlerine bırakılmıştı[59]. Dolayısıyla mezarlıkların bulunduğu bölge üzerinde Osmanlı hâkimiyeti “teorik” olacaktı.
Antlaşmadaki diğer hükümlere dokunulmamak koşuluyla, taraflar Milletler Cemiyeti misakı gereğince üzerinde manda idaresi kuracakları toprakları da kapsamak üzere yabancı mezarlarına saygı göstererek bunların bakımını sağlamayı kabul etmişlerdi[60]. Buradan İtilaf hâkimiyeti altında kalan bölgelerdeki Osmanlı mezarlarına da saygı gösterileceği ve bunların bakımının yapılacağı anlamı çıkmaktaydı. Ancak bu hüküm genel olup herhangi bir bağlayıcılığı bulunmamaktaydı. Bundan başka taraflar, ölenlerin kimliklerinin saptanmasına yarayacak bütün bilgileri, bunların eksiksiz bir listesini ve kimliği saptanmadan defnedilmiş bütün ölülerin mezarlarının sayısı ve yerleri konusunda bütün bilgileri karşılıklı olarak birbirlerine vermeyi taahhüt etmişlerdi[61].
Yeni Zelanda ve Avustralya’nın Talepleri
Sevr Antlaşması’ndan sonra çalışmalarına hız veren İHMK, 1921 yılı Aralık ayında Gelibolu yarımadasında kurulacak mezarlık ve anıtlar hakkında bir plân taslağı hazırlayarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na sundu. Plân taslağında sadece Gelibolu bölgesinde değil Osmanlı hâkimiyet sahasına bırakılacak topraklarda yer alan yabancı mezarlarının Sevr Antlaşması’nda belirlenen statü çerçevesinde muhafazası talep ediliyordu[62]. Plân taslağı Osmanlı Hükûmeti’ne sunulmak üzere İstanbul İngiliz Yüksek Komiserine tevdi edildi. Yüksek Komiser bunu Osmanlı Hükûmeti’ne sunmak için uygun bir zaman beklerken İHMK Gelibolu’daki mezarlıkların inşasını sürdürdü. Lozan müzakerelerinin başladığı sıralarda inşa çalışmaları tamamlanmak üzereydi. Komisyon inşa için gereken ağır malzemeleri taşımak amacıyla yolları tamir ettirmişti. Lozan’da Türk Hükûmeti’nden de bu yolları muhafaza etmesini talep edeceklerdi. Komisyon bu meselelerin Cemiyeti Akvam’a havale edilmesini gündeme getirdiyse de öneri kabul görmedi[63]. Çünkü İngilizler bu meseleyi uluslar arası bir mesele haline getirmeden çözmeyi ve bölge üzerinde ağırlıklarını sürdürmeyi düşünüyorlardı.
Sevr Antlaşması’nın yürürlüğe geçirilememesi sadece İHMK’nu değil, Avustralya ve Yeni Zelanda hükûmetlerini de kaygılandırmaktaydı. Avustralya ve Yeni Zelanda hükümetleri İHMK’nundaki temsilcileri vasıtasıyla Sevr Antlaşması’nda belirlenen hükümlerin Türklerle yapılacak yeni antlaşmada da aynen yer almasını talep ediyorlardı. İHMK, İngiltere ve Avustralya kamuoyundan gelen talepler doğrultusunda Sevr Antlaşması onaylanmadan Gelibolu yarımadasında bulunan mezarlıkların inşasını tamamlamak istiyordu[64].
Öte yandan Sevr Antlaşması’nın yürürlüğe geçirilememesi mezarlıklarla ilgili maddelerin de hukuken uygulanamamasına neden olmaktaydı. TBMM’nin kazandığı askerî ve siyasî başarılar Sevr Antlaşması’nda tadilat arayışlarını gündeme getirdi. Ancak TBMM teklif edilen tadilat taleplerini kabul etmeyerek mücadelesini sürdürdü. Büyük Taarruz’dan sonra İtilaf Devletleri Mudanya Konferansı’nı toplayarak TBMM ile görüşmelere başladılar. Müzakereleri yakından takip eden İHMK Başkan Vekili Fabian Ware, Türklerle yapılacak antlaşmada mezarlıkların bulunduğu bölgenin ayrıcalıklı bir statüye kavuşturulması için mücadele ediyordu. Özellikle komisyonda bulunan Avustralyalı ve Yeni Zelandalı üyeler bu mesele ile yakından ilgileniyor, Türklerle yapılacak yeni antlaşmada mezarlıklar meselesinin de yer almasını istiyorlardı[65]. İngiliz Dışişleri Bakanlığı İHMK’na bir mektup göndererek Doğu Trakya’nın Osmanlı hâkimiyetine bırakılacağını fakat ne olursa olsun Cemiyet-i Akvam’ın himayesi altında kalacak Boğazların serbestîsini sağlamak amacıyla Gelibolu yarımadasında İtilaf kıtaları bulundurulacağını vurgulayarak bölgede bulunan mezarların bu kıtalar tarafından muhafaza edileceğini bildirdi[66].
18 Aralık 1922 tarihinde Yeni Zelanda Hükümeti adına İngiliz Dışişlerine bir mektup yazarak Avustralya Hükümeti’ni de temsil ettiğini belirten J. Allen, “İngiliz mezarlarının bakımını Türklerin merhametine bırakmanın esef verici olacağını” ifade etti[67]. Bundan sonra İngiliz Dışişleri Bakanlığı mezarlıklar meselesinde hangi aşamaya gelindiğini öğrenmek amacıyla Lozan Konferansı’nda bulunan Forbes Adam’dan izahat istedi. Boğazlar bölgesinin Türk hâkimiyetine bırakılacağının anlaşılması üzerine[68] İngiltere’nin Yeni Zelanda ve Avustralya Yüksek Komiserleri devreye girerek mezarlıklar meselesinin gidişatından dolayı memnuniyetsizliklerini dile getirdiler. Yüksek Komiserler, Yeni Zelanda ve Avustralya kamuoyundan yükselen seslere dikkat çekerek İngiliz Hükümeti’nden bu konuda bir an önce adım atmasını talep ettiler[69].
İngiliz Hükümeti Lozan müzakerelerinin başlamasından çok kısa bir süre önce Sevr Antlaşması’nda yapılması plânlanan çalışmalardan ne kadarının tamamlandığını öğrenmek amacıyla tahkikat başlatmıştı. İngilizler yapılabilecek değişiklikleri tespit ederek Türk tarafının karşısına çıkacaklardı[70]. Ancak mesele artık tamamen İngilizlerin kontrolünde değildi. Türk temsilcileri ile yapılacak müzakereler neticesinde mezarlıkların statüsü belirlenecekti.
İngilizler Çanakkale’de iskele ve tel örgü ile çevrilen mahallere girmek isteyen yolculardan seyahat varakası talep ediyorlardı. Mudanya Mütarekesi’nden sonra da İngilizler bu uygulamayı devam ettirdiler. Türk yolcular İsmet Paşa’ya bu konuda şikâyetlerde bulunuyordu[71]. TBMM tarafından neşrolunan Hürriyet-i Şahsiye Kanunu’ndan dolayı memleket dâhilinde yolculardan seyahat varakası talep edilmesi usulü lağvedilmişti. Bu nedenle seyahat varakası talep etme haklarının bulunmadığı İngilizlere bildirilmesine karar verildi[72]. Yapılan uyarıların ardından İngiliz ve Fransızlar, seyahat varakası talep etmekten vazgeçmelerine karşın Kilitbahir’de bulunan Fransız kumandan talimat almadığını ileri sürerek emre uymadı[73]. Türk Hükümeti, Fransız temsilciliğini çıkardıkları sorunlardan dolayı uyardı[74]. İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold 9 Nisan 1923 tarihinde kurallara uyduklarını sadece İngiliz askerlerinin bulunduğu mıntıkalarda asayiş ve inzibatı sağlamak maksadıyla böyle bir tedbir almak zorunda kaldıklarını bildirdi[75]. Lozan Antlaşması imzalanıncaya değin İngilizlerin tel örgülerin bulunduğu bölgelere girişi yasaklamaları nedeniyle ahaliye gönderilen posta ancak sokaklarda dağıtılabiliyor, bu durum çirkin bir vaziyete yol açıyor ve halkı rencide ediyordu. Fransızlar da Gelibolu’da aynısını yapıyorlardı[76]. Bu meselenin çözülebilmesi için Lozan Antlaşması’nın imzalanarak tatbikata geçirilmesi şattı.
Lozan Antlaşması ve Mezarlıklar
Lozan Konferansı’nda siyasî meseleler dışında İngiltere’nin en fazla önem verdiği meselelerden bir tanesi mezarlıklar meselesi idi. Mezarlıklar konusunda müzakerelere geçilmeden önce Lozan Konferansı Mezarlıklar Alt Komisyonu raporu okundu. Raporda tavsiye edilenler Sevr Antlaşması’nda öngörülen statüden pek de farklı değildi. Bu nedenle TBMM temsilcisi İsmet Paşa rapora itiraz etti. Ölülerin bulundukları yerlere saygı göstermenin Türklerin geleneklerinden olduğunu vurgulayan İsmet Paşa, mezarların bir araya toplanması suretiyle mezarlık ve anıtlar için ayrılacak sahanın sınırlandırılmasını teklif etti. Yapılacak sınırlandırma mezarlıklar komisyonuna seçilecek Türk üyenin görüşü alındıktan sonra tespit edilecekti. “Gelibolu yarımadasında bulunan mezarlıklar daha önceden bu amaçla ayrılmış olduğundan bunların oldukları yerlerde bırakılmasını kendiliğinden kabul edeceklerini” ifade eden İsmet Paşa, bunun Türk heyetinin mezarlıklara olan saygısının göstergesi olduğunu ifade etti. Bundan sonra söz alan İngiltere temsilcisi Curzon, İsmet Paşa’nın sözlerine inanmadığını ifade ederek Türk askerlerinin İzmir’de İngiliz, Antep’te Fransız mezarlıklarına karşı saygısızlık yapmaları ile ilgili iddiaları gündeme getirdi. Söz konusu arazilerin “Yeni Zelanda ve Avustralyalılar için son derece önemli olduğunu vurgulayan Curzon; “istenen 4,5 km uzunluğunda 1,5 km genişliğinde çorak bir toprak parçasıdır. Bugün bölgede 19 mezarlık vardır. Fakat bunların arasında kimin olduğu bilinmeyen mezarlar vardır. Bu bölgede kimse oturmamaktadır, ekili bir arazi de değildir. Ne Türkiye için ne de başka bir ülke için önemi vardır. Fakat oğulları ve kardeşleri bu topraklarda ölenler için duygu ve tarih bakımından öneme sahiptir. Türk heyeti 19 mezarlığı tanımayı kabul etmektedir. Fakat arada kalan arazileri vermeye yanaşmamaktadır. Buranın bütün sayılması ve kutsal bir alan olarak saygı gösterilmesi gerekir” sözleri ile Türklerin daha önceden hazırlanan mezarlık plânını değiştirmeye hakları olmadığını ileri sürdü. Curzon’un iddialarına cevap veren İsmet Paşa, mezarlıklara yapılan saygısızlık iddiaları hakkında tahkikat yaptırdıklarını ve bu tahkikatlar neticesinde yapılanlardan Türklerin sorumlu olmadığının ortaya çıktığını, bunu zamanında İngiltere’ye bildirdiklerini ve İngiltere’nin ikna olduğunu hatırlatarak bu bahsi yeniden açmanın anlamsız olduğunu ifade etti. İsmet Paşa “Curzon’un istediği şerit tarihte savaşlar sırasında askeri harekâtlar için temel olarak kullanılan ve kullanılacak olan bir toprak şerididir” sözleri ile arazinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı. Buna karşı Curzon, “Türklerin basit bir insanlık ve şeref davranışında bulunmak fırsatını bir kez daha kaçırmış olduğuna üzülmektedir.” sözleri ile mukabele etmişse de İsmet Paşa altta kalmayarak “şimdiye kadar acıma ve şeref duygularıyla ilgili ödevlerini yerine getirme fırsatlarından hiç birini kaçırmamış olan Türk Hükümetinin üzerine düşeni fazlasıyla yaptığını” bildirdi[77].
Mezarlıklarla ilgili talepler karşısında İnönü; “düşmanların gizli bir askeri niyet taşıdıklarını” sezmişti. Rıza Nur buna anlam veremediğinden İsmet Paşanın “gayet tehlikeli bir maksatları var, bu mezarlıklara sahip olacaklar buraları aleyhimize üssülharekeyapacaklar ziyaretçi diye asker sokacaklar.” şeklindeki sözlerine “bizim gözümüz kör mü asker sokabilirler mi? Zaten mezarlık vermesek de bir gün birden indirirler, soksalar da o miktar maksada kâfi gelir mi? Sadece biz uykuda olmayalım, silahlarıyla sokmayalım, bu işin bu kadar değeri yoktur.” şeklinde mukabele ettiğini nakletmektedir[78]. İsmet Paşa, İngilizlerin gizli niyetlerini sezmiş, lakin stratejik bir hata yaparak Gelibolu yarımadasında bulunan mezarlıkların daha önceden bu amaçla ayrılmış olduklarını kabul ederek karşı tarafın eline önemli bir koz vermişti. Oysa Gelibolu’da mezarlıklar için hukuken ayrılmış ve sınırları belirlenmiş muayyen bir bölge bulunmamaktaydı. İngilizler gerek savaş esnasında ve gerekse savaştan sonra işgal altında tuttukları Gelibolu’da kendi başlarına hareket ederek inşa çalışmaları yapmışlardı.
Mezarlıklar meselesi Lozan Konferansı’nda uzun süre gündemde kaldı. Türk temsilciler geniş bir alana yayılan mezarların nakliyle mezarlıkların sınırlı bir alanda tesis edilmesini talep ediyorlardı. Ancak İtilaf temsilcilerinin tam desteğini alan İngilizler Türk taleplerini kabul etmediler[79]. Nihayetinde imzalanan Lozan Antlaşması’na göre taraflar içlerinden her birinin 29 Ekim 1914>ten beri savaş alanında ya da yaralanma, kaza, hastalık sonucunda ölen askerleri ile o günden beri, tutsaklık sırasında ölmüş savaş tutsakları ve sivil tutukluların, kendi egemenlikleri altında bulunan topraklar üzerindeki mezarlıklarına, mezarlarına, toplu ceset çukurlarına ve adlarına dikilen anıtlara saygı göstermeyi ve onların bakımını yaptırmayı taahhüt ettiler. Taraflar içlerinden her birinin söz konusu mezarlıkları ve toplu ceset çukurlarını belirleme, kaydını yapma, yönetme ve bunların bulundukları yerlerde uygun anıtlar dikmekle görevlendirecekleri komisyonlara görevlerini yapmaları için tüm kolaylıkları gösterme konusunda anlaşacaklardı. Yine taraflar mezkûr askerlerin kemiklerinin yurtlarına geri gönderilmesi konusundaki istemleri yerine getirebilmek için, ulusal yasalar ve genel sağlığın gerekleri saklı kalmak koşulu ile her türlü kolaylığı, karşılıklı olarak göstermeye söz vermişlerdi[80].
Taraflar, tutsak iken ölen savaş tutsakları ve sivil tutukluların, kimliklerini belirlenmesi için yararlı tüm bilgilerle birlikte bunların eksiksiz bir listesini ve kimlikleri belirlenmeksizin gömülmüş ölülerin, mezarların sayısı ve yerleri konusunda her türlü bilgiyi karşılıklı olarak birbirlerine verme konusunda da mutabık kalmışlardı[81].
Arıburnu’nda bulunan “Anzak bölgesi” hakkında antlaşmaya özel hükümler eklendi[82]. Buna göre Türk Hükûmeti, I. Dünya Savaşı sırasında savaş alanında ya da yaralama, kaza ya da hastalık sonucu vefat eden İtilaf askerleri ile tutsak iken ölen savaş tutsakları ve sivil tutukluların mezarları, mezarlıkları, toplu ceset çukurları ve adlarına dikilmiş anıtlarının üzerinde bulunduğu arazileri o devletlere ayrı ayrı ve süresiz olarak bırakmayı kabul etti. Söz konusu mezarlara, mezarlıklara, toplu ceset çukurlarına ve anıtlara serbestçe girilmesine ve gerekiyorsa cadde ve yolların yapılmasına izin verilecekti. Bu hükümlere rağmen Türk hâkimiyetinin zedelenmeyeceği antlaşmada yer almaktaydı[83].
Türk Hükûmeti’nce verilecek araziler içinde özellikle İngiltere için “Anzak” adı verilen bölge hakkında antlaşmada ayrı bir madde bulunmaktaydı. İngiltere yukarıda belirtilen arazilerden şu koşullar içinde yararlanacaktı:
(1) Bu araziler, Sevr Antlaşması ile belirlenen kullanım amacından başka hiç bir askeri ya da ticari amaçla kullanılmayacaktı.
(2) Türkiye Hükümeti mezarlıklarla birlikte, söz konusu arazileri her zaman denetleyebilecekti.
(3) Mezarlıkları koruyacak sivil bekçilerin sayısı her mezarlık için bir bekçiyi geçmeyecekti. Mezarlıkların dışındaki araziler için özel bekçiler olmayacaktı.
(4) Söz konusu arazilerde, mezarlıkların içinde ve dışında bekçiler için gerekli konutlardan başka hiç bir konut yapılmayacaktı.
(5) Söz konusu arazilerin deniz kıyısı üzerinde kişi ve mal indirip bindirmeye yarayan hiç bir rıhtım, mendirek, ya da iskele yapılmayacaktı.
(6) Gerekli tüm resmi işlemler yalnız Boğazların iç kıyılarında yapılabilecek ve arazilere ancak bu işlemlerin yapılmasından sonra girilebilecekti. Elden geldiğince kolay olması gereken bu işlemler Türkiye>ye giden başka yabancılar için konulmuş işlemlerden daha zor olmayacak, yersiz gecikmelere izin verilmeyecekti.
(7) Söz konusu yerleri ziyaret etmek isteyen kişiler silahlı olmayacaklardı. Türk Hükûmeti bu konuda denetim yapabilecekti.
(8) 150 kişiden fazla olan her ziyaretçi kafilesinin varışından en az bir hafta önce Türk Hükûmeti’ne bilgi verilecekti[84].
Mezarlara, mezarlıklara, toplu ceset çukurlarına ve anıtlara ilişkin sorunları yerinde çözmekle mükellef olmak üzere İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetleri birer komisyon atayabileceklerdi. Bu komisyonlarda Türk ve Yunan hükümetleri de birer temsilci bulundurabileceklerdi. Komisyonlar özellikle cesetlerin gömüldüğü ya da gömülmüş olabileceği bölgeleri bularak mezarları, toplu ceset çukurlarını ve anıtları tespit edecek, gerekli bulmaları halinde mezarların bir araya toplanması için gereken koşulları tayin edecek, Türk temsilcisi ile anlaşarak toplu mezarlıklar, çukurlar ve dikilecek anıtların yerlerini belirleyecek kullanılacak arsa genişliğini, zorunlu en düşük düzeyde tutarak bu yerlerin sınırlarını tespit edeceklerdi. Komisyonlar kendi uyrukları için yapılmış ya da yapılacak mezarlıkların, çukurların ve anıtların kesin plânlarını Türk Hükûmeti’ne bildireceklerdi[85].
Kendilerine arazi ayrılan hükümetler, işbu toprakları antlaşmada öngörülenden başka bir biçimde kullanmamayı ve kullanmaya izin vermemeyi taahhüt ettiler. Söz konusu araziler deniz kıyısında bulunuyorsa, kıyı toprakları verildiği hükümetlerce herhangi bir kara ve deniz gücü için ya da ticaret amacıyla kullanılmayacaktı[86].
Söz konusu arazilerin İngiltere, Fransa ve İtalya hükûmetlerine bırakılmasına ilişkin yasal ve yönetimsel gerekli önlemler Türk Hükûmeti’nce antlaşmada öngörülen bildirimi izleyecek altı ay içinde alınacaktı. Kamulaştırma yoluna gidildiği takdirde masrafları Türk Hükûmeti karşılayacaktı[87].
İngiltere, Fransa ve İtalya Hükûmetleri uyruklarının mezarlarının, mezarlıklarının, toplu ceset çukurlarının ve anıtlarının yapımı, düzenlenmesi ve bakımı işlerini uygun görecekleri her hangi bir kuruma bırakmakta özgür olacaklardı. Yalnız bu kurumların askeri bir niteliği bulunmayacaktı. Mezarların bir araya getirilmesini, mezarlık ve toplu ceset çukurlarının kurulmasını sağlamak üzere, cesetlerin mezarlardan çıkarılması ve başka bir yere götürülmesi ve kendilerine arsa ayrılan hükûmetlerce yurtlarına iadesi kararlaştırılacak cesetlerin mezarlardan çıkarılıp taşınması işlerini yaptırma hakkına yalnız bu kurumlar sahip olacaktı[88].
İtilaf hükûmetleri, kendilerine tahsis edilecek arazileri koruma vazifesini kendi uyrukları arasından seçecekleri bekçilerle sağlama hakkına sahip olacaklardı. Türk makamları bu bekçilere yardım edecek, bu bekçiler savunma amaçlı bir tabanca ya da otomatik tabanca taşıyabilecekler ancak bunlar hiç bir askeri niteliğe haiz olmayacaklardı[89].
Söz konusu araziler Türk makamlarınca hiç bir kira bedeline, resim ya da vergiye bağlı tutulmayacaktı. İtilaf temsilcileri ile bölgeyi ziyaret etmek isteyen kişiler her zaman bölgeye serbestçe girebileceklerdi. Türk Hükûmeti söz konusu arazilere çıkan yolların bakımını ebediyen üstlenecekti. Yine Türk Hükûmeti, bölgede bakımla görevli kişilerin gereksinimleri ve toprakların sulanması için gerekli suyu sağlayabilmeleri konusunda her türlü kolaylığı gösterecekti[90].
İtilaf hükûmetleri Türkiye>den ayrılan topraklar dâhil olmak üzere hâkimiyetlerindeki topraklarda gömülü Türk askerleri için mezarlar, mezarlıklar, toplu ceset çukurları ve anıtlar kurulması için belirlenen hükümlerden yararlanma hakkını Türkiye Hükûmeti’ne tanıyacaklardı[91]. Yalnız “Anzak bölgesine” ilişkin hüküm kapsam dışında bırakılmıştı. Yani Türkiye, İtilaf Devletlerinin hâkimiyeti altındaki hiçbir bölgede, “Anzak bölgesi” olarak tarif edilen bölge için tanınan ayrıcalıklı haklardan istifade edemeyecekti.
Lozan Antlaşması yabancı mezarlık ve anıtların yer aldığı bölge üzerindeki Türk hâkimiyetine önemli sınırlamalar getirdi. Arıburnu (Anzak) mevkisinin mezarlık ve anıt alanı dışında hiçbir amaçla kullanılmamasına dair hüküm, Türkiye lehine görünmekle beraber Türkiye’nin egemenlik haklarını kısıtlandırdı. Türkiye’nin bu bölgede tarım, hayvancılık, sanayi, turizm, madencilik gibi hayati öneme sahip ekonomik faaliyetlerde bulunması imkânsız hale geldi. Bölgede altın madeni olduğu tespit edilse dahi Türkiye’nin bu madenden yararlanması mümkün değildir. Üstelik bölgede rıhtım, mendirek, iskele vs. yapımının yasaklanmasıyla Türkiye’nin bölge kıyılarından yararlanması da engellendi. Açıkça belirtilmese de Türkiye’nin söz konusu bölgeyi askeri müdafaa ya da taarruz amaçlı kullanması da yasaklandı. Çanakkale Savaşları sırasında bu bölgedeki mücadelenin oynadığı rol göz önüne alındığında bölgenin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Sevr Antlaşması’ndan farklı olarak I. Dünya Savaşı sırasında Romanya topraklarında şehit düşen Türk askerlerinin mezarları için antlaşmaya bir madde eklenmişti. Buna göre Romanya topraklarında 27 Ağustos 1916’dan beri ölen Osmanlı kara ve deniz askerleri ve savaş tutsaklarının mezarları, toplu ceset çukurları ve adlarına dikilen anıtların bakımı ile sivil tutuklulara ilişkin diğer yükümlülükler için Romanya Hükümeti ile Türk Hükümeti arasında özel bir antlaşma[92] yapılacaktı[93].
İngiliz Gelibolu Harp Mezarlıkları Komisyonu (İGHMK)’nun Kurulması ve İnşa Çalışmalarının Tamamlanması
23 Ağustos 1923 tarihinde Türkiye, Lozan Antlaşması’nı onayladı. İstanbul İngiliz Yüksek Komiseri 26 Aralık 1923 tarihinde TBMM temsilcisine, İGHMK’nu kurduklarını bildirerek TBMM’nin de bu komisyona temsilci atamasını talep etti. Esasında İngilizler yeni bir komisyon kurmamış İHMK’nu İGHMK’na dönüştürmüşlerdi. İngilizler İGHMK’na Roland Streater, E.E. Kerr, C.E. Hughes ve F.C.B. Jones adlı memurları tayin ettiler[94]. Türk Hükümeti ise antlaşmanın uluslar arası hukuka göre geçerli olabilmesi için İngiltere’nin de Lozan Antlaşması’nı onaylaması gerektiğini hatırlattı. Lozan Antlaşması henüz İtilaf Devletleri tarafından tasdik edilmediğinden Türkiye, ilgili komisyonlara temsilci atamak istemiyordu. Bu arada "İngilizler işgal döneminde başlattıkları inşa çalışmalarına devam ediyorlardı. İGHMK’nun resmen teşkil edilmemiş olması ve mezarlıklar meselelerini mahallinde tetkik ve halle memur Türk mümessilin bulunmaması İngilizlerin Gelibolu’da yüzlerce amele ile kontrolsüz ve başlı başlarına inşaat faaliyetleri yürütmelerine neden oluyordu. Bu durum sonradan devletçe telafi edilemeyecek bir takım mahzurları tevellüt edebilirdi”. Gelibolu’da bulunan Üçüncü Kolordu Kumandanı Hariciye Nezareti’ne müracaat ederek keyfiyetin münasip bir şekilde İngiliz mümessilliğine bildirilmesini rica etti. Bu arada kumandan inşaatı tetkik etmek üzere Binbaşı Reşad Bey’i sivil olarak bölgeye gönderdi[95].
Yapılan tahkikat neticesinde inşa çalışmalarının iç yüzü açık bir şekilde ortaya çıktı. Gelibolu’da işgal zamanında İngilizler tarafından terk edilmiş olan beş yüz kadar muhtelif şekil ve ebatta baraka, birkaç kamyon, otomobil, motor bot, telefon teli vs. bulunmaktaydı. Bunları Hilal-i Ahmer satın almıştı. Türk Hükümeti, buralarda muhacirleri iskân etmeyi düşünüyordu. Oysa İngiliz mezarlıklarını inşa eden komisyon ve inşaat heyeti bu barakalarda ikamet ederek kalan araç ve malzemelerden yararlanıyordu. İngilizler inşaat çalışmalarını fasılasız bir şekilde sürdürüyorlardı. İnşa çalışmalarını yürüten komisyon Hughes’un başında bulunduğu İHMK idi. Bu komisyon Avusturalyalı ve İngiliz olmak üzere on iki kişiden mürekkepti. Komisyon üyelerinin tamamı ihtiyat zabiti idi. Komisyon inşa çalışmalarını Malvil’in riyasetindeki inşaat kumpanyası aracılığıyla yürütüyordu. Bu kumpanya merkezi Londra’da bulunan İnşaat-ı Umumiye Müteahhitliği Şirketi’ne mensup olup tamamen İngilizlerden müteşekkildi. Kumpanyada mühendis, usta, taşçı ve işçiler istihdam edilmişti. İşçiler 203 Türk, 38 İngiliz, 34 İtalyan, 18 Müslüman İranlı, 79 Rum, 75 Ermeni, 28 Yugoslav, 76 Wrangel tebaasından Rus, 13 Yunanlı, 8 Bulgar ve 5 Fransız olmak üzere toplam 582 kişiden ibaretti. İngilizlerin inşasına devam ettiği mezarlık ve abidelerin toplamı 30 adetti. Gelibolu Valisi işgal zamanında İngiliz mezarlıkları için en güzel mıntıkaların seçildiğini vurgulayarak Lozan Antlaşmasında belirtilen mezarlıkların inşasına devam edildiğini bildirdi. Mezkûr mezarlıklardan 23’ü Arıburnu, dördü Anafartalar, ikisi Seddülbahir’de olup bir de abide inşa ediliyordu. İngilizler inşaat mahalline İngiliz bayrağı asmışlardı. Vali’nin ihtarı üzerine İngiliz bayrağı Türk bayrağı ile birlikte asıldı[96]. 29 Kasım 1925 tarihinde hükümet, Lozan Antlaşması’na göre Fransız, İtalyan ve İngiliz mezarlıklarına her gün değil, yalnız özel günlerde Türk bayrağı ile birlikte asılmasına dair bir karar aldı[97].
Gelibolu yarımadasındaki çalışmaları yürüten Albay Hughes, İHMK’na bir mektup yazarak Lozan Antlaşması’nı incelediğini ve İtilaf Devletlerinin ayrı komisyonlar kurması yerine müttefikler arası karaktere sahip müşterek bir komisyon kurmalarını önerdi. Hughes ile aynı fikirde olan İHMK’nun Londra’daki merkezi, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na müracaat ederek uygun bulunması halinde Fransa ve İtalya ile temasa geçilmesini tavsiye etti[98]. Fakat İngiliz Dışişleri Bakanlığı, TBMM’nin kabul etmeyeceğini bildiğinden işgal dönemine mahsus alışkanlıkların tezahürü olan bu öneriyi reddederek her devletin ayrı bir komisyon kuracağını bildirdi[99]. Bundan sonra Türkiye’deki İngiliz yetkililer Lozan Antlaşması’nın öngördüğü mezarlıklar komisyonunun resmen kurulması için harekete geçtiler. İngiliz Yüksek Komiseri Henderson, Lozan Antlaşması’nda bir kısıtlama olmamasına rağmen Hughes dâhil komisyona askeri rütbeyle görevli atanmaması gerektiğini ifade etti. Henderson askeri rütbeyle atama yapılması halinde Türklerin kurulacak komisyona kuşku ile bakacaklarını ve bu komisyonların rahat çalışamayacaklarını düşünmekteydi[100]. Sonunda yaşanabilecek muhtelif meselelerin çözülebilmesi amacıyla İHMK Başkan Vekili Fabian Ware’in Türkiye’ye gönderilmesine karar verildi[101].
Çanakkale’de bulunan Türk yetkililer İngilizlerin Arıburnu haricinde mezarlık inşa edemeyeceklerini bildirdiler. Ancak İngiliz mümessilliği Lozan Antlaşmasının 129. maddesinde Arıburnu mıntıkasından bahsedilmesinin bu mıntıka haricinde mezarlık inşa edilemeyeceği anlamına gelmediğini ve inşa çalışmalarına engel olunması halinde ciddi sorunlar yaşanacağını bildirdi. Hariciye Nezareti Lozan Konferansı zabıtlarına atıfta bulunarak Türk temsilcilerinin İngiliz mezarlarının bir yerde toplanması için teklifinde bulunduklarını fakat buna dehşetle mukabele edilmesi üzerine ısrar edemediklerini ve sadece komisyona dâhil edilecek Türk temsilci delaletiyle müdahale ya da itirazda bulunulabileceğini aksi takdirde itiraz edilemeyeceğini ve Lozan’a göre İngilizlerin haklı olduğunu bildirdi[102].
İngilizlerin kurduğu İGHMK’na Türkiye’nin temsilci atamaması İngilizlerin istedikleri gibi hareket etmelerine yol açıyordu. İngiltere’nin Lozan Antlaşması’nı onaylamadan evvel Türk temsilcinin göreve başlamaması yönündeki karar, hukuken doğru olsa da fiilen ileride telafisi imkânsız sorunlara yol açabilirdi. Bunun bilincinde olan Türk Erkan-ı Harbiye Riyaseti, İGHMK’na Türk temsilci olarak İstanbul Liman Dairesinden Bahriye Kıdemli Yüzbaşı Sinoplu İsmail Hakkı Efendi’nin tayin edildiği bildirdi[103]. 26 Şubat 1924 tarihinde İsmail Hakkı Efendi’nin Türk temsilcisi olduğu İngiliz Yüksek Komiseri’ne bildirildi[104]. İsmail Hakkı Efendi 9 Mart 1924 tarihinde Gelibolu Yarımadası’na giderek komisyona dâhil oldu[105].
İsmail Hakkı Bey’in İGHMK’na atanması üzerine İngiliz Temsilcisi Lidsay, Adnan Bey’e müracaat ederek Türkiye’nin sadece Lozan Antlaşması doğrultusunda İGHMK’na temsilci atayabileceğini, Türkiye’deki diğer mezarlıklarla ilgili meseleleri çözecek komisyonlara temsilci atama hakkının olmadığını bildirdi. İngilizler, Türkiye’nin her tarafında ve ez cümle Anadolu’da bulunan mezarlıklar umûruyla da meşgul olacak bir harp mezarlıkları komisyonu teşkil etmeyi plânlıyorlardı[106]. İngilizler, İsmail Hakkı Bey’in salahiyetinin sadece Gelibolu için geçerli olduğunu ve bu cihetle adı geçenin haiz olduğu salahiyetin buna göre düzenlenmesini istediler[107]. Bu arada İGHMK’na bağlı inşaat şirketi kış şartlarını gerekçe göstererek işçileri dağıtmaya başladı. Bundan endişe eden Harbiye-i Umumiye Riyaseti, komisyonun inşa işini uzatmak ve bölgede uzun süre kalmak istediğini düşünüyordu. Komisyon üyelerinin I. Dünya Savaşı’nda görev yapan ihtiyat zabitlerinden teşekkül etmiş olması ayrıca mahzurlu idi. Bu nedenle Erkan-ı Harbiye, inşaatın daha ne kadar devam edeceği hakkında İngiliz mümessilliğinden izahat istenmesini talep etti[108].
Gerçekten de İngilizler yarımadada lüzumundan ziyade teşkilat vücuda getirmişlerdi. İngilizlerin Eceabat kazası dâhilinde elektrik ve telefon hatları dahi döşedikleri tespit edildi. Türk Hükûmeti’nin izni olmadıkça memleket dâhilinde böyle umumi inşaatın istimali uygun değildi. Hariciye Nezareti, İstanbul Murahhaslığı’ndan bu hususta İngiliz mümessilinin nazarı dikkatini çekmesini talep etti[109].
Lozan Antlaşması’nın onaylanmasının ardından İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilciler TBMM’ne müracaat ederek kuracakları mezarlıklar komisyonlarının hukuken tanınması için temsilci atanmasını talep ettiler[110]. Türk Hükümeti, İsmail Hakkı Bey’in yerine emekli erkânı harbiye miralaylarından Şükrü Bey’i İngiliz komisyonuna, Salih Bey’i İtalyan komisyonuna, Alaaddin Bey’i Fransa komisyonuna tayin ettiğini resmen bildirdi[111]. İtalyan Komisyonu, Çanakkale’de değil İtalyan mezarlarının yoğun olduğu İzmir ve çevresinde faaliyette bulunacaktı. İtalya’nın İstanbul’daki mümessili, Lozan’ın 131. maddesine göre kurdukları komisyona, Teğmen S. Vitelli ve Yüzbaşı D. Pasifici’nin atandığını bildirdi. İtalyanlar, İngilizlerden farklı olarak kurdukları komisyonun işe başlayabilmesi için Tük Hükümeti tarafından atanacak murahhasın isminin bildirilmesini talep ettiler[112].
İtalya 28 Kasım 1924 tarihinde mezarlıklar komisyonuna D. Pasifici’nin[113], İngiltere 30 Kasım 1924 tarihinde C.E. Hughes ve Vickery’nin[114], Fransa 4 Aralık 1924 tarihinde Kumandan Bourdeau ve Mimar Armao’nun tayin edildiğini bildirdi[115]. Ancak İtilaf Devletleri, komisyon üyelerini yine askerler arasından atamışlardı. Bu nedenle Türk Hükümeti komisyonların askeri mahiyete haiz olmaması konusunda oldukça hassastı. Türk Hükümeti mezarlık ve abide için terk edilecek arazinin hiçbir askeri ehemmiyetinin olmamasına dikkat edilmesini istedi. Mesele çözülene kadar İtilaf komisyonlarındaki üyeler, ihtiyat zabiti veya emekli asker olsalar dahi bunların üniformalarıyla vazife yapmalarına müsaade edilmeyecekti[116]. Bu vesile ile Türk Hükümeti’nin hassasiyeti bir kez daha İtilaf temsilcilerine bildirildi[117]. İtalyan mümessili Montana, sivil memur bulunmadığından asker tayinine mecbur kaldıklarını ifade ederken İngiliz temsilcisi Lindsay, altı aydan fazla bir zamandan beri ifayı vazife ettiği halde Hughes’la ilgili bir itirazda bulunulmadığını hatırlattı[118]. Türk Hükümeti’nin itirazını sürdürmesi üzerine İngiliz mümessilliği, Hughes’un zamanında asker olduğunu ancak hali hazırda askerlikten ayrılarak sivil olduğun bildirdi[119]. Fakat bu doğru bir bilgi değildi. Elde edilen istihbarat, Hughesun, 100 Numaralı Worcestershire and Oxfordshire alayına mensup bir ihtiyat zabiti olduğunu gösteriyordu[120]. Komisyonların askerî ve sivil olup olmadıklarına ilişkin tartışmalar süre dursun İstanbul’dan gönderilen bir Türk heyeti Gelibolu’daki inşaatı teftiş ettiğinde çalışmalara devam edildiğini gördü. Bu heyet inşa çalışmalarının 1925 yılı Haziran ayında bitireceği bildirdi[121]. Bu arada İngilizler inşa çalışmalarının büyük bir kısmını tamamlayarak tesis ettikleri mezarlık ve abidelerin düzenlenecek bir törenle resmen açılmasını talep ettiler. Türk Hükümeti de mezarlıklarının resmi açılışı münasebetiyle icra edilecek merasime bir defaya mahsus olmak ve emsal teşkil etmemek üzere izin verme kararı aldı[122]. 5 Mart 1925 tarihinde merasime izin verildiği İngiliz temsilcisine bildirildi[123]. Bundan sonra Hughes İngiliz Harp Mezarlıkları Komisyonu Müfettişi olarak tayin edildi. İngiliz Harp Mezarlıkları Komisyonu Gelibolu’daki çalışmalarını tamamladıktan sonra Hughes dâhil komisyon üyeleri incelemelerde bulunmak ya da Türk temsilcisi Şükrü Bey ile temasta bulunabilmek amacıyla Türk Hükümeti’nden izin almak zorunda kalacaklardı[124].
İngilizler, işgal döneminde olduğu gibi Gelibolu mezarlıkları için İngiltere ve İtalya’dan getirilecek mezar taşlarının gümrük resminden istisnasını talep ettiler. Ancak bunun mümkün olmadığı münasip bir lisanla kendisine bildirildi[125]. Neticede İngilizler 1926 yılı başlarına kadar 9,000 mezar bloğu içeren mezarlıkları tamamladılar[126]. Ancak bu kez de inşa meselesinin yerini ziyaret meselesi aldı.
Cumhuriyet Dönemi Başlarında Harp Mezarlıklarının Ziyaret Edilmesi ve “Anzak Günü”
Gelibolu’da henüz inşa çalışmaları sürerken askeri ve sivil ziyaretçiler mezarlıkların bulunduğu mıntıkayı ziyaret etme talebinde bulunmuşlardı. Bölgeyi işgal altında tutan İngilizler bu ziyaretçilere izin vermişlerdi. Bu anlamda ilk büyük ziyaretçi kafilesi 24 Nisan 1920 tarihini “Anzak Günü” kabul ederek bir anma töreni düzenlemişti[127]. Bundan sonra ziyaretçi kafileleri mıntıkayı ziyaret etmeyi sürdürdüler. Lozan Antlaşması’ndan sonra bölgeyi ziyaret etmek isteyenlerin Türkiye’den izin alması gerekiyordu.
17 Ocak 1924 tarihinde İngiliz temsilcisi Henderson, Avustralya Başbakanı Stanley Bruce ve İHMK Başkan Vekili Fabian Ware’in Gelibolu’da bulunan İngiliz mezarlıklarını ziyaret etmek istediğini bildirerek bu ziyarete müsaade edilmesini talep etti[128]. Türk sınırından içeri girişinden itibaren Edirne Valisi’nin gönderdiği temsilci tarafından karşılanan heyet Türk yetkililerin göstermiş olduğu ilgiden oldukça memnun kaldı. 6 Şubat 1924 tarihinde Stanley Bruce, yanında İHMK Başkan Vekili Fabian Ware olduğu halde İstanbul’a vardı. İstanbul’da TBMM adına Dr. Adnan Bey heyete yakın ilgi gösterdi. 8 Şubat 1924 tarihinde İngiltere’nin İstanbul’daki temsilcisi Henderson ve İHMK Başkanı Albay Hughes heyetle beraber Gelibolu’ya gittiler. Yaklaşık üç gün boyunca Gelibolu’daki mezarlıkları ziyaret eden Avusturalya Başbakanı uzak noktalarda tek başına kalan mezarları dahi inceledi. Gelibolu Valisi heyetle görüşmesinde İHMK çalışmalarına her türlü yardımı yapması için Ankara’dan talimat aldığını bildirdi. Henderson, Mustafa Kemal Paşa’nın da Gelibolu yarımadasını teftiş etmesini temenni etmekteydi. Fakat bu temenni gerçekleşmedi. 10 Şubat 1924 tarihinde Bruce Çanakkale’den ayrıldı. Henderson, Albay Hughes’un Gelibolu’daki Türk yetkililerle çok sıcak ilişkiler kurduğunu ve mezarlıklarla ilgili çalışmaların kesintisiz bir şekilde devam ettiğini hükümetine bildirdi. Anlaşılan Henderson mezarlıklarla ilgili düzenlemelerden oldukça memnundu. Henderson komisyonun, I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin oynadığı önemli rolü simgeleyen mükemmel bir anıt tesis ettiğini düşünüyordu[129].
Avustralya Başbakanı dâhil kanunî bir şekilde ziyaret gerçekleştirenler memnuniyetlerini bildirdikleri halde zaman zaman İngiliz temsilciler, ziyaretler esnasında Türk yetkililerin bazı engeller çıkardıklarına dair şikâyetlerde bulunuyorlardı[130]. Şikâyetlere neden olan vakalar incelendiğinde Türk yetkililerin son derece haklı olduğu görülmektedir. Çünkü ziyaretçiler ya izin almaksızın ziyaretlerini gerçekleştirmek istiyor, ya da izin verilen mıntıkanın dışına çıkmak istiyorlardı. Türk yetkililer de haklı olarak bunlara izin vermiyorlardı[131]. 1926 yılı içerisinde 270 kişiden mürekkep bir İngiliz kafilesi mezarlıkları ziyaret etmek amacıyla Gelibolu’ya gelmek istediğini bildirdi. Mahalli idareciler bu kafilenin Seddülbahir’deki İngiliz mezarlığını ziyareti için gerekli kolaylıkları sağladı. Kafile, Seddülbahir’de dini bir tören düzenledikten sonra Anafartalardaki mezarları da ziyaret etmek istediğini bildirdi. Fakat yetkililer Lozan Antlaşması’na aykırı olduğunu bildirerek bu talebi reddettiler. “Hiç yok yere mesele çıkaran” kafile, tepki göstermek amacıyla üç gün kalacağını bildirdiği halde bir gün kalarak Çanakkale’yi terk etti. Kafile temsilcileri 6 Eylül 1926 tarihinde İngiliz Elçiliği’ne bir protesto çekti. İngilizler Elçiliği de 14 Eylül 1926 tarihinde İstanbul Murahhası Nusret Bey aracılığıyla Hariciye Nezareti’ne bir nota verdi[132]. İstanbul murahhaslığı 21 Eylül 1926 tarihinde bu notaya cevap vererek ziyaretçi guruba zorluk çıkarılmadığını, yapılanların Lozan Antlaşması’na uygun olduğunu bildirdi[133].
Lozan Antlaşması ve uluslar arası teamüllere uygun hareket ederek ziyarette bulunmak isteyenlere hiçbir engel çıkarılmıyor, gerekli kolaylıklar sağlanıyordu. Kendilerine son derece iyi muamele edilen ziyaretçiler minnet ve şükranlarını iletiyorlardı. Misal olarak 1925 yılı ortalarında İngiliz mezarlıklarını ziyaret eden İngiliz Bahr-i Sefid Filosu kendilerine gösterilen hüsnü kabul ve nezaketten dolayı hükümete teşekkürlerini iletmişti[134]. İngiliz Parlamentosu azasından Gizes’in özel yatıyla Arıburnu mezarlıklarını ziyaretine de izin verildi[135]. İng. Donanma Komutanı Amiral Piti ile Deniz Kuvvetleri Yüzbaşısı Borbdel ve ailelerinin yatlarıyla beraber Arıburnu ve Conkbayırı mezarlıklarını ziyaret etmeleri için her türlü kolaylık gösterilmişti[136]. Lone Pine Mezarlığı’nın inşaatının sona ermesi münasebetiyle açılış töreni düzenlenmesine ve “Ormond” vapurunun mezkûr vilayetlere turist getirmesine de müsaade edilmişti[137].
Yine 29 Nisan 1936 tarihinde Gelibolu’daki İngiliz mezarlıklarını ziyaret eden “Avustralya” ve “Sydney” adlı kruvazörlerinin zabitan ve efradına mahalli makamat ve teşekküller tarafından gösterilen hüsnü kabul ve yapılan dostluk tezahüratından dolayı Akdeniz Filo Kumandanı, İngiliz Büyükelçiliği aracılığıyla minnet hislerini iletmişti[138].
Örneklerden de anlaşılacağı üzere Türk Hükümeti ve temsilcileri hiçbir müşkülat çıkarmadan yabancı kafilelerin ziyaretine müsaade ediyordu. Buna rağmen İngiliz temsilciler, kulaktan dolma bilgilerle ziyaretçilere engel olunduğunu iddia ettiler[139]. Bu şikâyetler işgal döneminde Türk topraklarına hiçbir denetim olmadan giren İngilizlere uygulanan resmi prosedürden kaynaklanıyordu. İngilizler sömürgelerini ziyaret ediyormuş gibi Türk topraklarını ziyaret etmek istiyorlardı. Ancak dış politikasını eşitlik ve uluslar arası hukuka saygı ilkeleri üzerine inşa etmeye çalışan Türkiye’nin buna izin vermesi söz konusu değildi.
Gelibolu Fransız Harp Mezarlıkları Komisyonu (GFHMK)
Fransızlar I. Dünya Savaşı sırasında Seddülbahir’de bir mezarlık inşa etmişlerdi. Yalnız mezarlık plânsız yapıldığından kale içerisindeki Türk mezarlarının kapısının önünde Fransız zabitanına ait kabirlerdeki haçlar görünüyor ve bunlar rahatsızlık yaratıyordu[140]. Lozan Antlaşmasından sonra Fransızlar bu mezarlığı yeniden düzenlemek için gerekli komisyonu kurdular. Fransa, 4 Aralık 1924 tarihinde mezarlık komisyonuna Kumandan Bourdeau ve mimar Armao’nun tayin edildiğini bildirdi[141]. Türkiye de Fransız Mezarlık Komisyonuna Mehmet Alaaddin Bey’i tayin etti[142]. Fransızlardan mezarlıkların mevkileri ile ilgili bir liste alan Alaaddin Bey komisyonla birlikte çalışmalara başladı. Bundan sonra komisyon yapılacak çalışmalarla ilgili bir plân hazırladı[143].
Fransız Mezarlık Komisyonu tarafından hazırlanan plânı Türk Hükümeti 29 Aralık 1926 tarihinde tasdik etti[144]. Fransızlar plân doğrultusunda başlattıkları düzenleme çalışmalarını 1930 yılında tamamladılar. “French War Cemetery” adlı Fransız mezarlığına dikilen abidenin açılış merasimine iştirak etmek üzere General Gouraud Ankara’ya gelmek istediğini bildirdi. Ziyaret organizasyonunu yürüten Fransız Muharipleri Cemiyeti merasime “fedakâr Türk ordusunun” da katılmasını rica etti. Kendilerine ziyaretin hüsnü kabul edileceği, fakat emsal teşkil etmemek üzere ordunun katılmasının uygun olmadığı bildirildi[145].
Fransız Büyükelçisi ile görüşen Hariciye Vekili açılış merasiminde yapılacak konuşmalarda iki memleket münasebatının takviyesine medar olacak sözler duymak istediğini bildirdi. İstanbul’a gelen Ardeş mebusu eski nazır Damperier, General Gouraud ile birlikte İstanbul’a gitti. Fransızlar, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret etme taleplerini ilettikleri halde bu ziyaret gerçekleşmedi. Fransız kafilesi, Mustafa Kemal Paşa’ya saygılarının iletilmesini talep ettikten sonra gördüğü “pek dostane hüsnü kabulden çok mütehassıs” olduğunu bildirdi[146].
Sonuç
I. Dünya Savaşı öncesinde yaşanan gelişmeler Boğazlar Bölgesinin değerini bir kat daha arttırdı. Yenidünya düzeni içerisinde tercihini Almanya’dan yana kullanan ya da kullanmak zorunda kalan Osmanlı Devleti, Çanakkale Boğazı’na yöneltilebilecek saldırılara karşı harekât plânları hazırladı. Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında yer alarak Boğazları kapatması üzerine harekete geçen İtilaf Bloku Çanakkale Boğazı’na yönelik bir harekât düzenledi. İtilaf Bloku Türk müdafaası karşısında hezimete uğrayarak geri çekildi. Osmanlı Devleti galip gelse de bu harekât her iki tarafta maddi ve manevi önemli kayıplara yol açtı. İki taraftan yarım milyona yakın insan hayatını kaybetti.
Çanakkale Savaşlarında can kayıplarının fazla olması defin konusunda ciddi sıkıntılara neden oldu. Savaş meydanlarında hayatlarını kaybedenlerden çok azı tek kişilik mezarlara defnedilebildi. Zaman, mekân ve sıhhi kaygılar nedeniyle kimlik tespiti dahi yapılmadan toplu ceset çukurlarına defnedilenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Cesetlerin bir kısmı da defnedilmeden arazi üzerinde kaldı.
Çanakkale Savaşlarının ertesinde Türklerin yabancılara ait mezarları kasten tahrip ettiklerine dair söylentiler dolaşmaya başladı. Söylentilerin artması üzerine Osmanlı Hükümeti Gelibolu’da bulunan yetkililere talimat vererek yabancı mezarlıklara zarar verilmemesi için gerekli tedbirleri aldı. Buna rağmen İngiltere Papa’ya müracaat ederek mezarlar hakkında teşebbüste bulunmasını talep etti. Papalık temsilcisi tarafından yapılan tespitlerde fiziksel ve çevresel etkenlerden kaynaklanan sorunlarla birlikte maddi kazanç sağlamak isteyen bazı şahısların mezarlara zarar verdikleri ancak Osmanlı Hükümeti’nin gerekli tedbirleri almaya çalıştığı ortaya çıktı.
Osmanlı Hükümeti üzerine düşeni yapmaya çalışsa da Mondros Mütarekesi’nin ardından Çanakkale’yi işgal eden İngilizler harekete geçerek yabancı mezar ve mezarlıklarının bulunduğu bölgeyi münhasır bir bölge haline getirmeye çalıştılar. İngilizler tarafından bölgeye gönderilen MTB yabancılara ait mezarlık ve kalıntıların yerleri ile cesetlerin kimliklerini tescil etmeye çalıştı. MTB mezarlara kasıtlı olarak zarar verildiğini ve saygısızlık yapıldığını iddia ederek bölgenin Osmanlı Hükümeti’nin kontrolünden çıkarılması için meşru bir zemin bulmaya çalıştı. Osmanlı Hükümetleri buna izin vermek istemeseler de İngilizler bölgeyi fiilen işgal altında tuttuklarından serbestçe hareket ettiler.
MTB’den sonra bölgeye gönderilen İHMK tescil işlemlerini tamamlayarak inşa çalışmalarına başladı. İHMK mezarların büyük bir kısmının bölgenin fiziki yapısı ve çevresel sorunlar nedeniyle bozulduğunu, bazılarının ise Türk ve yabancı ayrımı yapılmaksızın taş, teneke, tahta vs. toplayan şahıslar tarafından yağmalandığını tespit etti. İHMK ise hükûmetin gerekli tedbirleri alamadığını ileri sürdü. İşte bu gerekçe bölgedeki Osmanlı hâkimiyetine son verilmek için kullanıldı. Osmanlı Hükûmeti’nin gerekli tedbirleri almadığını ileri süren İHMK hiçbir meşru dayanağı olmadan mezar, mezarlık, anıt ve bunlara giden yoların inşasına başladı. Bu uğurda bölgede bulunan Türk mezarlarının yerleri değiştirildi. Hatta Osmanlı Devleti tarafından yaptırılan zafer anıtı imha edildi.
Osmanlı hükûmetleri hasar gören mezarların tamiratı için teşebbüste bulundularsa da işleri tamamen kendi denetimine alan İHMK buna izin vermedi. Sevr Antlaşması mezarlıkların bulunduğu bölgeyi ebediyen Türk hâkimiyetinden çıkarmayı amaçlıyordu. İngilizler işgalleri altındaki Gelibolu’da Sevr Antlaşması’nın mezarlıklarla ilgili maddelerinin büyük bir kısmını tatbikata geçirdiler.
Millî Mücadele’nin başarıyla sonuçlanması meseleye yeni bir boyut kazandırdı. Bundan sonra İtilaf Bloku, Lozan Konferansı’nda taleplerini TBMM’ne kabul ettirmek için çaba sarf etti. Mezarlıklar meselesinde İtilaf Devletleri ortak bir cephe oluşturarak Sevr Antlaşması’ndaki hükümleri TBMM’ne kabul ettirmeye çalıştılar. Eşitlik ve karşılıklılık prensipleri çerçevesinde bir antlaşma imzalamayı hedefleyen TBMM temsilcileri, İtilaf Blokunun niyetini anlayarak mezarlık ve anıtlar için tahsis edilecek bölge üzerinde Türk hâkimiyetini sürdürmeye çalıştılarsa da stratejik bir hata yaparak Gelibolu yarımadasında bulunan mezarlıkların daha önceden bu amaçla ayrılmış olduğunu bunların oldukları yerlerde bırakılmasını kendiliğinden kabul edeceklerini açıklayarak karşı tarafın eline güçlü bir koz verdiler. Oysa bölge Osmanlı Hükûmeti’nin izni ya da onayıyla bu amaçla tahsis edilmiş değildi. İtilaf Bloku gayrimeşru olarak bölgede inşa çalışmaları yürütüyordu. Bu hata, Türkiye’nin, İtilaf mezarlık ve anıtlarının yer alacağı bölge için belirlenen amaçlar dışındaki tüm faaliyetlerine sınırlama getirilmesine neden oldu. Bütün bunlardan belki de daha mühimi Türkiye’nin Çanakkale Savaşlarında önemli bir rol oynayan bu bölgeyi askeri müdafaa ya da taarruz amaçlı kullanmasının engellenmesi idi.
Lozan Antlaşmasının tanıdığı haklarla İngilizler 1926, Fransızlar 1930 yılına kadar Gelibolu’da bulunan mezarlık ve anıtların büyük bir kısmını tamamlayarak ziyarete açtılar. Ziyaretçiler Türk Hükümeti’nin Lozan Antlaşması doğrultusunda aldığı kararlara uygun bir şekilde Gelibolu’da bulunan mezarlıkları ziyaret etme hakkına sahiplerdi. Dolayısıyla Türk Hükümeti Lozan Antlaşmasına aykırı hareket edenlere engel olurken, mezkûr antlaşmaya uygun bir şekilde ziyaretlerini gerçekleştirmek isteyenler için her türlü kolaylığı sağladı.
KAYNAKÇA
Arşiv Vesikaları
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
Hariciye Nezareti İstanbul Murahhaslığı (HR. İM)
HR. İM, 27/10.
HR.İM, 55/4.
HR.İM, 55/6.
HR.İM, 55/7.
HR.İM, 55/8.
HR. İM, 55/9.
HR. İM, 55/11.
HR.İM,252/21.
HR. İM, 238/30.
HR. İM, 238/45.
HR. İM, 238/63.
HR.İM,253/8.
Hariciye Nezareti Siyasî (HR. SYS)
HR. SYS, 2426/29.
Cumhuriyet Arşivi (CA)
CA, Fon No: 30 18 1,Yer Numarası Kutu No: 16, Dosya Gömleği No: 74, No: 3, Dosya Numarası: 231-2.
CA, Fon No: 30 10 0 0, Yer Numarası Kutu No: 193, Dosya Gömleği No: 321, No: 2, Dosya Numarası: 231.
CA, Fon No: 30 10 0 0, Yer Numarası kutu No: 64, Dosya Gömleği No: 427, No: 16, Dosya Numarası: 69.
CA, Fon No: 30 10 0 0, Yer Numarası Kutu No: 200, Dosya Gömleği No: 366, No: 1, Dosya Numarası: 239.
CA, Fon No: 30 10 0 0 Yer Numarası Kutu No: 200, Dosya Gömleği No: 366, No: 5, Dosya Numarası: 239.
CA, Fon No: 30 10 0 0, Yer Numarası Kutu No: 234, Dosya Gömleği No: 580, No: 15, Dosya Numarası: 422.
CA, Fon No: 30 10 0 0, Yer Numarası Kutu No: 64, Dosya Gömleği No: 427, No: 1, Dosya Numarası: 69.
CA, Fon No: 30 18 1 1, Yer Numarası Kutu No: 22, Dosya Gömleği No: 81, No: 4, Dosya Numarası: 231-13.
CA, Fon No: 30 10 0 0, Yer Numarası Kutu No: 244, Dosya Gömleği No: 649, No: 10, Dosya Numarası: 428. Ek 1-2.
CA, Fon No: 30 10 0 0, Yer Numarası Kutu No: 244, Dosya Gömleği No: 649, No: 10, Dosya Numarası: 428. Ek 3.
Public Record Office
War Office (WO)
106/1578, 4.a.
Public Record Office, Foreign Office (FO)
FO, 424/255, No. 33.
FO, 424/255, No. 185.
FO, 424/255, No. 186.
FO, 424/255, No. 272.
FO, 424/256, No. 117.
FO, 371/3421, 213051.
FO, 371/5198, E 1251.
FO, 371/5198, E 1332.
FO, 371/7952, E 10956.
FO, 371/7954, E 14433.
FO, 371/7954, E 14435.
FO, 371/9170, E 8820
FO, 371/9170, E 8189.
FO, 371/9170, E 8820.
FO, 371/9170, E 10220.
Gazeteler
Sabah, 1 Temmuz 2010.
Yayınlanmış Belgeler
Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım I, C.1, Kitap 2, Çeviren, Seha L. Meray, A.Ü, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1970.
Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri, c.I, Proje Yöneticisi; Yusuf Sarınay, Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, 2005.
Araştırma Eserler
ALTINTAŞ, Ahmet, Millî Mücadele Döneminde Çanakkale 19191923, Ankara, Asil Yayın Dağıtım, 2007.
BEAN, Charles Edwin Woodrow, Gallipoli Mission, Australian War Memorial Online Offical History, 1948.
BELEN, Fahri, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi 1915 Yılı Hareketleri, İkinci Baskı, Genelkurmay Basımevi, Ankara,1964.
BELİK, Mahmut, Türk Boğazlarının Hukuki Statüsü, Sermet Matbaası, İstanbul, 1962.
Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, c.V, Çanakkale Cephesi Harekâtı I’nci Kitap (Haziran 1914-25 Nisan 1915), Ankara, Genel Kurmay Basımevi, 1993.
Çanakkale Deniz Savaşları 1915, Yayına Hazırlayan; Çanakkale Boğaz Komutanlığı (Güncellenmiş 2’nci Basım), İstanbul, Deniz Basımevi, 2004.
ERİCKSON, Edward J., Gallipoli, The Ottoman Campaign, South Yorkshire, Pen &Sword Books Limited, 2010.
PEHLİVANOĞLU, A. Öner, Sevr, Lozan Antlaşmaları ve Avrupa Birliği, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2005.
SOYSAL, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945), c. I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983.
TUKİN, Cemal, Boğazlar Meselesi, Pan Yayıncılık, İstanbul, 1999
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi (1912-1913), c.II, 2’nci Kısım, 1‘nci Kitap, Şark Ordusu, İkinci Çatalca Muharebesi ve Şarköy Çıkarması, Ankara, Genel Kurmay Basımevi, 1993.
Hatırat
NUR, Rıza, Hayat ve Hatıratım, c. 3, İstanbul, Altındağ Yayınevi, 1968.
Makaleler
MERT, Hasan, “Çanakkale Savaşlarının Sonuçları”, Çanakkale Tarihi, c.V, s. 2974-2975.
İŞÇEN, Yetkin, “Gelibolu, Papa ve Mezarlar...”, http://www.gallipoli-1915. org/papa.htm
ARSLAN, Ali; “Sevr Antlaşması’na Göre Boğazların Statüsü”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Denizcilik Semineri, (17-18 Mayıs 2004), İstanbul 2006, s.165172.
Tezler
SMİTH, Matthew Stuart, The Relationship Between Australians and the Overseas Graves of the First World War, Quensland University of Technology, Master of Arts (Research), 2010.
Dijital Kaynaklar
http://www.awm.gov.au/exhibitions/gmaps/cemeteries/
http://www.gallipoli-1915.org/papa.htm