Giriş
Osmanlı Devleti’nin önce reayası sonra da tebaası olarak Rumlar ve Ermeniler yüzyıllarca Osmanlı toplumunun bir parçası olarak yaşadılar. Bugün işleyişi, hatta olup olmadığına dair üzerinde soru işaretleri bulunan, ancak geniş bir hoşgörü/tolerans/müsamaha[1] olarak tanımlayabildiğimiz ve genel- geçer şekliyle “Millet Sistemi”[2] olarak adlandırılan yapı içerisinde belirtilen unsurlar, Osmanlı Coğrafyası üzerinde varlıklarını sürdürdüler. Rumlar ve Ermeniler, tarihî süreç içerisinde kendi patrikhaneleri etrafında teşkilatlanarak kültürel özelliklerini muhafaza ettiler. Rum ve Ermeni Patrikhaneleri, Osmanlı Devleti'nin güçlü olduğu dönemlerde dünya siyasetine yön verirken yararlandığı kurumlarındandı. Fakat daha sonra dünyadaki gelişmelere ayak uyduramayan aynı devlette, bu defa da sistemin tıkanmasında ve önü alınamayan çöküşe doğru hızla gidilirken, adı geçen kurumların olumsuz anlamda çok etkili oldukları reddi mümkün olmayan tarihî bir gerçektir.
Osmanlı Devleti'nde merkezî yönetim uzun bir süre, tebaasının farklılıklarının ibadethaneleri dışında farkında bile olmak istemediği gibi[3], farklı ibadethanelerin aynı yerleşke içerisinde bir arada bulunabilecekleri müsamaha ortamını tesis edebilecek derecede geniş gönüllülük fikrine sahip olup, bunu uygulamada da gösterdi. Lakin XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Avrupa'nın kapitalist etkisi ve emperyalist baskısının Osmanlı Devleti'nde açıkça ve artarak hissedilmesiyle birlikte gayrimüslimler, Türkler karşısında ayrıcalıklı bir konuma geldiler. Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde; Tanzimat ve Islahat Fermanları ile I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde bütün tebaa için siyasî ve sosyal eşitliğin getirilmesi, zaten var olan dengesizliği tamamen Rumların ve Ermenilerin lehine değiştirdi. Türkler açısından ortaya çıkan bu olumsuzluklar, bir taraftan Türk milliyetçiliğini canlandırırken[4], diğer taraftan da Rumları ve Ermenileri birbirlerine yaklaştırmaya başladı. Buna bağlı olarak adı geçen patrikhaneler, yenileşme hareketlerine karşı sert bir şekilde muhalefet ettiler. Aslında Rumlar ve Ermeniler ferdî olarak, belirtilen dönemlerde yapılan yenileşme hareketlerinden olumlu etkilenerek memnuniyetlerini gizlemeyen gayrimüslim unsurlardı[5]. Fakat bu duruma sürekli bir şekilde başta patrikler olmak üzere hemen hemen bütün din görevlileri,[6] cemaat mensuplarının devletle aracısız doğrudan temasa geçebilecek olmaları ve kendilerinin kurum düzeyinde maddî ve manevî etkilerinin azalacağını tahmin etmekte güçlük çekmediklerinden dolayı karşı çıktılar.
Patrikhanelerin bu memnuniyetsizlikleri, Osmanlı Devleti üzerinde aynı amaçları ve farklı hesapları olan Rusya, İngiltere, Fransa ve ABD gibi devletlerde, durumu kendi çıkarları için kullanma isteklerini arttırdı. Birer Osmanlı Kurumu olan patrikhaneler, emperyalist politikalara alet oldular ve adı geçen devletlerle fiilen birlikte[7] hareket etmeye başladılar. Zaten Emperyalist Devletler, patrikhanelerin Osmanlı Devleti’ne karşı giriştikleri faaliyetlerine “İslâm-Hıristiyan Mücadelesi” olarak bakmakta tereddüt etmemekteydiler. Bu durum pek gizlenmeye çalışılmadığı gibi Türkiye ile ilgili meselelerde aynı bakış açısının devam ettiği ve Türklerin aleyhine; işbirliğinin hem “Rum-Ermeni”, hem de “Müttefikler-Rum-Ermeni” boyutunun en yoğun ve en açık olarak hissedildiği dönem, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Türk Millî Mücadelesi dönemleridir. Bu işbirliği noktasında belirtilen dönemlerde Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde dahi, Rum ve Ermeni mebuslar kendileriyle ilgili pek çok konuda beraber[8] hareket etmeye özen gösterdiler. Bu özen gayrimüslim mebusların dâhil oldukları patrikhaneleri veya patrikhaneler, cemaatlerine mensup olan mebusları denetim altında tutarak ve eşgüdümlü bir şeklide birbirlerini etkileyerek diri tutmaya çalıştılar.
Rum-Ermeni işbirliği hususunda özellikle Fener Rum Patrikhanesi, Emperyalist Devletlerin bilinen tavrını güçlendirmek ve desteklerini arttırmak amacıyla Ermenileri de yanına almaya çalıştı[9]. Bunda dinî ayniliğin yanında Ermenilerin, Hıristiyanlığı resmen kabul eden ilk millet[10] olmalarının da etkisi göz ardı edilemez. Emperyalist Devletlerin, dindaşları olduğu için Osmanlı Devleti tebaası Rumları ve Ermenileri sürekli mağdur ve mazlum gördükleri yetmiyormuş gibi, dünya kamuoyuna da bu şekilde yansıttılar. Ayrıca aynı zamanda da adı geçen unsurları kışkırtacak her türlü pervasız açıklamayı yapmaktan geri durmadılar. Mesela Başkan Wilson 18 Aralık 1916 tarihli yayınladığı barış notasıyla; “Türklerin kanlı zulümleri altında tutulan milletlerin kurtarılması”[11] amacıyla savaştıklarını ifade ederek, Türklere yönelik uyguladıkları tahripkâr politikalarına meşruiyet kazandırmak istedi. Müttefiklerin, Türklere karşı kin ve nefretlerini yine açık bir şekilde 20 Mart 1917’de gerçekleştirilen Dominyonlar Konferansında Lloyd George[12]; “Türklerin, dünyanın en verimli topraklarını çok kötü bir biçimde yönettiklerini, bu toprakların dünyanın saadet ve refahı için kazandırılması gerektiğini ...” ifade ederek ortaya koydu. Bu tür açıklamalar Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin ve bunlara bağlı olarak hareket eden Rum ve Ermeni çetelerinin[13] Türkiye’nin değişik yerlerinde, Türklere karşı gerçekleştirdikleri saldırılarını artırmalarına sebep oldu.
Rum ve Ermeni Yakınlaşmasının Rum-Ermeni İşbirliğine Dönüştürülmesi ve Faaliyetleri
Osmanlı Devleti son yüz elli yılda pek çok savaş kaybetmişti. Fakat millet-i hâkime konumunda olan Türkler, hiçbir dönemde başta İstanbul olmak üzere, vatanlarında acı ve ıztırabı çağrıştıran kavramları bu derece derin hissetmemişlerdi. Resmen “Müttefiklerin Himayesi/Koruması”[14] denilen uygulama Emperyalist Devletlerin, Türkiye ile ilgili düşüncelerini hayata geçirme safhasında Rumların ve Ermenilerin himaye adı altında Türklere karşı hıyanetlerini gerçekleştirmeleri için tahrik ve teşvik edildikleri fiilen işgalden başka bir şey değildi.
Müttefiklerin bu tavrından cesaret alan gayrimüslim din görevlileri[15] toplumun huzurunu bozan hareketlerin merkezinde yer alırlarken, Rum ve Ermeni mebuslar, Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde 4 Kasım 1918’de, 1915 sevk ve iskânı[16] sırasında Rumlara ve Ermenilere karşı işlendiğini iddia ettikleri suçlamalarla ilgili sorumluların cezalandırılmasını isteyecek cesareti buldular.[17] Gayrimüslim mebusların düşüncelerini hayata geçirme noktasında zamanlamaları çok isabetliydi. Kısa bir süre sonra işgal ordularının öncü kuvvetleri de 7 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiler. Bunlar Rumlar ve Ermenilerden oluşan bir topluluk sevinç gösterileriyle karşıladı.[18]
Türkiye’de, başta İngiltere olmak üzere bütün Müttefik Devletler temsilcileri coşkulu bir şekilde karşılanırlarken aynı zamanda öncelikle İngiltere’deki Rum ve Ermeni temsilcileri İstanbul’daki Müttefik Devletler temsilcilerine çektikleri telgrafla yardımlarından dolayı tebrik ederlerken, “Türk zulmünden”[19] kurtarılmaları doğrultusunda da beklentilerini dile getirdiler. Olaylar Rumların ve Ermenilerin telgraflarında belirttikleri beklentileriyle doğru orantılı olarak gelişti. Bu süreçte 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Müttefik Devletlere ait filo ile Müttefik askerleri bundan önce olduğu gibi Ermeniler ve Rumlar tarafından birlikte “yaşa” nidalarıyla “hoş geldiniz” sedalarıyla büyük bir coşkuyla karşılandı[20]. Hıristiyanlar bu karşılama törenlerinin semeresini hemen almaya başladılar ve 18 Kasım 1918’de İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Caltrophe, tutuklu bulunan Rumların ve Ermenilerin serbest bırakılmalarını istedi[21]. İstanbul’da bunlar olurken, yine aynı gün L. George[22], İngiliz Parlamentosunda yaptığı konuşmada Rumları ve Ermenileri Türk hâkimiyetinden kurtaracaklarını ifade etti. Bu tarz açıklamalar Türkiye’de yaşayan Rumların ve Ermenilerin hiç çekinmeden rahat ve pervasız bir şekilde hareket etmelerine zemin hazırladı.
Rum Patrikhanesi, mevcut durumu büyük ülküleri açısından tarihî bir fırsat olarak gördüğünden Mondros Mütarekesi’nden sonra bütün Rumların birlikte hareket ettiklerini hem Müttefiklere, hem de Ermenilere göstermek amacıyla “Millî Komite”[23] adıyla yeni bir birim oluşturdu. Ayrıca patrikhanede adı geçen komite ile düzenli ve üst düzeyde irtibat sağlanması için bünyesinde, patrikhanenin himayesinde bulunan birçok cemiyet temsilcisinin de bulunduğu “Millî Merkez Komitesi”[24] tesis edildi.
Rum Patrikhanesi’ndeki bu teşkilatlanma ve çabalar karşılıksız kalmadı. Türkiye topraklarında mevcut yapıyı değiştirme hususunda Rumlardan aşağı kalmayan Ermeniler, Müttefik temsilcilerinin yaptıkları açıklamalar ve verdikleri desteklerden dolayı Rumlara tamamen yaklaşmaya başladılar. Böylece tarafların daha fazla birbirlerine yakınlaşmalarının tabii seyri içerisinde “Rum-Ermeni İşbirliğinin”nin temelleri, Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin istek ve yönlendirmeleri doğrultusunda, Pontus gönüllülerinden Yunan Subayı Katheniotis ile Ermenistan temsilcisi Terminasssian tarafından 1918’de Cenevre’de “Türkiye’de Zulme Uğramış Milletler Birliği”nin kurulmasıyla sağlam bir zemine oturtulmaya çalışıldı[25]. Cenevre’de bu dönem içerisinde kısmen resmiyet kazandırılan Rum ve Ermeni beraberliği aynı yılın Aralık ayında Rum Patrik Vekili Doretheos ve Ermeni Patriği Zaven Efendi’nin çabalarıyla “Rum-Ermeni Birliği Komitesi”nin kurulmasıyla daha ileri bir safhaya taşındı[26]. “Rum-Ermeni Birliği Komitesi”, Rumların ve Ermenilerin çıkarları doğrultusunda işbirliği halinde hareket edilmesi hususunda tavsiye ve telkini aşarak emirler veriyordu. Bunun yansımaları Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde de görüldü. Bir süre önce 4 Kasım 1918’de Rumlara ve Ermenilere karşı olumsuz davrananların cezalandırılması yönündeki Rum ve Ermeni mebusların istekleri, 16 Kasım’da bir önerge haline getirilmişti. 12 Aralık 1918’de konu ile ilgili olarak bir heyet oluşturuldu[27]. Bundan kısa bir süre sonra 16 Aralık’ta İstanbul Divan-ı Harb-i Örfî’si kuruldu ve yargılama süreci başlatıldı.[28]
I. Dünya Savaşı başlarında ortaya çıkan, sonlarına doğru resmiyet kazanan ve “Rum-Ermeni Birliği Komitesi”nin çabaları sonucunda oluşturulan “Rum-Ermeni İşbirliği”[29] 4 Ocak 1919’da yapılan Büyükada toplantısıyla Türkiye topraklarındaki stratejisini belirginleştirdi. Bu toplantının amacı mevcut işbirliğinin zeminini gittikçe sağlamlaştırarak, Türklere karşı daha düzenli ve güçlü bir şekilde mücadele etmekti[30]. “Rum-Ermeni Birliği Komitesi” tarafından Rumların ve Ermenilerin, Türklere karşı verilen mücadelede mümkün olduğu kadar “Rum-Ermeni İşbirliği” zeminine dâhil edilmelerine özen gösterildi. Adı geçen komitenin düzenlediği müşterek törenlerle, her iki cemaat mensuplarının hem gözlerine, hem de gönüllerine hitap edilmek suretiyle zihinleri fethedilmek istendi. Bu amaçla 5 Ocak 1919’da İstanbul’da Ayatriada Kilisesi’nde Türkler tarafından katledildikleri iddia edilen Rumların ve Ermenilerin ruhu için büyük bir ayin gerçekleştirildi. Ayine Yunan Deniz Kuvvetleri’ne ait Averof zırhlısı komutanı ve çok sayıda Yunan bahriyelisi de katıldı[31]. Bu sürecin hızlandırılması ve buna bağlı olarak hükümet yetkililerinin sindirilmesiyle faaliyetlerini elverişli bir ortamda gerçekleştirmek isteyen Rumlar ve Ermeniler, dışarıda da benzer birlikteliklerini ve çabalarını sürdürdüklerinden; 1919 yılı Ocak ayının sonu ve Şubat ayının ilk günlerinde Londra’da oluşturdukları müşterek bir heyet ile İngiliz Parlamentosunu ziyaret ettiler. Burada 1915 sevk ve iskânı sırasında gayrimüslimlerin katledildiklerini ve bununla ilgisi olan Osmanlı Hükümeti görevlilerinin cezalandırılmalarını istediler.[32]
Müttefik Devletler, “Rum-Ermeni İşbirliği”ne yönelik desteklerine devam ettiler. Başta L. George olmak üzere pek çok Müttefik temsilcisi, bilimsel ve evrensel değerleri hiçe sayarak resmî istatistikleri dahi tahrif etmekte her hangi bir sakınca görmeden yaptıkları açıklamalarla “Rum-Ermeni İşbirliği”nin gücüne güç kattılar. L. George bu amaçla 18 Ocak 1919 Paris Konferansı’nda yaptığı açıklamada sadece İstanbul’da yüz binlerce Rum ve Ermeni olduğunu iddia etti[33]. Emperyalist Devletlerin temsilcilerinin pek çoğu sarf ettikleri sözler ve uygulamaları ile L. George’dan geri kalmamaktaydılar. İngiliz üst düzey yöneticilerinden Amiral Webb de, 19 Ocak 1919’da; yaptıklarının sıradan bir işgal olmadığını Türkiye’yi yönettiklerini, icraatları esnasında Rum ve Ermeni tutukluları suçlarına bakmaksızın serbest bıraktıklarını[34] ifade ederken, “durumdan vazife çıkardıklarını” da gizlememekteydi. Müttefikler bu kadarla da yetinmeyerek, bazı yerlerde depolardaki silahları bile Rumlara ve Ermenilere dağıttılar[35]. Bu ve benzeri uygulamalar üzerine “Rum-Ermeni İşbirliği”nin üst düzey yöneticilerinin emirleri doğrultusunda hareket eden Rumlar ve Ermeniler, 15 Şubat 1919’da güvenliği sağlamakla görevli polislere saldıracak kadar eylemlerini ileri götürdüler.[36]
Türkiye ve Türkiye dışında, Müttefikler ile Rumların ve Ermenilerin birbirlerine destekleri Hıristiyan dünyasının kendi aralarındaki tarihî mezhep çatışmaları unutturulmak istenircesine ortak bir tavır sergilenmeye çalışıldığı gözden kaçmamaktaydı. Bunun somut bir delili olarak; 8 Şubat 1919’da Fransız Doğu Orduları Komutanı General Franchet d’Esperey, beyaz at üzerinde, kurtarıcı bir tavırla İstanbul’a girerken Rumların ve Ermenilerin oluşturduğu coşkulu kalabalık tarafından karşılandı. Bundan önce 23 Kasım 1918’de de İstanbul’a gelen adı geçen komutana yapılan karşılama töreni ile Fatih’in İstanbul’a girişine benzer bir görüntü verilerek,[37] adeta tarihten ve özellikle Türkler’den intikam alınmaya çalışılması için gösterilen çaba açık bir şekilde gözler önüne serilmekteydi. General Franchet d’Esperey, iki hafta sonra “Rum-Ermeni İşbirliği”nin resmiyet kazandığı yer olan Büyükada’yı ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında Rum çocuklarının ellerinde Yunan ve Fransız bayrakları vardı[38]. Tabii olarak bu yaşananlar Türkler arasında Rumlar, Ermeniler ve Müttefik Devletler ile ilgili olarak olumsuz fikirlerin; Müttefiklerin, Rumlar ve Ermenilerin kendilerini katletmelerine izin verdiklerine dair olanlar da dâhil olmak üzere artmasında etkili oldu. Bu durum çok abartılı bir şayia gibi görünse de kesinlikle gerçek olduğu; Müttefik Devletlerin üst düzey yetkilisi olan Amiral Calthorpe’un göreve getirildikten yedi ay sonra kendi yetkililerini bilgilendirirken; “hiçbir Türk’e hiçbir yardımda bulunmamak bizim tutarlı politikamız olmuştur”[39] ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Türkiye’de Rumlar ve Ermeniler lehine belirtilen hususların yaşandığı günlerin hemen sonrasında başta Fransız olmak üzere Avrupa basınında Rumların ve Ermenilerin, Türkler tarafından katledildiklerine dair Avrupa kamuoyu, yoğun olarak yalan ve yanlış bir şekilde Rum ve Ermeni propagandasıyla etkilenmek istendi.[40]
Rum-Ermeni İşbirliği, mevcut Osmanlı yönetimini milletlerarası alanda yıpratmak için mümkün olan her fırsatı değerlendirmeye çalıştığından dolayı Sultan Vahdettin’in, seçim yapılmak kaydıyla 21 Aralık 1918’de Osmanlı Mebuslar Meclisi’ni fesih[41] kararı Rum ve Ermeni ruhaniler arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Çünkü hem Mondros Mütarekesi’nin etkisiyle oluşturulan belirsizlik ortamında meclisin de aktif olarak bulunmadığı şartlar ve seçim süreci içerisinde çok rahat bir şekilde davranabilecekler, hem de meclis faal olmadığı gerekçesiyle Osmanlı Devleti’ni Avrupa Devletlerine şikâyet edebileceklerdi. Fakat hükümet 1919’da seçimin yapılması ve yeni meclisin oluşturulması için hemen harekete geçti. Başlatılan seçim çalışmalarından Rum ve Ermeni din görevlileri çok rahatsız oldular. Bundan dolayı 1919 seçimlerinin yapılmaması için faaliyetlerini artıran “Rum-Ermeni İşbirliği Grubu” gazetelerde, gayrimüslimlerin zorla seçime sokulmak[42] için kaydedildikleri haberlerinin yanında, Türkiye’de gayrimüslimlerle ilgili can güvenliği ve asayişin olmadığı vs. gibi sudan sebeplerle seçime katılmayarak engellemek istediler.[43]
Fiilen işgal altındaki İstanbul’da; Türklerden kaynaklanan bir asayişsizlik ve ileri sürülen asılsız iddiaların gerçek olması mümkün değildi[44]. Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin seçimi engelleme gayretleriyle almak istedikleri tedbirin asıl sebebi, seçime bağlı olarak yapılacak çalışmalarda nüfuslarıyla[45] ilgili gerçek rakamların ortaya çıkarılma endişesini taşımalarındandı. Çünkü o zamana kadar nüfuslarını abartılı[46] olarak dünya kamuoyuna açıkladıklarından dolayı, seçime iştirak ettikleri takdirde gerçek rakamların ortaya çıkacak olması tedirginliklerini arttırdı. Bu amaçla seçime katılmamak için türlü bahaneler ileri sürdüler. Fakat benzer hususla ilgili olarak hiçbir endişeleri olmayan Museviler[47] seçimlere katıldılar. Bu da seçimlerle ilgili gerçeği açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Rumların ve Ermenilerin olumsuz tavırlarına rağmen ülkede herhangi bir kargaşalığa meydan vermemek amacında olan kuruluşların başında gelen ve Dr. Esat Bey’in başkanlığında faaliyet gösteren Millî Kongre Cemiyeti’nin[48] çabalarıyla Patrikhaneler ve Hükümet nezdinde teşebbüse geçilerek, Rum ve Ermenilerin güvenlikle ilgili gerekçeleri ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Hakikaten hükümet yetkilileriyle kurulan irtibat sonucunda patrikhanelerin encümen seçimindeki mazeretleri, yetkililerin özetle; oy kullanmayanların oylarını kullanabilecekleri gibi, hatta isterlerse oy pusulalarını bir zarfa koyarak gönderebileceklerine[49] dair yaptıkları açıklamayla giderildi. Bütün bu teşebbüslere ve hükümetin açıklamalarına rağmen patrikhanelerin seçimle ilgili fikirleri değişmedi.
“Rum-Ermeni İşbirliği”nin bu ve benzeri olumsuz tutum ve davranışları İstanbul’daki Müttefik Kuvvetler Yüksek Komiserliği’nde oluşturulan “Rum-Ermeni Masası”na[50] da yansıdı. Adı geçen işbirliği grubu, aynı adlı masayı hem etkiliyor, hem de ondan aldığı destekle Türklerin aleyhine yürüttükleri yoğun kampanyalarını lobi ve propaganda faaliyetleri çerçevesinde sürdürüyordu[51]. Türklere karşı yürütülen faaliyetlerin ardı arkası kesilmediği gibi artarak devam etti. Başta İngiltere olmak üzere Müttefik Devletlerin, Karadeniz Bölgesinde özellikle de Samsun ve çevresinde Türklerin, gayrimüslimlere yönelik katliamlarda bulunduklarına dair iddialar mevcuttu. Bunların yerinde incelenmesi amacıyla Mustafa Kemal Paşa’nın, Samsun’a çıkmasından sonra Hariciye Nezareti’nin Yüksek Komiserliğe gönderdiği yazıda; Karadeniz Bölgesinde Rumların, Doğu Anadolu’da da Ermenilerin Türklere yönelik saldırılarda bulundukları belirtilmektedir. Bundan da anlaşılacağı gibi Türkleri katletmeye yönelik faaliyetlerde Rum ve Ermenilerin, “Rum-Ermeni İşbirliği Grubu” sayesinde eş güdümlü bir şekilde eş zamanlı olarak harekete geçtikleri görülmektedir.[52]
Bu ve benzeri uygulamalar “Rum-Ermeni İşbirliği”nin tamamen güçlendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Her iki unsurun birlikte daha sıkı bir işbirliği içerisinde hareket etmeleri için Taşnak Cemiyeti de yoğun bir çaba içerisindeydi. Nitekim Kafkasyalı bir Ermeni olan Şirvanzâde adındaki Taşnak üyenin[53] uzun bir süreden beri İstanbul, İzmir ve Paris arasında gidip geldiği Ekim 1919’da tespit edildi. Türkiye içinde ve dışında Rumların ve Ermenilerin, Türklere karşı kışkırtıcı tavırları o derece artmıştı ki; Millî Mücadele’ye sürekli olarak olumsuz bir tavır sergilediği açıkça belli olan Damat Ferit Paşa[54] dahi bunları ciddi olarak uyarma gereğini duymasına rağmen Rum Patrikhanesi faaliyetlerini sürekli artırma eğilimindeydi.
Rum Patrikhanesi’nin çabaları çerçevesinde ve talimatı doğrultusunda Trabzon Metropoliti Hrisanthos, 27 Mart 1919’da Paris Konferansı’na[55] katılmak üzere harekete geçti ve burada 2 Mayıs 1919 tarihinde “Esaret Altındaki Rumlar’ın Delegesi”[56] sıfatıyla görüşmeler yaptı. “Rum-Ermeni İşbirliği” temsilcilerinin Türkiye dışındaki faaliyetlerinde, kendilerine Türkiye dâhilindeki Müttefik Devletler temsilcileri tarafından da tam destek verildi. Bu destekten emin olan Rum ve Ermeni Patrikleri, 3 Temmuz 1919’da İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiserliği’ni ziyaret ederek; Türkiye’deki huzursuzluğun ve asayişsizliğin tek sebebinin hükümet olduğunu belirterek, bu durumdan kurtulmak için Müttefik Devletlerin en kısa zamanda tedbirler almasını istediler[57]. “Rum-Ermeni İşbirliği”nin bu tür faaliyetleri Osmanlı Hükümeti yetkilileri tarafından bilinmesine rağmen, Rum ve Ermeni muhacirlerle ilgili olarak onların sıkıntılarının giderilmesi konusunda her hangi bir aksaklığa meydan vermemek için imkânlar dâhilinde çaba gösterildi[58]. Hükümet yetkililerinin bu iyi niyetli yaklaşımları dahi “Rum-Ermeni İşbirliği”ni devlet aleyhine faaliyetlerinden uzaklaştıramadı. Mevcut işbirliğinin omurgasını oluşturan Rum ve Ermeni ruhanî liderleri 1 Ağustos 1919’da ABD’nin İstanbul Konsolosluğu’nda bir araya geldiler. Bu toplantıda Türkiye’de, Türk idaresinden kurtulma uğruna her hangi bir himayeyi rahatlıkla kabul edebileceklerine dair mutabakat halinde olduklarını belirttiler.[59]
Rumların ve Ermenilerin işbirliği halinde olduklarını ilk fark edenlerden olan Mustafa Kemal Paşa, 22 Ağustos 1919’da gayet gizli tutulmasını işaret ederek bir genelge yayınladı. Bu genelgede; Rum Patrikhanesi’nde, Patrikvekili Dorotheos başkanlığında Mavri Mira adında bir cemiyet kurulduğunu, aynı cemiyet ile Ermeni Patriği Zaven Efendi’nin de birlikte hareket ettikleri belirtilirken, “Rum ve Ermeni İşbirliği”ne açıkça dikkat çekildi[60]. Mustafa Kemal’in Atatürk, endişelerinde ne kadar haklı olduğunu Rum ve Ermeni Patrikleri 15 Ekim 1919’da Türkiye’nin bütününün işgal edilmesi yönündeki isteklerini Müttefik Kuvvetler Yüksek Komiserliği’ne bir muhtıra halinde iletmiş olmaları açıkça ortaya koydu[61]. Ayrıca adı geçen ikili, 1919 Ağustosu'nun son günlerinde İstanbul’a gelen General Harbord'u da gizli olarak beraber ziyaret ettiler.[62]
İstanbul Hükümeti'nin yaklaşımları istenilen sonucu vermezken, Mustafa Kemal Paşa'nın uyarılarında haklı olduğu açıkça görülmüştür. Şöyle ki; Rum Patrikhanesi'ne bağlı olarak Pontusçu faaliyetlerini yürüten Metropolit Hrisanthos'un, Avrupa kamuoyunu etkilemek amacıyla söylediği sözler ile Ermeni Patriği Zaven Efendi'nin gazetelere verdiği demeçlerde ifade ettiği; “gayrimüslimlerin Türk tehlikesi ile karşı karşıya oldukları”na dair açıklamalar hem muhteva olarak, hem de zaman olarak örtüşüyordu. Ancak her ikisine de cevap niteliğinde olarak Mustafa Kemal Paşa yaptığı açıklamada; “gayrimüslimlerin her zamankinden daha güvenli bir ortam içerisinde bulunduklarını ...” belirtti[63]. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa'yı doğrular nitelikte, İstanbul'dan uzak ve Anadolu'da yaşayan bazı Rum ve Ermeni temsilciler kendilerini güvende hissettiklerini Dâhiliye Nezareti'ne 21 Ekim 1919 tarihinde çektikleri telgrafla bildirdiler[64]. Bütün bunlara rağmen Rum ve Ermeni Patrikleri'nin, Mustafa Kemal Paşa'ya güven duymadıklarına dair düşüncelerini zaman zaman İstanbul'da bulunan Yüksek Komiser Robeck'e aktararak yardım istedikleri, adı geçen komiserin 11 Kasım 1919 tarihli raporundan anlaşılmaktadır.[65]
Rum-Ermeni İşbirliği, patrikhanelerinin çabalarıyla Yunan ordusunda gönüllü bir Ermeni alayı teşkil edebilecek kadar ileriye götürüldü[66]. Bu noktaya kadar taşınan Rum-Ermeni İşbirliği, patrikhanelerde Türklerle birlikte çözüm arama fikrini tamamen ortadan kaldırdı. Bundan sonra yapılacak olan tek şey, Ermeniler açısından “Büyük Ermenistan”, Rumlar için de “Bizans” hayalinin gerçekleştirilmesiydi. Bu konuda Rum Patrikhanesi daha faal durumdaydı. Patrik Vekili Dorotheos, bu düşüncelerini 14 Şubat 1920'de L. George'ye yazdığı mektupta; “İstanbul’un Türklükle alâkasının kalmadığını ve Yunanistan ile birleşmek istediklerini” açıkça ifade ederek ortaya koydu.[67]
Ayrıca yine Robeck’in 4 Temmuz 1920 tarihli bir başka raporundan; Ermenilerin ellerinde yeterince silahları olduğu ve Yunan ordusunun ilerlemeye başlamasıyla birlikte, saldırıya geçebileceklerini bildirdikleri anla şılmaktadır[68]. Sevr Antlaşması’nın[69] imzalanmasından sonra “Rum-Ermeni İşbirliği”nin, fesat faaliyetlerini arttırdıkları görülmektedir. Bu faaliyetler arasında casusluk ve ihanet olarak kabul edilebilecek her türlü girişim vardı. Bundan dolayı Batı Cephesi komutanı Ali Fuat Paşa, TBMM Riyasetine, Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyasetine, Müdafaa-i Milliye ile Dâhiliye Vekâletlerine gönderdiği 1 Eylül 1920 tarihli telgrafta; Rumların ve Ermenilerin savaş alanları dışına çıkarılmalarını istedi.[70]
Özellikle İngilizler, Rumları ve Ermenileri casusluk faaliyetlerinde kullanmak amacıyla Karadeniz sahillerinden Anadolu’ya sokmak için özel bir çaba sarf ettiler[71]. İngilizlerin bu çabaları Patrikhaneler tarafından da desteklendi. Fakat Rum-Ermeni İşbirliği, Karadeniz ile ilgili bazı hususlarda zaman zaman zafiyet gösterdiğinden bilhassa Rumlar bu durumdan çok rahatsız oldular. Çünkü Avrupa Devletlerinde önemli askerî ve siyasî çevreler arasında Ağustos 1920 tarihlerinde Pontus olarak belirtilen topraklardan bir kısmının Ermenilere de verilebileceği haberleri yayıldı. Bunun üzerine Hrisanthos çok telaşlandı[72]. Hâlbuki Hrisanthos, Fener Patrikhanesi’nin talimatları doğrultusunda, “Rum-Ermeni İşbirliği”nin faaliyetleri içinde bulunmuş ve birçok defa Ermeni Patriği Zaven Efendi ile görüşmüştü[73]. Ayrıca aynı durumla ilgili olarak henüz 12 Şubat 1919’da İngiltere’deki Rum-Ermeni lobisi, bu hassas hususun altını çizerek tarafları hissî davranmamaları, birbirlerine karşı daha anlayışlı olmaları ve çatışmaya girmemeleri için uyarmıştı.[74]
Bu uyarılar yerine ulaştığından Millî Mücadele süresince hiç aksamadan etkisi görüldü. Buna bağlı olarak tesis edilen işbirliği o derece ileri götürüldü ki; II. İnönü Savaşı devam ederken 24 Mart 1921’de Kocaeli’nde Yunan askerleri arasına yerli Ermeniler ve Rumlar birlikte katıldılar.[75] Fiili olarak ateş hattında devam eden işbirliği aynı zamanda fikir bağlamında da desteklenmeye özen gösterildi. Nitekim Kütahya-Eskişehir Savaşı sırasında 13 Temmuz 1921'de Ermeni General Torkom, Yunanistan'ın Londra Büyükelçiliğine yazdığı mektupta; Rumların ve Ermenilerin millî amaçlarına hizmet edecek “Yeni Doğu” adında bir dergi çıkarmak istediklerini ve derginin Yunan temsilcilikleri aracılığıyla, dağıtımına yardımcı olunmasını istedi. Torkom'un bu isteği kayda değer bulunarak olumlu cevap verildi.[76] “Rum-Ermeni İşbirliği”nin somut olarak görüldüğü yerlerin başında İzmir de yer almaktaydı. İşgalden önce başlayan birlik ve beraberlik gösterilerinin ilk örneklerinden biri, bundan önce 5 Ocak 1919'da İstanbul'da Rum Kilisesi'nde yapılan müşterek ayinin bir benzeri olarak 2 Mayıs 1919'da Rumların ve Ermenilerin iştiraki ile İzmir Ermeni Kilisesi'nde gerçekleştirildi[77]. İşgal süresince de İzmir'de “Rum-Ermeni İşbirliği” açıkça görülmektedir. 15 Mayıs 1919'da bir oldu-bitti ile Yunan askerleri tarafından İzmir'in işgali[78] üzerine İzmir Ermeni cemaatı Venizelos'a tebrik telgrafı gönderdi. Bu telgrafta Yunan askerlerinin kendilerine hürriyet ortamı açacağı ümitlerini açıkça ifade ettiler. Ermeniler bununla da yetinmeyerek Rumlar ile birlikte İngiliz, Fransız ve ABD askerlerinin elbiselerini giyerek, pervasızca hareketlerde bulunmaya devam ettiler. Bununla amaçları İzmir'de asayişin bozulmasını gerçekleştirerek, Türkleri sindirmekti. Türkleri imha etme konusunda hemfikir olan Rumlar ve Ermeniler, amaçlarına ulaşmak için defalarca kiliselerde toplandıkları[79] yetmiyormuş gibi, Türklerin morallerini bozmak için Yunanlı komutanların himayesinde gece kulüplerinde Venizelos marşının da çalındığı resmî eğlenceler düzenlediler.[80]
İzmir Metropoliti Hrisostomos, Küçük Asya Cemiyeti aracılığıyla 1922 Martı'nın ilk haftasında yayınladığı bildiriyle 15-50 yaş arasındaki bütün Rumların ve Ermenilerin Yunan ordusuna katılmalarını istedi[81]. Ermeni Generali Torkom, 1922 yılı Nisan ayı başlarında “Rum-Ermeni İşbirliği”ne dair düşünceleri bizzat eyleme dökmek ve Rum-Ermeni dostluğunu pekiştirmek için İzmir’e gelerek çalışmalarına devam etti[82]. Hemen hemen aynı tarihlerde Ermeni Patriği Zaven Efendi, zaman zaman daha önce de yaptığı gibi, emperyalistlerin desteğiyle Yunan ordularının Türk topraklarında gerçekleştirdiği işgalden çok memnun olduklarını ve bunu belirtmekten mutluluk duyduğunu ifade etmekten kendisini alamadı[83]. İzmir’de “Rum-Ermeni İşbirliği”, her iki unsurun müşterek olarak kurdukları “Genç Hıristiyanlar Cemiyeti” sayesinde özellikle Hıristiyan gençler arasında sıkı ve samimi bir işbirliği gerçekleştirdi. Adı geçen cemiyetin öncülüğünde zaman zaman yaptıkları gösterilerine 1922 Haziranı’nda arttırarak devam ettiler.[84]
Fakat Türk Millî Mücadelesi’nin 26 Ağustos 1922 ile birlikte açıkça ortaya çıkan başarı belirtileri somutlaştıkça Rumlar ve Ermeniler tedirgin olmaya başladılar. Bu tedirginlik safhasında da birlik ve beraberliklerini muhafaza etmeye çalışmaları bunun sıradan bir dayanışma olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim İzmir’de Rum ve Ermeni cemaat temsilcileri 5 Eylül 1922’de Müttefik Devletler konsoloslarını ziyaret ederek, kendilerini bekleyen tehlikeye dikkat çekmek istediler[85]. Ancak işgalin ilk gününden itibaren destek verdikleri Yunan askerlerinin, işgalin son günlerinde gayrimüslim ahalinin güvenliğini Rum ve Ermeni muhafızlara bırakarak İzmir’i terk etmeleri üzerine bunlardan ümidini kesen Ermeniler ve Rumların kiliselere sığınmaktan başka çareleri kalmadı[86]. İşgalin ilk günleriyle birlikte başlayan “Rum-Ermeni İşbirliği”, yine işgalin son günlerine kadar devam etti. Fakat işbirliği halinde Türklere yaptıkları zulmü kendileri ayrıntılarıyla bilen Rumlar ve Ermeniler fazla direnemediler ve kurtuluşu bir alev topu haline getirdikleri İzmir’den kaçarak, şehrin açıklarında duran Müttefik Devletler donanmalarına ait gemilere[87] sığınmakta buldular. Rumlar ve Ermeniler işgal döneminde Yunan askerlerine yardım ve yataklık ettikleri gibi, Türk ordusu 9 Eylül’de İzmir’e girerken de saldırılar düzenlediler[88]. İzmir’i ateşe verenler, her zaman olduğu gibi Müttefik Devletler Konsolosluklarının, özellikle de İngiliz Konsolosluğu’nun teşviki ile hareket eden “Rum-Ermeni İşbirliği” grubu mensuplarıydı.[89]
Rumlar ve Ermeniler, Türk ordusunun İzmir'e girmesinden sonra kurtuluş ümitlerini tamamen kaybettiler. Artık sıranın İstanbul'a geldiğini anlamışlardı. Bundan dolayı tek kurtuluş yolu olarak da Türkleri tahrik ederek İstanbul'da bir iç savaş çıkarmak son ümitleriydi[90]. Belki bu bahaneyle Türkler, İstanbul'dan tamamen uzaklaştırılırlar veya burada Müttefik Devletlerin denetimi altında muhtar bir idarî yapı oluşturulurdu. Rum Patriği Meletios başkanlığında, İzmir'in işgali süresince Türklere yapılan baskı ve zulümlerin merkezinde bulunan ve bundan dolayı öldürülen İzmir Metropoliti Hrisostomos için dini bir tören düzenlendi. Bu törende Meletios, İstanbul'dan ayrılmayı düşünenlerden Hrisostomos gibi cesaretli hareket etmelerini[91] ve Türkiye'den kaçmanın son çare dahi olamayacağının altını çizerek, gerekirse kendilerini ölüme bile hazırlamalarını istedi. Patrik Meletios, Ermeni Patriği Zaven Efendi ile birlikte göçün önüne geçmek için bir bildiri yayınladılar. Bu bildiri bütün Rum ve Ermeni Kiliseleri'nde okundu.[92]
Mondros'tan Sevr'e-Mudanya'dan Lozan'a uzanan süreçte, hem fiili mücadele, hem de siyasî anlamda Ermeniler ve Rumlar işbirliklerini devam ettirdiler. Rumların ve Ermenilerin özellikle Sevr Antlaşması'nda kendilerine tanınan ayrıcalıkların uygulamaya geçmesine Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Türk Milleti engel oldu. Türk Kurtuluş Savaşı ile gerçekleştirilen bu duruma, önce Mudanya Mütarekesi, sonra da Lozan Antlaşması ile milletlerarası bir nitelik kazandırıldı. Lozan müzakereleri sırasında Türkiye Rumları'nın geleceği mübadele ile ilgili olarak halledildi. Türkiye Ermenilerine gelince Lord Curzon, İsmet Paşa'ya Türkiye'yi kastederek; “bu koca memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu”?[93] diye sordu. Tartışmalar sonunda sorunun cevabının hayır olduğu açıkça anlaşılmaktadır[94]. Müttefik devletler tarafından vaat edilen “Millî Yurt/Ermeni Yurdu” ise Türk Hükümeti temsilcileri tarafından tartışılmak[95] dahi istenmedi. Böylece Ermeniler üzerinde yaşadıkları devlete karşı faaliyette bulunmakla ve işbirlikçi olmakla kaldılar.
Sonuç
Rumlar ve Ermeniler, Türkiye topraklarında hemen hemen hiç hor görülmeden, hatta geniş bir hoşgörü içerisinde yaşıyorlardı. Buna rağmen bunların, özellikle yakın dönem Türkiye tarihinde Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele sürecinde Türklere karşı Emperyalistlerin tertip, tahrik ve teşvikleriyle başlayan birbirlerine yakınlaşmaları sıradan bir beraberlikten daha ileri bir safha olan ve neredeyse tamamen uzlaşmayı ve uyuşmayı aşan, hatta bağlaşmaya varan bir “işbirliği” özelliği gösterdi. Rumların ve Ermenilerin bu tavrı Türkler açısından “Millî Mücadeleci” güçleştirdi. Ancak diğer taraftan Türkiye’de yaşayan Müslümanların, hatta Ortodoks Türklerin Müslümanlarla birlikte hareket etmelerini zorunlu hale getirdiği ve İzmir’in işgalinde olduğu gibi Millî Mücadele’yi tetiklediği için güçlendirdiği de söylenebilir. Bu sonuç İngiliz belgelerinde 15 Mart 1920’de İngiliz Genel Kurmayı’nda hâkim olan düşünce hakkında bilgi verilirken; “Siyasî kudret milliyetçilerin eline geçmiştir. ... Milletin tümü savaştan bıkmıştır. ... Fakat ahali topraklarının parçalanarak Rum veya Ermenilere teslim edilmesini önlemek üzere amansız bir şekilde harbe hazır bulunmaktadırlar. ... Zaman Mustafa Kemal’in lehinedir”[96] şeklinde belirtilmektedir.
Millî Mücadele döneminde, “Ararat Efsanesi”ni hayata geçirmek isteyen Ermeniler ile “Megali İdea/Büyük Ülkü” ideali ile Bizans İmparatorluğu’nu ihya etmeye çalışan Rumlar işbirliği halinde hareket ettiler. Her iki unsurun ideallerinin ham bir hayal olduğunu Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Türk Milleti/Kemalistler canları pahasına bütün dünyaya gösterdiler. Müttefikler de yukarıda belirtilen Rum ve Ermeni düşüncelerinin önünde tek engel olarak Kemalistler adını verdikleri vatanseverleri görüyorlardı ve “Kemalistlerin başı ezilmeden”[97] bunların gerçekleşmesinin mümkün olamayacağının altını çizmişlerdi.
Tarih elbette barışın kıymetini anlamak için çok önemlidir ve bu manada yorumlanmalıdır. Fakat unutulmamalıdır ki; “Kökleri derinlerde olmayanların başları göklere eremez”, üzerinde yaşadığımız topraklarımızın ve köklerimizin derinliği konusunda endişeye mahal verecek hiçbir şey yoktur. Ancak en az bin yıldır kök saldığımız ve anavatan saydığımız toprağımızdan zaman zaman sökülüp atılmak istendiğimizi de unutmamalıyız. Bu yapılmaya çalışılırken, yine en az bin yıldır birlikte yaşadığımız insanların, yine bize karşı kullanıldıklarını nesillerimize hatırlatmalıyız. Hatırlatmalıyız ki günün koşullarına uygun olarak estirilmeye çalışılan ve ferdi olarak insanı cezbeden, toplumun bir parçası olarak da yakınlık duyabileceğimiz, fakat millet boyutunda baktığımızda çok farklı bir görüntü arz eden küresel rüzgârlara kapılarak, yer küreden Türkiye olarak yok olup gitmeyelim. Türkiye’de yaşayanlar bu duruma hiç olmazsa ihtiyatla yaklaşmalıdırlar ve evrensel duruşlarını sergilerlerken, öz değerlerini de ortaya koymaktan çekinmemelidirler. Elbette bu toprakların insanları “Sevr Sendromu”ndan kurtulmalıdır. Fakat aynı zamanda “Sevr Şartları”nı da unutmamalıdırlar. Zaten unutulmasına da imkân yoktur. Fakat hatırlatmaya çalışanlar vitrine “Sevr Şartları”nı değil, “Sevr haritası”nı koymaya özen göstermektedirler.
Çünkü Türkiye “Unutulmayan Kaybolan Vatanlara Gezi” programları adı altında düzenlenen turistik ve kısmen mistik faaliyetlerin yapıldığı yerlerin başında gelmektedir. Bununla da kalınmayarak “Anavatanları Kurtarma Dünya Komitesi” adına Yunan Kültür Bakanlığı’nın hazırladığı kartta Türkiye; Pontus, Ermenistan, Kürdistan, vs. şeklinde gösterilmektedir. Yunanistan’ın yakın zamana kadar Türkiye’ye yönelik faaliyet gösteren terör örgütlerinden önce ASALA, sonra da PKK’yı resmen desteklediği herkesçe bilinmektedir.[98]
Her şeye rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bütün vatandaşlarına anayasal anlamda aynı uzaklıkta olarak günün ihtiyaçlarına uygun şekilde uygulamaları hayata geçirmelidir. Diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşları, yani dününde, bugününde ve geleceğinde ortak payda olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni görenler de, birbirlerinin zaafiyetlerini, ayrılıklarını değil, benzerliklerini ortaya koyarak, devletin yönetiminde ve milletin meselelerinde kendilerini en az başkaları kadar yetkili ve sorumlu hissetmelidirler.