I. Giriş
Bu makalenin amacı, Türk basın tarihinin en ünlü simalarından biri olan ve Kurtuluş Savaşı'nın sürdüğü sırada Ankara Hükümeti ile ters düşen, Cumhuriyetin ilanı usulüne ve Hilafetin kaldırılmasına karşı gazetesi Tanin’de takındığı tutum dolayısıyla Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'nın ve Hükümetin tepkisini çeken ve Nutuk'ta ağır bir dille suçlanan Hüseyin Cahit’in (Yalçın) Fikir Hareketleri dergisinde (1933-1940) Türk Devrimini nasıl yorumladığını ve siyasal iktidarla ne tür ilişkisinin olduğunu, 1933-1940 devresinde yayımlanan haftalık Fikir Hareketleri dergisinden izlemektir.
II. Hüseyin Cahit (Yalçın)
Gazeteci, siyasetçi ve edebiyatçı kimlikleri ile tanınan Hüseyin Cahid Yalçın (1875-1957), ününü, diğer iki özelliğinden çok, yaşamının neredeyse kırkbeş yılında aktif biçimde sürdürdüğü gazeteciliğe ve güçlü yazı uslubuna borçludur. Onun yaşamı, edebiyatçı, siyasetçi ve gazeteci kimliği üzerine birçok kitap ve makale yayımlanmıştır.[1]
İlk siyasi nitelikli yazısını, II. Meşrutiyet'in ilanından duyduğu memnuniyeti dile getirmek için 25 Temmuz 1908'de kaleme almış, İttihat ve Terakki'nin (İT) isteği doğrultusunda Tanin’i kurmuş ve bu gazetenin başyazarlığını üstlenmiştir. Tanin, zamanla kamuoyunun gözünde İT ile özdeşleşmiş ve onun yayın organı olarak görülmüştür.
1909 yılında milletvekili seçildikten sonra da ateşli ve mantıklı yazılarıyla Fırka'yı savunan Başyazar, 1911'de Maliye Nazırı Mahmet Cavid'in teklifi ve teşvikiyle Düyun-ı Umumiye Osmanlı Dayinler Vekilliğine seçilmiş, milletvekilliği aylığına ek olarak yüksek bir ücret almakta olduğu bu görevini, aralıksız Mayıs 1922'ye kadar sürdürmüştür.[2]
Şubat 1919’da işgal kuvvetlerince tutuklanmış ve bir süre sonra Malta’ya sürülmüş, 16 Mart 1921 günü tutsakların salıverilmesi konusunda Türk ve İngiliz Hükümetleri arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde serbest bırakılmıştır. İşgal altındaki İstanbul’a 15 Temmuz 1922’de, yani Malta’dan ayrıldıktan onbeş ay sonra dönen Hüseyin Cahit, ilk önce Tanin adıyla, buna izin verilmeyince Renin adıyla gazete çıkarmış, milli mücadeleyi destekleyici yazılar kaleme almış, bir süre sonra gazetesinin adını Tanin’e dönüştürmüştür. Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı ve Hilafetin kaldırılması olayları için yaptığı değerlendirmeler nedeniyle Ankara Hükümeti tarafından muhalif gazeteci ilan edilmiştir.[3] Tanin Başyazarı ve sahibi Hüseyin Cahit Nisan 1925’te tutuklanmış, yargılanmış ve sürgün cezasına mahkum edilmiştir. Çorum’da sürgün cezasını çekmekte iken İzmir’de 1926 yılı ortalarında Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik bir suikast girişimi ortaya çıkarılmıştır. İzmir’de 26 Haziran’da başlayan yargılamalar 11 Temmuz’da sonuçlanmıştır. İstiklal Mahkemesi 17 Temmuz’da Ankara’da çalışmalarına başlamış, Mahkemenin talebi üzerine Hüseyin Cahit, 25 Temmuz 1926 günü, sürgünde bulunduğu Çorum’da sorgulanmış ve 1 Ağustos’ta Ankara’ya getirilmiştir. Karar duruşması 26 Aralık 1926’da yapılmış, Mahkeme Cavit Bey, Dr. Nazım, Hilmi ve Nail Beylerin idamına hükmetmiş, Hüseyin Cahit beraat etmiş ve idamlar o gece infaz edilmiştir. Hüseyin Cahit, kısa bir süre sonra sürgün cezasının kaldırıldığına ve serbest bırakıldığına dair telgrafı Çorum’da almıştır.
Hüseyin Cahit, kendisinin cumhuriyet rejimine özlem duyduğunu, Ulusal Mücadelenin gidişatının cumhuriyete varacağını açıklayan belki de ilk yazar olduğunu belirtmektedir. Nutuk’taki değerlendirmelerden anlaşılmaktadır ki, Mustafa Kemal, onun cumhuriyetçiliğinden hep kuşkulanmıştır. Cumhuriyetin ilanı usulüne yönelik eleştiriler, hilafetin korunmasındaki ısrarı ve Ankara Hükümetinin muhaliflerine zaman zaman destek vermesi, Mustafa Kemal'in ona karşı kuşkularını iyice artırmıştır. Tanin’e ve Tanin Başyazarı'na neredeyse on sayfalık yer ayrılan Nutuk’ta, bu gazeteden ve gazeteciden hiç de sitayişle söz edilmemiştir.
11 Kasım 1923 günlü Tanin'in ‘Şimdi de Halifelik Sorunu' başlıklı başyazısı okununca, cumhuriyetin kuruluşuna engel olmayanların, ne pahasına olursa olsun, halifeliğin kaldırılmasını önleyebilmek için çaba göstermeğe ve çalışmaya başladıkları anlaşılır. Tanin'in bu yazısında, padişah oğullarının mektupları yayımlanarak, padişah soyundan olan kişiler halka sevdirilmeye çalışılıyor. Ayrıca, padişah soyundan olanların haklarına karşı çirkin saldırılar yapıldığı ve bunu yapanın, partimizin en seçkin takımından olduğu belirtildikten ve Cumhuriyet Hükümetini ulus gözünde kötü göstermek için ne söylemek gerekli ise onlar da yazıldıktan sonra, Halifenin çekileceği söylentisine değinilerek : ‘Arkadan arkaya verilmiş bir karar karşısındayız' deniliyor. Sonra da: ‘Millet meclisinin bu denli özgürlükten yoksun kaldığını, dışarıda verilen kararları yasalaştırmak durumuna düşürüldüğünü görmek gerçekten acı oluyor.' sözleriyle Meclis, bize karşı kışkırtılıyor; Cumhuriyetin ilanını kabul eden meclisin hiç olazsa Halifeliğin kaldırılmasını, oldubitti biçiminde kabul etmemesinin sağlanmasına çalışılıyordu.”[4]
Hüseyin Cahit'in Ankara Hükümetine ve Mustafa Kemal'e karşı açık ve pervasız bir muhalefete geçmesi ve İT'nin yeniden canlandırılması emellerini kimi eski İttihatçılarla birlikte besliyor olması, Mustafa Kemal'i haklı olarak kuşkulandırıyordu. Nutuk’ta Tanin Başyazarının, Kurtuluş Savaşında yararlılık göstermiş kimi kişileri kışkırtmaya uğraştığı, hükümete yönelttiği eleştirilerle muhalif güçleri güçbirliği etmeye çağırdığı, Halk Fırkasının halkçılığının ancak sözde olduğunu savunduğu belirtilmekte ve Hüseyin Cahit'in kafasını ve gönlünü siyasal tutku ve öç alma duygusunun kararttığı ileri sürülmektedir.
Çorum'dan İstanbul'a döndüğünde geçim sıkıntısı çekmeye başlayan Hüseyin Cahit'in, iş bulmak üzere çaldığı kapılar birer birer yüzüne kapanmıştır. Şükrü (Kaya) Bey aracılığıyla, 1930 yılında, Sanayi ve Maadin Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine atanmıştır. Kendisine düzenli bir gelir sağlayan bu iş geçim sıkıntısını gidermiş ise de, Birinci Türk Dil Kurultayına sunduğu bildiri yüzünden bu görevine son verilmiş (1932) ve tekrar işsiz kalmıştır.[5] 27 Haziran 1933’te Necmeddin Sadak’ın Akşam gazetesinde “Akşamcı” imzasıyla ve siyasetten uzak konularda başladığı fıkra yazarlığını 1936 yılı ortalarına kadar sürdürmüştür.
Fikir Hareketleri’nin henüz ilk sayısında (29 Ekim 1933) “Cumhuriyet” konusundaki düşüncelerini açıklamış ve Cumhuriyet’in onuncu yıl coşkusunu dile getirmiştir: “Nasıl olmuş da uzun zamandır cumhuriyetsiz yaşamış, cumhuriyetten başka rejim altında yaşamaya nasıl tahammül etmişiz diye düşünüyoruz.”[6]
Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri’nde güncel siyasete dair yazılar yazmaktan özellikle kaçınmış ve siyasal iktidarı hiçbir biçimde eleştirmemiştir. 1935 yılında haftalık Yedigün’de başladığı sohbet, deneme ve gezi yazılarını 1946 yılına kadar sürdürecektir.[7] 1936 yılında İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ ile belediye yatırımları ile ilgili bir konu dolayısıyla davalık olmuş ve davada yaptığı savunmayı Fikir Hareketleri’nde yayımlamıştır.
Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra, Hüseyin Cahid Yalçın, Başvekil Celâl Bayar’dan aldığı bir davet üzerine Ankara’ya gelmiştir.[8] Bayar kendisini çok sıcak karşılamış ve ülkenin birlik ve bütünlüğe ihtiyaç duyduğunu, kırgınlık ve ayrılıkların artık bir yana bırakılması gerektiğini belirtmiş ve milletvekili olması önerisinde bulunmuştur. Yalçın, Bayar ve Cumhurbaşkanı İnönü ile yaptığı görüşmeler sonrasında öneriyi kabul etmiş,[9] 4 Ocak 1939 tarihinde yapılan ara seçimde V. Dönem Çankırı milletvekili olarak TBMM’ye girmiştir. VI. Dönemde yine Çankırı, VII ve VIII. dönemlerde İstanbul’dan, IX uncu dönemde de Kars'tan milletvekili seçilmiştir. Birleşmiş Milletler Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyeliği de yapmış, partisinde Grup Başkan Vekilliğine seçilmiş, Türk Basın Birliği Başkanı olmuştur.[10]
Hüseyin Cahit’in Ulusal Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyeti kuran ekiple yıldızının barışmamasını, siyasal muhalefete düşmesini, Cemil Koçak, Ayşe Azman gibi, onun İttihatçı kadrolar arasında meydana gelen çekişme ve çatışmada Ankara’daki yeni iktidar sahiplerinin yanında ya da arkasında kalmayı tercih etmemesine bağlamaktadır.
Yalçın, ülkü bakımından kendisi ile Mustafa Kemal’in çok yakın olduğunu gözlemlemektedir.[11] Falih Rıfkı Atay ise, Hüseyin Cahit ve Mehmet Cavid’in Mustafa Kemal’in Enver Paşa gibi diktatörlüğe yönelmesinden korktuklarını belirtmekteydi.
Gerçekte Mustafa Kemal’in yaratmak istediği yeni Türkiye ve yeni Türk Cemiyeti ile, Hüseyin Cahit’in ilk gençliğinden beri rüyasını gördüğü yeni zamanlar Türkiyesi arasında hiçbir fark yoktu. Cavit de, O da tabii ki Cumhuriyetçi idiler. Öyle olmalı idiler. İkisi de aşağı yukarı Mustafa Kemal’le aynı şeye inanmakla beraber Mustafa Kemal’e inanmıyorlardı. İttihat ve Terakki devrindeki Enver diktatoryası tecrübesinin bu türlü kaygılanmalarında derin tesiri olmuştur.”[12]
Hüseyin Cahit’in Fikir Hareketleri dergisinde Türk Devrimine bakışını ve siyasal iktidarla ilişkilerini anlamak için, başyazarlığını kendisinin yaptığı bu dergiyi irdelemek gerekir.
III. Fikir Hareketleri Dergisi
“Fikir Hareketleri” adını taşıyan “İlmi, İçtimai, Edebi Haftalık Risale”, Cumhuriyet’in ilanının onuncu yıl dönümünde (29 Teşrinievvel 1933) ilk sayısıyla okur karşısına çıkmıştır.[13]
Diktatörlüğün ve özellikle de komünizmin çokça irdelendiği dergide, Hüseyin Cahit, kendisinin de gençken bir aralık bu “ boş hülya”lara (komünizm) sürüklendiğini, BDS sonrası “... devresinin en mühim hadisesi sıfatile bugün tazelenmiş olan bu mevzuu esaslı surette tetkik etmekte büyük bir fayda ...” gördüğünü belirtmektedir.
“Umumi harp beşeriyet tarihinde hiç görülmedik bir kan ve felaket kasırgası halinde ortalığı sarstıktan sonra büyük bir inkılaba sebep oldu. İnsanların en yüksek bir ideal gibi ele geçirmeye çalıştıkları demokrasi yıkılacak zannolundu ve her tarafta demokrasi aleyhinde sesler işitildi. Bugün demokrasi bir taraftan komünistlerin teşkil ettikleri tehlike ile uğraşmak mevkiindedir. Diğer tarafta da diktatörlükle demokrasiyi ezmeğe uğraşıyorlar.”
Dergide demokrasinin içinde bulunduğu durum ve demokrasinin düşmanları (diktatörlükler, sosyalistler ve komünistler) kuramsal yönden ve uygulamalar açısından ele alınmıştır.
Yalçın, dergisinin son sayısında, Fikir Hareketleri’nin “... milli hakimiyet felsefesi ve rejimi aleyhinde sağdan ve soldan yapılan hücumların mahiyetini tahlil ve teşrih...” ettiğini ve gereken bilgiyi verdiğini belirtmektedir.”[14]
Fikir Hareketleri’nde, 80'i Türk olmak üzere, 332 ayrı yazarın kaleminden çıkan toplam 3245 makale yayımlanmıştır. Türk yazarların sayısı fazla gözükmekle birlikte, Hüseyin Cahid Yalçın bir yana bırakılırsa, yazarlardan birden fazla makalesi yayımlananların sayısı 10’u geçmemektedir. Başyazarın, değişik türde toplam 401 makalesi yayımlanmıştır. Bu, makale toplamının % 12,3’üdür. 79 yazı ile Francesco Nitti, dergiye en çok katkısı olan ikinci yazardır. Derginin diğer önemli yazarları Francis Delaisi, Edouard Benes, Alfred Cobban, Louis Marlio, Edmond Vermeil, Fortunat Strowsky, W. Henry Chamberlin, Joseph-Barthélemy, Frank H. Hankins, Henri Decugis, Julien Benda, Comte Sforza, Emile Labarthe, F. Cambo, F.J.C. Hearnshaw, Georges Guy-Grand’dir.
Bilimsel, toplumsal ve yazınsal bir dergi olan Fikir Hareketleri’nde siyasetten iktisada, kültürden diplomasiye, dinsel konulardan edebiyata kadar pek çok konuya yer verilmiş ise de, en sıklıkla ele alınan konu, 421 makale ile komünizmdir. Demokrasi savunusunun yapıldığı, devletçilik ilkesinin desteklendiği ve orta sınıf tezinin ileri sürüldüğü dergide yer verilen en güçlü söylem, antikomünizmdir.[15]
Hüseyin Cahit'in Fikir Hareketleri dergisinde Türk Devrimine bakışını ve siyasal iktidarla ilişkilerini Fikir Hareketleri’nden izlemeye başlamadan önce, iki savaş arası dönemin koşullarına ve Türk düşün yaşamını etkileyen bazı akımlara değinmek yararlı olacaktır.
IV. İki Savaş Arası Dönem (1914-1945)
XX. yüzyılda yaşanan iki Dünya Savaşının arasındaki süre (çoğunlukla Savaş yıllarını da kapsayacak biçimde 1914-1945 yılları) çok olumsuz nitelemelerle[16] anılır. Bu devrede kitlesel felaket ve giderek artan barbarca yöntemler, teknolojideki sürekli ve göz alıcı ilerlemeleri, hatta dünyanın birçok yerinde insanın toplumsal örgütlenmesindeki inkar edilemez gelişmeleri gölgelemekteydi. Sanayileşmiş ülkelerin bu devrede toplumsal devrime yakalanmadan çıkabilmeleri, kimi tarihçilere göre, bu ülkelerin iktisadi ve toplumsal yapılarının hayli sağlam olduğunun kanıtıydı. Bu başarıyı göstermekle birlikte, kapitalizm, Bolşevizmin meydan okumasını, kendisini 1914’te olduğundan bambaşka bir şeye dönüştürerek savuşturabildi. 1920-1939 devresinde Avrupa devletlerinin çoğunda parlamenter demokratik sistemler hemen hemen tamamen ortadan kalktı, bunlardan bir kısmı sosyalizme yöneldi. Liberalizm için, bütünüyle yok olmanın tek seçeneği değişim idi. Bu seçenek, Keynes sayesinde yaşama geçirildi. Keynes, devletin yönettiği ve kontrol ettiği bir ekonominin savunuculuğunu yapmaktaydı. Kapitalist toplumun ancak devlet yönetim ve kontrolünde (planlamacılığında) varlığını koruyabileceğini düşünmekteydi. 1939 yılında yaşlı kıtadaki 27 devletten yönetimleri demokratik olanların sayısı 10'u geçmemekteydi.[17] 1914 öncesindeki liberal kapitalizmin öldüğü, iki Savaş arası dönemde hemen hemen evrensel bir biçimde kabul edilmişti.
1914-1945, ideolojilerin en yoğun olduğu bir evreydi. Demokrasilerin çöktüğü, liberalizmin terk edildiği, güdümlü ekonomilerin giderek neomerkantilist çizgiye girdiği; iki dünya savaşı, bir dünya buhranı, milliyetçilik ve militarizm; faşizm, nasyonal sosyalizm, bolşevizm ve benzeri otoriter ve totaliter rejimlerin at oynattıkları bir dönem geride kaldı. 20. yüzyılın tüm çözümsüzlük örnekleri bu otuz yıla sığdı...”[18]
Türkiye Cumhuriyeti, dış dünyada yukarıda tasvir edilen koşulların geçerli olduğu bir sırada, Mustafa Kemal'in önderliğinde kurulacak (1923) ve ilk ve ikinci on yılını iki savaş arası dönemin zorlu koşullarında geride bırakacaktı.
Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde (1933), Türkiye'de basın, düşünce ve sanat ortamını uzun süre etkileyecek bazı dergiler yayın yaşamında yerini almıştı. Halkevleri Ülkü’yü, Hüseyin Cahit Fikir Hareketleri’ni, Yaşar Nabi ve Nahit Sırrı Varlık’ı, İsmayıl Hakkı Yeni Adam’ı ve Sedat Simavi de Yeni Gün’ü bu yıl içinde yayımlamaya başlamıştı. Türk basın tarihinin en çok ses getiren iki dergisi, Kadro ile Kooperatif, 1932’den beri yayımlanmaktaydı.[19]
Dayanışmacılık esinli olan ve II. Meşrutiyet döneminden beri düşünce yaşamımızda yer alan halkçılık (popülizm), düşünce dergiciliğimize de yansımıştır. II. Meşrutiyet sonrasında ve tek parti döneminde yayımlanan bazı dergilerde, farklı temalarla, halkçı söylem kullanılmıştır. Fikir Hareketleri de bu tür söylem içeren dergilerden biridir.[20] Fikir Hareketleri öncesinde halkçılığın dergiciliğimize nasıl yansıdığına aşağıda kısaca değinilecektir.
II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı halkçılarının sözcülüğünü Yusuf Akçura üstlenmiş, 1910’ların başında yayınlanan Türk Yurdu’nda ulusun halktan kaynaklandığı ve halktan ayrı bir ulus kavramının düşünülemeyeceği belirtilmiştir. Uluslaşabilmek için halkı yükseltmek gerekmekteydi. Osmanlı aydını halka doğru inmeli ve halkı anlamalıydı. 1913 yılında yayımlanan Halka Doğru ise, aydınlar önderliğinde halkın eğitilmesini önermiş, II. Meşrutiyetin sonlarına doğru “halk” sözcüğü ile “orta tabaka” kastedilmeye başlanmıştır.
“1910’lu yılların ilk yarısında Türk Yurdu ve Halka Doğru dergilerinde gündeme gelen halkçılık, 1. Dünya Savaşıyla birlikte yeni bir evreye girer. Savaş öncesi ‘halka doğru' hareketi gizli bir sınıf anlayışını içerir: Alt gelir gruplarına yönelir, kır ve kent çalışanlarının sorunlarına çözüm arar. Rusya kökenli göçmen müslümanlar ve Balkanlar’daki popülist gelişmeler Türkçüler arasında ‘narodnik’ geleneğinin doğuşuna neden olmuştur. Oysa, 1. Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı yepyeni gerçeklerle karşılaşır. Halk sözcüğü içerik değiştirir. Müslüman-Türk unsur etkinlik kazanır. Halk bundan böyle Müslüman-Türk orta sınıf’tır. Türkiye’nin en zengin yöresi İzmir’de, Mahmut Celal (Bayar), Dr. Nazım ve Vali Rahmi Bey’in girişimiyle Halka Doğru Cemiyeti kurulur. Derneğin yayın organı olarak Halka Doğru Mecmuası çıkarılır.
“Halka Doğru Mecmuası’nın, aynı adı taşıyan önceki dergiden farklı bir halk anlayışı vardır. Halk sözcüğünden ulusal benliğin taşıyıcısı orta tabaka amaçlanır; düşük gelir grupları, topraksız ya da az topraklı köylü, gündelikçi işçi ve küçük esnaf dışlanır. O güne değin, ‘avam’ ve ‘havas’tan oluşan Osmanlı toplum yapısına, Halka Doğru Mecmuası üçüncü bir katmanı, ‘halk’ı ekler. Bundan böyle Halka Doğru Mecmuası, Türk ulusunun geleceğinin güvencesini oluşturduğu kanısında olduğu ‘orta sınıf’a bilinç götürmeyi amaçlar. Savaş yıllarında ‘halka doğru’ gidenler, Türk Ocaklarının ‘narodnik’ eğilimlerini terk eder, Müslüman-Türk eşrafın dış odaklara karşı iktisadi çıkar birliğini gözetirler.”[21]
Güçlü orta sınıf tezi halkçı rejimlerin temel dayanak noktasıdır. Sınıfsal karşıtlıklar bu rejimlerde orta sınıf aracılığıyla giderilmektedir. Halkçılığa göre, gelişmiş ülkelerin sınıfsal yapılarındaki kristalleşme ya da belirginleşme geri kalmış ülkelerde görülmez. Bu ülkelerde olsa olsa sömürgecilik döneminden kalma “sınıfsal kalıntılar”dan söz edilebilir. Halkçı düzende sınıf mücadelesi kavramı anlamını yitirmektedir. Bu rejimlerde temel çelişki sınıflar arasında değil, toplumun tümü ile ya da ulusla, tüm dış dünya, özellikle eski sömürgeci ülkeler arasındadır. Halkçılığa göre geri kalmış ülkelerde proleter sınıf yoktur, proleter ulus vardır. Bağımsızlığını kazanan ve uluslaşan toplumlarda ulusal kimlik ya da benlik sorunu bütüncü- dayanışmacı bir toplum modelini gerekli kılar. Ulusun kendini tanımlaması kimi kez ırkçı açılımları da gündeme getirir. Halkçılığın (popülizmin) tüm bu ögeleri, Toprak’a göre, Tek Parti dönemi dergilerinde görülebilir. Örneğin, proleter ulus teması Kadro’da, orta sınıf teması Fikir Hareketleri’nde, ırkçı temalar[22] ise dönemin Türkçü- Turancı dergilerinde işlenmiştir.[23] 1930'lu yılların dergilerinden bu onyılın düşünce dergiciliğine damgasını vuranı, 1932-1935 arasında 36 sayı yayımlanan Kadro’dur.[24]
Halkçı düşüncenin ve halkçı rejimlerin temel dayanak noktası “güçlü orta sınıf tezi”dir. Bu tez, Fikir Hareketleri’nde de görülmektedir. Fikir Hareketleri tek parti döneminde demokrasi retoriğini en yaygın biçimde kullanan dergidir.[25] 1930'lu yıllarda, kuşkusuz, halkçı olmayan dergiler de vardı. Bu dergiler arasında Ahmet Ağaoğlu'nun Akın’ı (1932-1933), Sabiha Sertel'in Projektörü (Mart 1936), İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun Yeni Adam’ı (1934), Hilmi Ziya Ülken'in İnsan’ı (1939-1941) Nurettin Topçu'nun Hareket’i (1939-1979) sayılabilir
V. Hüseyin Cahit’in (Yalçın) Türk Devrimine Bakışı
Siyasal anlamda inkılabı (devrim)[26] “bir devletin siyasal ve toplumsal yapısının aniden ve şiddetli bir biçimde değişmesi” biçiminde tanımlayan ve devrimi (inkılab) isyan veya ihtilalle karıştırmamak gerektiğine işaret eden[27] Hüseyin Cahit’e göre, birdenbire ve şiddetli, yıkıcı ve yapıcı nitelikleri taşıyan bir hareketin devrim sayılabilmesi için, bunun uzun sürmemesi gerekir; aksi takdirde, buna devrim değil tekâmül denilir.[28]
Başyazar, devrimin süresi konusunda Kooperatif (Ahmet Hamdi) ile uzlaşamamaktadır. Ahmet Hamdi, Hüseyin Cahit’in devrimi “bir taraftan yıkıcı, bir taraftan yapıcı hareket” olarak nitelemesine dikkat çekerek, bu nitelikteki bir hareketin, ‘ani’ olamayacağını, çünkü devrimin “yapıcı” olabilmesinin onun sürmesine bağlı bulunduğunu ileri sürmüştür.[29] Hüseyin Cahit ise, devrim ‘ani’ olur derken, çok kısa sürede olan biten (anlık) bir hareketi kastetmediğini, böyle anlaşılmasının bir “tecahül” (bilmezden gelme) teşkil edeceğini belirtmektedir. “... Şüphesiz ki inkılap bir müddet sürer. Fakat milletlerin insan cemiyetlerinin hayatına nazaran bizlerin şahsımızca mühim olabilen zaman parçaları pek değersiz kalacağı için bunlara ‘ani’ denilmesi tabiidir.” Devrimler, Hüseyin Cahit’e göre, ilkeler koyar ve sonra o ilkeleri uygulamaya başlar. Devrimleri ‘ani’ bir hareket olarak algılayanlar bununla işte bu ilke ilanlarını kastederler. Devrimin “yapıcılık” niteliğinin uzun zaman gerektirmesi doğaldır.[30]
Başyazara göre, siyasal anlamıyla “devrim” olgusunun işlevinin XIX. Yüzyılın başından 1930’lu yıllara dek aynı kaldığını sanmak önemli bir yanılgıdır. Devrimin asıl ve geleneksel işlevi mutlak ve müstebit hükümetleri yıkmak ve demokrasiyi kurmaktır.[31] XIX. Yüzyıldaki devrimler ile Türk Devrimi demokrasi tesis eden devrimlerdendir.
Fikir Hareketleri’nde Türk Devriminin ve demokrasisinin niteliği konusunda yapılan değerlendirmeler hemen tümüyle Hüseyin Cahid Yalçın’a aittir.[32] Demokrasi, Başyazar için, milli hakimiyetten başka bir şey değildir; ... halk hükümetidir, halkın icrayı hükümet etmesidir.”[33] XIX. yüzyılın başından beri Dünya ulusların özgürlüğüne doğru yürümektedir. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yıkılan hükümetler, Savaş öncesinde en kudretli oldukları sanılan mutlak hükümdarlıklar idi.[34]
Hüseyin Cahit, kimi yurttaşlarımızın demokrasiye karşı oluşlarını, demokrasi aleyhine söz söylemelerini ve demokrasiyi yerin dibine batırmak istemelerini anlayamadığını belirtmekte, bu durumu onların demokrasiye, bilimsel anlamı dışında garip ve kendilerince bir anlam yüklemelerine bağlamaktadır.[35] Oysa, Anayasamız en değerli demokrasi belgemiz ve referansımızdır.[36]
Türkiye Cumhuriyeti Savaş sonrasının yeni demokrasilerinden biridir. Türkiye’de gerçekten değişen bir şey vardır. Bu yalnız bir etiket farkı değil, ulusun ruhundan yeni bir hareket zembereği canlanmasıdır, bir ulusun benliğini anlaması, hak ve özgürlük alanına doğmasıdır. Hüseyin Cahit’e göre, kimi yabancı düşünür ve siyasilerce Türk Devriminde bazı ıslahatlarda pek acele edildiği ve tarihin cereyanının hızlandırılmaya çalışıldığı yönünde görüşler ileri sürülmesinin ve Devrimimizin kalıcılığı konusunda duraksamaya düşülmesinin nedeni, Devrimimizin uzun bir geçmişi olduğunun göz önünde bulundurulmamasıdır. “...tarihin bir asırlık cereyanı kah belli, kah gizli, kah uyuşuk, kah ateşli, bu neticeyi hazırlıyordu.”
“... Türk inkılabı herhangi bir şark memleketinde herhangi muvazenesiz bir inkılapçının hayat ve kabiliyet imkanlarını düşünmiyerek kurmağa çalıştığı bir hayal binası, bir utopie değildir. Biz bugünkü neticeye varmak için bir asırdan ziyade bir müddettir çalışıyoruz, kurbanlar veriyoruz. Türkiye Cümhuriyeti kış bahçelerinin yapma havası içinde zorla açtırılmış mevsimsiz, soluk bir çiçek değildir. Haşmetile ortalığı kaplıyan canlı bir şe’niyettir.
“Son padişah ve halifenin hıyaneti yüzünden müttefik düşmanlar karşısında kendi başına kalan millet vatan müdafaasında yalnız kendi varlığına ve kuvvetine güvenerek senelerce çarpıştı, evlatlarının dökülen kanı içinde cümhuriyet terbiyesini aldı ve cümhuriyet idaresini resmen ilan etmeden filen senelerce tatbik etti. Onun içindirki hükümdarlık rejiminden cümhuriyet rejimine geçiş millet için pek zaruri, pek tabii, pek sade bir iş oldu. Ruhlarda zaten hazırlanmış olan içtimai ve fikri ıslahat da bu siyasi inkılabı müteakıp birbiri ardınca fiiliyat sahasına çıktı. Uzun bir hürriyet aşkı ile çırpınmamış, uzun bir halas iştiyakı [kurtuluş özlemi] ile yeni şekillere ve yeni hayata doğru içinde hamleler hissetmemiş bir millette böyle bir inkılaba imkan olabilir miydi?”[37]
Hüseyin Cahit, Nitti’den esinlenerek, bir ülkede demokrasinin yaşayabilmesinin ilk koşulu olarak, demokrasinin yalnızca yasalarda değil, aynı zamanda ahlak ve adetlerde de bulunmasını göstermektedir. Bu koşul, Hüseyin Cahit’e göre, Türkiye’de yerine gelmiştir.
Türk cemiyetinin bünyesi demokrasi hissiyatına, itiyadatına dayanır. Türkiyede hiçbir zaman asalet sınıfı olmadı ve bir sınıf hakimiyeti görülmedi. Türkiyede her fert kendisini diğeri ile müsavi hisseder. Asalet fikri batılları sevkile Avrupa heyeti içtimaiyelerinde sınıflar arasında görülmüş olan fikir, his ve yaşayış farklarını biz derin hayretlerle karşılarız. Padişahlık kalkınca bütün Türkiye demokrasi ahlak ve adatı içinde yekpare bir şekil arzetti. Bizde çok eski asırlardan beri teşekkül etmiş demokratik ahlak ve adatın mevcudiyeti yüzündendir ki inkilap pek tabii geldi ve hiçbir ciddi aksülamel tehlikesine maruz bulunmadı.”
Demokrasinin yaşayabilmesinin ikinci koşulu (orta sınıfın bulunması[38]) Türkiye’de yerine gelmiştir.[39]
“Türk cümhuriyetinin içtimaiyat sahasında hakiki kuvveti de işte bu orta sınıftadır. Bugün Türkiyede etrafına kin ve nefret hissi dağıtacak bir mütehakkim çok zenginler sınıfı yoktur. Eski Avrupanın sefil amele hayatını süren ve bir nevi intikam hissile tutuşan yoksullar sınıfına da tesadüf edilmez. Türk heyeti içtimaiyesinin bünyesindeki esaslı nesci bu pek kalabalık orta sınıf teşkil eder.”
Bütün ilkelerin ve rejimlerin ülkelere göre uygulamada az çok değiştiğini belirten Hüseyin Cahit’e göre, demokrasi taraftarı olmak mutlaka iktisadi liberalizmi ya ilk klasiklerin benimsedikleri biçimde ya da daha sonraki aşırı biçimiyle kabul etmeyi gerektirmez. Siyasal liberalizm ile iktisadi liberalizm, ona göre, ayrılabilir ve nitekim ayrıdır.[40] Her ülke kendi koşullarına göre demokratik rejimine bir biçim verir. Bizdeki rejimin de diğerlerinden kendini ayıracak özel nitelikleri olması doğaldır. Fakat, diğerlerinden farklı da olsa, niteliği demokrasidir.[41]
Bugün dünyanın en demokrat hükümetleri bile iktisadı özgürlükten uzaklaşmışlardır. Bu nedenle, iktisadi devletçiliği benimsemekle, Türkiye, kendi ilkelerini ve demokrasiyi inkâr etmiş değildir.
“... Atatürk milletini orta çağların köhne an’aneleri ve müteassıb bağları ile zincirlenmiş tefekkürün esaretinden kurtararak hür ve modern düşünce ve hareket sahasına eriştirdi. Onun asıl büyüklüğü işte bundadır...”[42]
Fikir Hareketleri anayasada öngörülen özgürlükleri savunmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
“...bu hürriyetler Avrupada on dokuzuncu asırda ilân edilmiş olabilirler. Bu onların kıymetsiz olmaları için bir sebep midir? On dokuzuncu asrın istihfaf edilmek istenilen bu hürriyetleri filân veya filân kavmin hususî mahsulleri değil, bütün beşeriyetin şerefi ve hakkıdır.”[43]
Cumhuriyetin bütün şerefi, Hüseyin Cahit’e göre, onu yapan, kuran ve her gün sağlamlaştıranlara aittir. Ona göre, bir işi düşünmek iyidir, fakat sadece düşünmekten ne çıkar? Şeref düşünmekte değil, yapmaktadır. Düşünmek bir şeref ise bile, kendisi buna istihkak iddiasında değildir.[44]
Hüseyin Cahit, bizdeki kimi “tetkikleri kıt, görüşleri sınırlı” yazarların Avrupa’da özgürlüklerin ortadan kalkmasını demokrasi aleyhinde bir kanıt gibi göstermeğe kalkmalarını yadırgamaktadır. Avrupa’da özgürlük kavramının çok hücuma uğradığı, hattâ bazı ülkelerde özgürlüğün ortadan kalktığı doğru ise de, Hüseyin Cahit’e göre, bu gidişata imrenmek değil, üzülmek gerekir.[45] Fikir Hareketleri’nin işlediği konular bile, Hüseyin Cahit’e göre, demokrasi lehinde kalbimize derin bir muhabbet vermeğe kâfidir.
“... Düşünmelidir ki bu makale silsileleri ne faşizm rejiminde yazılabilirdi ne komünizm diyarında. Çünkü o rejimlerde fikir hürriyetine yer yoktur. Matbuat hürriyeti akla bile getirilemez. O rejimlerde yalnız bir ses işitilir. Bu, hakkın, ilmin, hakikatin ve realitenin objektif sesi değildir. Hüküm süren diktatörlüğün keyfinin sesidir... Liberal demokrasi hür münakaşaya göğsünü açmıştır. Hattâ kendini yıkmak istiyenlere bile müsavi bir düşünme ve söyleme hürriyeti tanır. Şahsiyet sahibi bir insan için bundan başka teneffüs edilecek bir hava tasavvur edilemez. Ferdler bir kürek hayatı geçirecek olduktan, şahsiyetlerini, insanlıklarını inkişaf ettiremiyecek olduktan sonra, baştaki rejimde ne kıymeti tasavvur edilebilir?”
Beşinci yılını tamamlayarak altıncı yılına basmış bulunan ve geride kalan beş yıl içinde günlük siyasal olaylara hiç karışmadan sırf objektif ve bilimsel olarak bütün toplumsal ve felsefi sorunlara, düşünce ve ifade özgürlüğüne hiç bir sınırlama getirmeksizin değinen Fikir Hareketleri, Cumhuriyet’in on beşinci yılının kadrini, nimetini bütün azamet ve derinliği ile ilan etmeği kendisine bir görev saymaktadır; çünkü, varlığını Cumhuriyet’in sağladığı olanak ve özgürlüğe borçludur. Atatürk’ün büyüklüğü Türk’ü vicdan ve düşünce özgürlüğüne kavuşturmasındadır, gerçek kurtuluşumuzun ancak bu özgürlük sayesinde olacağını anlamasındadır. Türk Devrimi bu iki esaslı nimeti bütün samimiyeti ile bize sağladı. Vicdan ve inanç özgürlüğü dünyanın en özgür ülkelerindeki kadar bizde de vardır.[46]
“Milli hakimiyet rejimi felaketlerin sebebi değildir. Bazı yerlerde bu rejim tereddi etmişse Falih Rıfkı Atay’ın da pek güzel takdir ettiği gibi, halkın siyasi ve içtimai terbiyesindeki kifayetsizlik buna sebep olmuştur. Şu halde, bütün beşeriyeti milli hakimiyet rejimine layık olacak bir hale çıkarmak insaniyet için bir gaye teşkil etmemeli midir? Demokrasiler milyonlarca insanı öldürerek, insanlar için ekmekten çok kıymetli olan hürriyeti çiğniyerek mi o seviyeye yükseldiler?” [47]
Diktatörlükler, Hüseyin Cahit’e göre, geçici rejimlerdir. Azınlık diktatörlüğü bazen gerekli ve zaruri olabilir. Onu komünist ve faşist diktatörlüklerden ayıran esaslı bir nitelik vardır: amacı. Diktatörlük demokrasiyi kurmak ve güçlendirmek amacına yönelikse, amacı bireylere özgürlük sağlamak, onları demokratik rejimde yaşatmaktan ibaret ise, ancak o zaman mazur görülebilir. Bu türlü diktatörlükler ‘halk ve gençlik yetiştikçe’ biraz daha lüzumsuz hale girerler ve ortadan kalkarlar.[48]
Şevket Süreyya, Kadro’da, Devrimimizi açıklamaya yönelik iki ayrı yaklaşımın varlığından söz etmekte, kendi yaklaşımını üçüncü bir yaklaşım olarak sunmaktadır. Şevket Süreyya’nın tezine göre;
“İnkılâbımız hususî bir tarih seyrinin mahsulüdür. Zarurî surette tekevvün etmiş nev’i şahsına mahsus bir hâdisedir; bütün prensipleri kendisine hastır. Benzer göründüğü diğer inkılâp hadiselerinden cevher itibarıle ayrıdır. Başlamıştır, bitmiştir. O, ne demokrasinin, ne sosyalizmin, ne faşizmin ne diğer herhangi bir yabancı cemiyet nizamının eşi, devamı yahut kopyasıdır.”
Hüseyin Cahit, “Türk Devriminin nev’i şahsına münhasırlığı” tezine katılmamakta ve onu “mutlak ve müstebit hükümetleri yıkarak demokrasiyi kuran” devrimler, yani demokrasi devrimleri kategorisine sokmaktadır. Hüseyin Cahit’e göre, her devrim gibi Türk Devrimi de “... kendini doğuran hususî bir tarih seyrinin mahsulüdür.” Bu dar anlamda alınacak olursa, Türk Devrimi özgündür.
“İnsanların gerek şahsî hayatlarında, gerek cemiyet hayatlarında bir takım çerçeveler, esaslı umumi fikirler vardır ki her hadise onların içinden yer alır, tasnif olunur. Onun için, nev’i şahsına mahsus bir inkılâp hadisesi yoktur. Herhangi içtimaî ve siyasî bir inkılâp mutlaka tasnif olunabilir. Fakat şekli itibarile diğerlerinden ayrılması zaruridir. Bugün, meselâ, demokrasi diyoruz. Bu umumî tabir altında, bu umumî çerçeve içinde topladığınız hadiseler her memlekette aynı şekiller mi arzediyorlar? Amerikada, İngilterede, Fransadaki demokrasi ile Balkanlardaki demokrasi bir midir? Hatta Amerika ve İngiltere demokrasileri birbirlerine benzer mi? Sosyalizm diyoruz. Sosyalizm her memlekette aynı manzara mı gösteriyor? Binaenaleyh, bizim inkılâbımız hakkında da bu, bizim memleketimizin tarihi seyrinin millî bir mahsulüdür ve tabi olduğumuz teşkilâtı esasiyeye nazaran hiç şüphesiz bir demokrasi inkılâbıdır denebilir. Demokrasi inkılâbı demekle, mutlaka filân veya filân memleketteki demokrasinin aynı olmak lâzım gelecek değildir. Her memleket kendi hayatının şartlarına göre buna bir şekil verir. Bizde de pek tabiî olarak, diğerlerinden kendini ayıracak hususî vasıflar ve şekiller alacaktır. Fakat bugün mahiyeti demokrasidir.” [49]
Bir toplumsal ve siyasal devrim olarak Türk Devrimi, Hüseyin Cahit’e göre, “çerçeve ve esaslı umumi fikir” olarak demokrasi sınıfında yer alır. Olayların objektif gözlemi bizleri bu sonuca götürmektedir. Türk Devrimi bir demokrasi devrimi olarak başlamış, bir demokrasi devrimi olarak yürümüş, genişlemiş ve kuvvetlenmiştir, bundan sonra da kuvvetlenecektir.[50]
Hüseyin Cahit, 1930’lu yıllar Avrupa’sının devrimcilik anlayışı ile Türk Devrimine içkin olan anlayışın birbirinden farklı olduğunu belirtmektedir. Bizim Devrimimiz mutlak ve müstebit hükümetten (padişahlıktan) kurtulmanın tek etkili yoluydu. Buna karşılık, 1930’lar Avrupa’sında devrimcilik, demokrasinin bu geleneksel işlevinden, demokrasiyi kurma işlevinden çoktan uzaklaşmış ve hatta demokrasiye düşman olmuştur. Hüseyin Cahit’e göre, biz 1930’lu yıllar Avrupa’sının anladığı anlamda devrimci değiliz; zira ne komünistiz, ne de mürteci.[51]
Hüseyin Cahit’e göre, kimileri demokrasinin modasının geçtiğini, şimdi yeni kuramların var olduğunu ileri sürmektedir. Oysa, siyasal rejimler ve toplumsal sistemler hakkında eskilikten veya yenilikten söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Toplumsal sorunlarla uğraşılırken biraz daha derinlemesine araştırma yapmak gerekir. Eğer eksiklik ve yenilik aranacaksa, demokrasi, mevcut toplumsal sistemlerin gene en yenisidir; çünkü, günümüzdeki anlamıyla demokrasi düşüncesinin ancak bir iki yüzyıllık geçmişi bulunmaktadır. Demokrasi karşısında yer alan toplum sistemlerinden komünistlik, işçilerin (fabrika amelesinin) diktatörlüğü üzerine kurulu bir sınıf egemenliği, diktatörlük ise tek bir adamın keyfi egemenliğidir. Bu diktatörlükler dünyanın çoktan beri görüp niteliklerini anladığı iki hastalıktır.[52] Hüseyin Cahit, Savaş sonrası Avrupa’sının bir panoramasını çizmektedir.
“... Bu buhran bazı memleketlerde komünistlik rejimi ile, bazılarında faşistlik idaresile kendisini gösteriyor. Demokrasiye imanı sarsılmayan memleketlerde bile parlamentarizm tarzından şikayetler ve tenkitler yükseliyor.”
Demokrasinin tehlikeye düştüğü veya düşmesinin muhtemel olduğu iki tür gelişme karşısında, Başyazar, büyük ve yüksek demokrasi ideali uğruna, belirli tür diktatörlüğe başvurulmasını uygun ve hatta gerekli görmektedir.[53]
- Olağanüstü durumlar. Bir ulusun yaşamında iç ya da dış olaylar bazen öyle bir durum ortaya çıkarabilir ki, demokrasi, olağan işleyişiyle bu duruma karşı koyamaz; ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlamak olanaksızlaşır.
“.... Bu vaziyet karşısında ne yapılacak? Prensiplere dokunmaktan ise varsın memleket batsın, diye kol kavuşturulup beklenecek mi? Bu, safderunluk hududunu da geçer, adeta bir cürüm teşkil eder... Mademki hakimiyet milletindir, millet bu hakimiyetini istediği gibi kullanmakta hürdür. Bazı fevkalade ahval ve şerait karşısında, millet, hakimiyetinin istimal tarzını, şeklini bir müddet hususi bir rejim altına alabilir ... Bu, demokrasi rejiminden uzaklaşmak değil, demokrasi rejiminin silahlarından birini kullanmaktır.”
Her diktatörlüğün bu gerekçeyle açıklanmaya çalışılacağı düşünülebilirse de, gerçek durumun ne olduğu, göz önündeki diktatörlüğün kökenleri, nitelikleri, ilkeleri ve daha da önemlisi amaçları incelendikten sonra anlaşılabilir.
- Demokrasiye alıştırma. Demokrasi devriminin yapıldığı bir ülkede, devrimi gerçekleştiren azınlık hemen demokrasi ilkelerini harfi harfine uygulamaya kalkacak olursa, bu azınlık, daha henüz onları tamamen benimsememiş olan çoğunluk içinde eriyip gitmek tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Bu tehlikeyi önlemek için alınacak önlemler bir tür diktatörlük biçiminde algılanabilir. Bu türlü diktatörlükten korkmamak ve çekinmemek gerekir. Bu tür diktatörlük faydalı ve hatta zorunludur.[54]
Hüseyin Cahit’e göre, büyük ve yüksek bir demokrasi ideali uğrunda, zaruri olduğu için, bir geçiş çaresi, bir alıştırma aracı olarak kullanılan veya olağanüstü iç ve dış olaylar karşısında bir kurtuluş silahı olarak başvurulan diktatörlük ile adi bir hükümet darbesi sonucunda, sırf bir adamın veya bir grubun kişisel düşünce ve çıkarlarını esas alan diktatörlüğü karıştırmamak gerekir. Her diktatörlük olgusu ayrı ayrı ve diktatörlüğün demokrasiye karşı durumu açısından incelenmeli ve ona göre karar verilmelidir. “Diktatörlük” sözcüğünden ne ürkmek gerekir, ne de bunu demokrasi aleyhinde bir rejim sanmak doğru olur. Demokrasinin bir bunalım geçirmekte olduğu bir gerçek ise de, ondan daha iyi başka bir rejim bugüne kadar ortaya konulamamıştır.[55] Diktatörlüklerin kuramsal olarak bazı yararları olabilirse de, zararları herhalde yararlarından daha çoktur. Savaş sonunda kurulan diktatörlüklerden hiçbiri demokrasi ile karşılaştırılamaz.[56] Bolşeviklik ve faşistlik, Savaş sonrası devresinin en önemli siyasal ve toplumsal sorunudur.[57]
Hüseyin Cahit'e göre, Avrupa diye tek bir kavram yoktur. Bin bir yüzlü bir Avrupa karşısındayız: zevk, safa, eğlence ve fezahat Avrupası, siyaset Avrupası[58]; bilim, uygarlık ve düşünce Avrupası.[59] Devrim Türkiye'sinin beslediği “Avrupalılaşmak”[60] da zaten budur.[61] Bizler, devrim sayesinde içine girdiğimiz bu Avrupa'yı çok yakından tanımalıyız. ‘Avrupa' basit bir kavram değil, aksine karmakarışık bir varlıktır. Onun içindeki değişik düşünce ve duygu akımlarını iyi öğrenmek için çok okumağa, çok dikkat etmeğe gerek vardır.[62]
Hüseyin Cahit'e göre, bir kişinin devrimimizin niteliği hakkında görüş belirtebilmesi, devrimimizin niteliği şudur diyebilmesi için “... Türk İnkılâbının tekevvününde, seyrinde oynadığı rol ile büyük salâhiyet kesbetmiş...” olması gerekir. Böyle bir açıklamayı devrimi bizzat gerçekleştirenlerin yapması daha doğru olur.
Türk Devrimi’nin ideolojisi aydınlarımızı çok cezbetmektedir. Hatta, kimileri bu Devrime ideoloji biçmek arzusundadırlar.
“Halbuki Türk inkılâbı büyük, objektif bir hakikattir. İnkılâp şeflerinin sözleri, inkılâbın fikri ve siyasi abideleri meydandadır. Bunlar tevil götürmez, inkar kabul etmez bir vuzuh ve katiyet ile ortada dururken Türk inkılâbını milli hakimiyet prensibinden ayırarak faşistliğe yahut Devlet sosyalistliğine, hatta daha ileriye doğru götürmeğe çalışmak ve öyle göstermek fazla bir cur’etkarlık olur.”[63]
Başyazara göre, devrimimizi milli hakimiyet prensip ve felsefesinden alıp başka emellere hizmetkar yapmak yolunda birçok gayretlere, hatta şarlatanlıklara da şahit oluyoruz.[64] Türk toplumunu özgürlüğüne kavuşturan büyük Devrimimizi, bu Devrimin özü olan demokrasiyi (milli hakimiyet) sağdan soldan gelen, gizli ve açık, ahmakça ve kurnazca hücumlara karşı korumak, yurttaşlık bilincine sahip her Türk için en büyük ödevdir. 2444 sayılı Yasa bütün tereddütleri giderecek ve tartışmalara son verecek ölçüde kesin ve açıktır.[65] Kadrocuların Türk Devrimi’ni Marxçıların devrimi ile karıştırmak yolundaki gayretleri, Hüseyin Cahit’e göre, boşa çıkmıştır.[66]
Fikir Hareketleri’nin özgürlükçü ve demokrasi taraftarı olduğunu, Avrupa’nın bilim alanındaki akımlarını ve düşüncelerini yayımlamak suretiyle Marx’çılığın modası geçmiş, çürük ve değersiz bir şey olduğunu ortaya koymaya çalıştığını belirten Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri’nin rejim ithalâtçılığı ile suçlanmasının tamamen uydurma bir suçlama olacağını ileri sürmektedir. Ona göre, Fikir Hareketleri millî hâkimiyet (demokrasi) taraftarıdır: ulusçu, cumhuriyetçi, devletçi, devrimci, halkçı ve laiktir.[67]
“Benim bu memlekette, Türk inkılâbında beğenmediğim ve sevmediğim hiçbir mefhum yoktur. Bilâkis bütün idealim bugünkü inkılâp, cumhuriyet mefhumudur. Fikir hareketleri her satırına varıncıya kadar millî hâkimiyet, hürriyet ve cumhuriyet taraftarıdır. Haykırıyorsam demokrasiye hücum edenlere, hürriyeti yıkmak istiyenlere, faşistlik ve komünistlik rejimlerini dolambaçlı yollarla müdafaaya kalkanlara karşıdır. Benim vaziyetim açık, insicamlı ve mantıkîdir.” [68]
Hüseyin Cahit'e göre, Cumhuriyet rejimi vatanı kurtaracak ilkeleri ilân etmiş ve devrimin genel çerçevesini çizmiştir. Artık temenni edilecek şey bu ilkelerin uygulanmasıdır. Türkiye'de kesinlikle gerçekleşmeyeceği sanılan yüksek bir hülya vardı: vicdan özgürlüğü. Cumhuriyet rejimi bu “ilkelerin ilkesi”ni Türk yurdunda egemen kıldı. Cumhuriyetimiz uygarlık tarihinde temiz bir yer kazanmıştır. Cumhuriyet çocukları, devrimin kendilerine verdiği sancağı daima yüksek tutarak Büyük Önder'in işaret ettiği hedefe doğru yürümelidir.[69]
Cumhuriyetin onbeşinci yılı dolayısıyla, Hüseyin Cahit, devrimlerin yaşama geçirilmesinde gösterilen beceriyi övmekte, Atatürk'ün ölümü dolayısıyla kaleme aldığı makalede de, devrimlerin yapılmasında ve yerleşmesinde Atatürk'ün rolünü değerlendirmektedir.
“Bu milletin ruhunu en iyi Atatürk anladı. O kadar büyük inkılâpları, o kadar bir ‘sehli mümteni' ile yaptı ki bunları hayret ve zevk ile temaşa etmemek kabil değildi. Bütün yenilikler sanki sihirli bir güneşin hayat verici tesirile kendi kendiliklerinden fışkırıyor gibi, tabii surette, kolay kolay birbirlerini takib ettiler.”[70]
Demokrasilerin kurulmasından sonra “demokrasi tesis eden” devrimlerin çekiciliği kalmamıştır. Bundan böyle, devrimlerin işlevi, mevcut yasal düzeni ve uyumu bozmak ve yıkmak olacaktır. Bu tür bir harekete ise ya komünistler ya da irtica fırkaları yeltenebilir.[71]
Hüseyin Cahit, Avrupa hayranlığının, “bize pantalon nereden gelmiş ise ilim ve medeniyet de oradan gelecektir.” diye haykırarak batılılaşmak gereğini savunduğu II. Abdülhamit zamanından beri kendisinde var olduğunu ve o zamandan beri bu hayranlığının giderek arttığını belirtmekte ve bu hayranlığın bütün gençlere ve ülkeye yayılmasını dilemektedir. Başyazar, bu duygunun varlığı sayesinde herkesin okuyacağını, çalışacağını ve öğreneceğini ileri sürmektedir. Kaldıki, Avrupa’ya hayran olan yalnızca kendisi ve dergisi değildir. Çocuklarımızı öğrenim için Avrupa’ya göndermemizi, üniversitemizin kapılarını Avrupalı profesörlere açmamızı, Türkiye’yi Batı uygarlığı ailesine sokmak için çalışma kararlılığımızı ve her iş için Avrupalı uzman arayışımızı Avrupa hayranlığının içimize sindiğinin göstergeleri saymaktadır. Kendisinin hayranı olduğu Avrupa bilim, uygarlık ve düşünce Avrupasıdır. Ona göre, Fikir Hareketleri’ni Avrupa hayranı olmakla suçlayan Kadro da Avrupa hayranlığı içindedir. Çünkü, Kadro, savunucusu olduğu tarihsel materyalizmi Karl Marx’tan almıştır.[72]
Hüseyin Cahit, Moskova ve Roma’yı örnekleyerek, Türk Devrimi’nin bir demokrasi devrimi olduğuna kanıt olarak göstermektedir.
“... Moskova ile Roma gözümüzün önünde duruyor. Oralarda fikir mücadelesi yoktur, fikir yoktur. Yalnız müthiş ve kat’i bir zulüm ve tazyik vardır. Vicdan ve fikir hürriyetini boğan, fikri ortadan kaldıran, yalnız keyif ve istibdadı imkan kılan bir rejim...”[73]
Başvekil İsmet Paşa’nın demiryolunun Sıvas’a varması dolayısıyla yaptığı konuşmada Türkiye’nin “mutedil devletçi” olduğunu açıklamasını, Ahmet Hamdi (Başar), Türkiye’nin demokrasiyi arkada bırakarak yeni bir aşamaya girmesi olarak değerlendirmiştir. Hüseyin Cahit’e göre ise, Ahmet Hamdi’nin bu yargısı ancak “mutedil hattâ şiddetli devletçilik ile demokrasi birbirine uymaz iki kanaat” olması halinde geçerli olabilir. Oysa, devletçilik ile demokrasi uyuşabilir. Çünkü, demokrasi mutlaka iktisadi özgürlükçülük demek değildir. İktisadî özgürlükçülüğü bir takım özel şartlar doğurur. O şartların gerçekleşmediği yerde iktisadi özgürlükçülüğün anlamı yoktur. Nitekim, dünyanın bugünkü durumu, bir çok kusurları olmasına karşın, devletçiliğin benimsenmesini zorunlu kılmaktadır. Devletçiliği benimseyen ülkeler ve bu arada Türkiye, bugünün dünyasının gereklerini yerine getirmekle demokrasiden ayrılmış sayılamaz.[74]
Türk Devrimi, Hüseyin Cahit’e göre, iktisadi devletçiliği toplumun iktisadi koşulları gereği olarak benimsemekle, kendi ilkelerine ters düşmüş, demokrasiyi ve siyasal özgürlükleri inkar etmiş değildir.
Hüseyin Cahit’e göre ABD iktisadi diktatörlük sistemiyle idare olunmağa başladı diye onu demokrasiden ayrılmış zannetmek pek acele bir hüküm vermek ve demokrasinin çerçevesini çok dar algılamak olur. İlk bakışta birbirine tamamen zıt iki kavram gibi görünen diktatörlük ve demokrasi birbirleri ile telif kabul etmez bir rejim değildir. Bu durum, demokrasi için büyük bir faikiyet ve kuvvet teşkil eder. Hüseyin Cahit’e göre, önemli olan, diktatörlük ile kastedilen gayenin, takip edilen hedefin ne olduğudur.
İktisadi yaşama devletin en az düzeyde karışmasından iktisadi yaşamın büyük ölçüde devletçe plana bağlanmasına kadar varan geniş yelpazedeki “devlet müdahaleciliği” Fikir Hareketleri’nde farklı biçimlerde (iktisadi devletçilik, sevk ve idare edilen iktisat, dirije iktisat gibi) adlandırılmaktadır. Dergi yazarlarının hepsi, iktisadi liberalizmi savunmakta ve ekonomiye devletçe yapılacak müdahalelerin olumsuz sonuçlar vereceğini düşünmektedirler. Hüseyin Cahit de ilke olarak bu yaklaşıma katılmakla birlikte, Türkiye ve Türkiye gibi sanayileşememiş ve toplumsal sınıfların henüz oluşmadığı ülkeler bakımından, tıpkı Başvekil İsmet İnönü gibi, bir “müdafaa vasıtası” olarak gördüğü iktisadi devletçiliğe sıcak bakmaktadır.
Fikir Hareketleri’nin demokrasi taraftarı olduğunu belirten Hüseyin Cahit’e göre, bütün ilkeler ve rejimler ülkelere göre uygulamada az çok değişir. Demokrasi (ulusal egemenlik) taraftarı ve liberal olmak “... mutlak iktisadi liberalizmi ya ilk klasikler şeklinde ya sonraki müfrit şeklinde kabul etmeyi tazammun etmez. Siyasi liberalizm ile iktisadi liberalizm ayrılabilir, ayrıdır....” Türkiye’de de bir zorunluluk olarak devlet iktisadiyatı kabul edilmiştir.[75] “En esaslı iktisat mezheplerinin hiçbir vakit bütün gelecek zamanlar ve bütün memleketler için harfi harfine riayet edilecek bir din ahkamı...” bulunmadığını belirten Hüseyin Cahit’e göre, “... iktisat sahasında takip olunacak siyaset, zamanın ve mekanın mahsulü olmak icap eder.”[76]
“... Her memleket iktisadi siyasetini tanzim ederken, iktisat hadiselerinin umumi ve büyük kanunlarını gözden kaçırmamakla beraber, kendi varlığından fışkıran zaruretleri de düşünmeğe mecburdur. Yoksa prensip ve nazariye uğrunda memleket ve hakikat feda edilmiş olur.
“Vakıa iktisadi hürriyetçilik, esas itibarile, pek takdir edilecek, gayet tabii görünecek bir yoldur. Fakat umumi surette tatbik kabiliyeti mevcut olmak şartile. Yoksa öte tarafta başka memleketler bütün bütün aykırı prensipler dairesinde umum dünyanın ahengini ihlal edip dururken kardeş beşeriyet ideali peşinde gümrük hudutlarını kaldırmak ve dahilde iktisadi hürriyet prensiplerini tatbik etmek biraz Donkişotluğu andıran bir hareket olur.”[77]
İktisadi liberalizm, Hüseyin Cahit’in de asıl tercihidir. Bunun uygulanabilir olması, her ülkede benimsenmiş olmasına bağlıdır. Hüseyin Cahit, Başvekil İsmet Paşa tarafından Kadro’da yayımlanan ve Halk Fırkasının devletçilik yaklaşımının açıklandığı makalenin “... bu bakımdan pek dikkate şayan bir mukaddeme ile söze başl[adığını]...” belirtmektedir. Başvekilin bu makalede “İktisadi devletçilik siyaseti, bana her şeyden evvel bir müdafaa vasıtası olarak kendi lüzumunu gösterdi. ... İktisadi devletçiliği biz inkişaf yolu takip edebilmek için bir müdafaa vasıtası ve bu sebeple bir azimet noktası, bir temel addetmeğe mecbur bulunuyorduk...” şeklinde bir yaklaşım sergilediğini, bu yaklaşımıyla iktisadi sorunları gerçek bir Devlet adamı gözü ve muhakemesi ile görmekte ve çözümlemekte olduğunu gösterdiğini belirtmektedir.
Hüseyin Cahit, iktisadi devletçiliği bir “müdafaa vasıtası” ve “Türk iktisadiyatını kurtarmak ve sağlam temellere oturtmak için tatbik edilecek en salim meslek” olarak görmektedir.
“İktisadi devletçilik masa başında kitap ve nazariye ile halledilecek bir iş değildir... bütün dünyanın iktisadi vaziyeti ve gidişi karşısında Türk camiasının tutması icap edecek en münasip yol ne olacağı düşünülürse o zaman memleketin iktisadi hayır ve selameti itibarile selim bir neticeye vasıl olmak kabil olur. İktisadi devletçilik bugün Türk iktisadiyatını kurtarmak ve sağlam temellere oturtmak için tatbik edilecek en salim meslektir. Çünkü kendimizi başka türlü müdafaa edemeyiz. Eğer bütün cihanda tek bir para tekarrür etmiş, gümrük hudutları kalkmış, iktisadi hürriyetçilik prensipleri işlemeğe başlamış olsa idi bile biz gene bu yolu tutmak için iyice düşünmek mecburiyetinde kalacaktık. Çünkü Avrupada iktisadi devletçilikten bahsedilince karşıya çıkacak iktisadi vaziyet başkadır, bizde bütün bütün başkadır.”
“İktisadi vaziyet”in farklı farklı oluşu, iktisadi devletçiliğin Türkiye ve Avrupa bakımlarından farklı biçimde ele alınmasını gerekli kılmaktadır.
“Avrupada büyük bir sermaye birikintisi vardır. Avrupada büyük bir sanayicilik vardır. Avrupada bir mala sahip sınıf ile bir beş parasız sınıf vardır ve birbirlerile adeta hayat ve memat mücadelesi içindedirler.
“Bizde bu hallerden henüz eser yoktur. Bizde daha kapitalizm başlamamış sayılabilir. Sanayicilik hareketi yoktur. Sermayedar ve işçi sınıflarından da henüz eser görmüyoruz. Avrupada iktisadi devletçilik sosyalizme götüren bir yol diye telakki ediliyor. Avrupada sanayicilik etmek isteyen devlete karşı işleri iyi beceremiyeceği söyleniyor. Avrupada devletin sanayiciliğe kalkışması bir gasp ve müsadere mahiyetini alıyor.
“Bizde iktisadi devletçilik bir nazariyenin mahsulü olmadığı için sosyalistliğe doğru adım olsun diye yapılmamaktadır. Memleketin iktisadi hayatını kurtarmak, bir sanayi hareketi vücude getirmek ve bütün bunlardan daha mühim olmak üzere, şamil tabir ile, memleketi sefalet ve iflasa sevketmemek için bir tedbir olarak tatbik edilecektir. Avrupada uzun zamandan beri hususi fertler ve şirketler elinde inkişaf eden sanayi hareketi dahiyane başlara, herhalde büyük, tecrübeli ve mütehassis şeflere maliktir. Bizde bu hususta vukuf, irfan ve tecrübe namına ne varsa devlette toplanmıştır. İşte memleketimizde pek çok hususi fabrikalar görüyoruz. Halbuki bugün sanayiciliğin ruhu olan ‘rasyonalizasyon'u düşünen, bunu temin için Avrupanın en büyük profesörlerinden birini davet eden, onun vesayası dairesinde prensipleri tatbika geçen, hasılı sanayiciliği iptidai ve ham halinden çıkararak asri ilim ve teknik esasına dayanmış surette idare etmek isteyen ancak devlet fabrikalarıdır. Fabrika yalnız para ile kurulmaz ve işlemez. İlim, teknik ve ihtisas ister. Avrupada devlet bu noktada zayıftır, bizde kavidir.
“Eğer biz memlekette devlet başta olarak bir sanayicilik tesis etmezsek bir taraftan kendi topraklarımızda aç ve sefil kalacağız, bir taraftan bütün bu kurtardığımız istiklale rağmen dünyanın sanayici yedi devletinin hepsinin veya bir kısmının bir müstemlekesi haline düşeceğiz...”
Hüseyin Cahit’e göre, savaş, yaşamak için başka ülkelere muhtaç olmanın ne büyük bir zaaf teşkil ettiğini ortaya koydu.
“Şimdi her memleket hudutlarının etrafına adeta bir duvar çekmiş; gümrüklerden içeri kuş uçurmaz bir halde, bütün ihtiyaçlarını kendi temin etmek istiyor. Kat’iyyen muvaffak olamıyorlar. Bugün gene bütün memleketler biribirlerine muhtaç bir halde bulunuyorlar. Her memlekette gümrük himayeleri sayesinde cılız, sun’i bir sanayicilik hareketi inkişaf ediyor. Fakat serbes[t] rekabete imkan olmayınca bu yolu tutmak bir zaruret değil midir? Herhalde, iktisadiyatın ve siyasiyatın umumi gidişi bugün infirat politikasıdır. Herkes her şeyi kendi temin etmek mecburiyetindedir, elinden geldiği kadar.”
Emperyalizmin var olduğu ve serbest rekabetin bulunmadığı bir dünya vaziyeti karşısında, Hüseyin Cahit’e göre, “... prensip tenkitlerini bir yana bırakmak ve herkes gibi müdafaa tertibatı almak...” gerekmektedir. İktisadi devletçilik bizde her hangi bir hakkı ortadan kaldırmamakta olduğundan, yüksek adalet ilkelerine de uygundur.
“Başvekil Paşa Hazretlerinin işaret ettikleri gibi bizde İktisadi devletçilik sade bir müdafaa tertibatından ibaret kalamaz. Bugün memlekette sermaye de devlettedir, vukuf ve ehliyet de devlettedir. Devleti kendilerini himaye etmeğe mecbur edecek kuvvetli ve nüfuzlu bir sermayedar sınıfının esareti altında bulunmamak bizim için en büyük bir nimet teşkil ediyor. Devlet sanayi himayesi için memleketin umumi ve yüksek menfaatleri namına bir tedbir alacak ise bu bir nevi vergi demek olacaktır. Fakat bu vergi mahdut bir sermayedar sınıfının kasasına değil, hepimizin hazinemize, maliyeye girecektir. Bu noktadan da iktisadi devletçilik bizde yüksek adalet prensiplerine uygundur. Mevcut ve müesses hiç bir hak yıkılmamaktadır.”[78]
Dünyanın en demokrat hükümetleri bile (Amerika, İngiltere, Fransa...) iktisadi özgürlükten uzaklaşmışlardır. Bu, siyasal özgürlükle iktisadi özgürlüğün birlikte bulunmasının zorunlu olmadığını göstermektedir.
Bunun içindir ki iktisadî Devletçiliği Türk heyeti İçtimaiyesinin iktisadî şartları icabından telâkki eden ve bu yola giren Türk inkılâbı kendi prensiplerine hıyanet etmiş, millî hakimiyeti yani demokrasiyi ve siyasî hürriyetleri inkâr eylemiş değildir.”
Siyasal özgürlük ile iktisadi özgürlüğü birbirine karıştırmamak gerekir. İktisadi özgürlükçülüğü bir takım özel koşullar doğurmuştur. O koşulların gerçekleşmediği yerde iktisadi özgürlükçülüğün anlamı yoktur. Bugünkü dünya, birçok kusuru olmasına karşın, devletçiliği zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla, devletçiliği benimseyen ülkeler şimdiki durumun ve koşulların gereğini yerine getirmiş olmakla demokrasiden ayrılmış sayılamazlar.[79] ABD'nin iktisadi diktatörlük sistemi ile yönetilmeye başlaması onun demokrasiden ayrılmış olduğu anlamına gelmez. Demokrasi ile diktatörlük birbirine tamamen zıt iki kavram değildir.[80]
Fikir Hareketleri’nin diktatörlük çözümlemeleri içinde, hatta tüm çözümlemeleri içinde en geniş yer tutanı, komünizm çözümlemeleridir. Komünizmi konu edinen makaleler toplam makale sayısının %13'ünü oluşturmaktadır.[81]
Fikir Hareketleri’nde “diktatörlük” sözcüğü, bazen komünist, faşist ve nazist rejimlerini ifade etmek üzere, bazen de, bu üç rejimin yanı sıra, diğer bazı Avrupa ülkelerinde kurulan ve “adi bir hükümet darbesi neticesinde, sırf bir adamın yahut bir takımın şahsi düşünce ve menfaatleri uğrunda tesis edilen” diktatörlükleri, yani demokrasi rejimi dışında kalan her tür rejimi nitelemek üzere kullanılmıştır.
FH yazarlarından kimileri Dünya Savaşı ertesinde Avrupa'da diktatörlüklerin belirmesini bu Savaş'a bağlamışlardır. Onlara göre Lenin, Mussolini ve Hitler bu sayede kendi uluslarının yazgısına egemen duruma geldiler.[82] Avrupa’da iki ateş (devrimciler ve mürteciler) arasında kalan demokrasi mürtecilerin gözünde sürekli olarak devrimlere neden olan yıkıcı bir rejim, devrimcilerin gözünde de yeni zamanlara özgü bir irtica biçimiydi.[83]
Üç modern devrim (Rus, Alman ve İtalyan) siyasal ve iktisadi liberalizmi ortadan kaldırmıştı.[84] Diktatörlüklerden biri sol taraf diktatörlüğü (fabrika amelesinin diktatörlüğü olan komünistlik), diğer ikisi ise sağ taraf diktatörlüğü (tek adamın keyfi hakimiyeti demek olan diktatörlük) idi.[85]
FH’nin Hüseyin Cahit dışındaki yazarları da diktatörlüklere karşı olumsuz bir tutum takınmışlardır.
VI. Değerlendirme
Bu makalede, Fikir Hareketleri dergisinde Hüseyin Cahit’in Türk Devrimine nasıl baktığı, bu dergideki görüşlerinden hareketle irdelenmiştir.
Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri’nde orta sınıf söylemini dayalı bir demokrasi savunusu yapmıştır. Cumhuriyetin kuruluşu esnasında temsili demokrasinin gereklerinin yerine getirilmemesini (Cumhuriyet Halk Fırkası liderliği ile Cumhurbaşkanlığının aynı kişide birleşmesini), Tanin’de, kıyasıya eleştirmekte ve bu yüzden siyasal iktidarın şimşeklerini üzerine çekmekteydi. İstiklal Mahkemelerinde bile yargılandı.
1930’lu yıllarda ise, iki savaş arası dönemin dünya koşullarını (diktatörlüklerin yaygınlaşması ve demokrasinin gözden düşmesi) dikkate alan, demokrasiyi korumak pahasına, gerektiğinde kısa süreli diktatörlükleri bile salık veren, iktisadi hürriyeti demokrasi için olmazsa olmaz koşul saymayan bir Hüseyin Cahit ile karşılaşmaktayız.