GİRİŞ
XIX. yüzyıldan itibaren hem dönemin yükselen değeri olan milliyetçilik akımının etkisi, hem de Rusya, İngiltere, Fransa gibi devletlerin Ermeni toplumunu kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için himaye etmeleri ve kışkırtmaları sonucunda, etkileri günümüze dek süren bir “Ermeni Sorunu” ortaya çıkmıştır[1]. Önce Rum, sonra Sırp, Bulgar gibi Balkan milletlerinin birer özel yurt sahibi olmaları, Ermenilerin de bağımsız devlet olma isteklerini artırmıştır.
Ermeni Meselesi, Rusya tarafından Doğu Anadolu üzerinden İskenderun ve Basra körfezlerine inmenin bir aleti olarak kullanılmak için başlatılmıştı. Ardından İngiltere’nin; Rusya’nın bu politikasını önlemek uğrunda Doğu Anadolu’da kendi nüfuzunda bir Ermeni Devleti kurma projesine sarılmasıyla ivme kazanmıştı. Rusya ve İngiltere’nin bu politikalarının bir neticesi olarak, Sultan Abdülhamid saltanatının ilk yılları, 1878 Berlin Antlaşması’nın 23. maddesinde yer alan Doğu Anadolu’da Ermeni ıslahatının yapılması baskıları ile geçmişti. Sultan Abdülhamid yönetimi Ermeniler lehine yapılacak ıslahatların, giderek muhtariyete ve bağımsızlığa yol açacağı endişesiyle uygulanmasında direnmişti. Sultan Abdülhamid, 1894’de Alman Büyükelçisi Prens de Radolen’e söylediği, “Yemin ederim ki, Ermenilerin yanlış baskılarına kesin olarak boyun eğmeyeceğim. Ermenileri muhtariyete götürecek ıslahatı kabulden ise ölmeyi tercih ederim” sözleriyle son noktayı koymuştu[2]. Suikasta giden süreç Sultan Abdülhamid’in bu boyun eğmez tavrında gizlidir ve suikast sebebi tam da bu noktada, Sultan Abdülhamid’in ıslahata yanaşmamasında, uzlaşmaz tavrında aranmalıdır.
Ermeni komitacılarına gelince; kurdukları Taşnak ve Hınçak örgütlerinin faaliyet alanlarını genişletme derdindeydiler. Ayrılıkçı Ermeniler 1890’lı yıllarda Büyük Devletler’in müdahalelerini temin ile bağımsız bir Ermeni Devleti kurmak düşüncesiyle şiddet olaylarını başlatmışlardı. Gerçi 1890 yılına kadar değişik bölgelerde, birçok Ermeni hareketleri görülmüştü. Ancak ilk isyan, 20 Haziran 1890 tarihinde Erzurum’da çıkarıldı. Sonra bu isyanı Kumkapı Gösterisi; 1892-1893’de, Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon Olayları; 1894’de Sason İsyanı; 1895’de Bab-ı Ali Gösterisi ve Zeytun İsyanı; 1896’da Van İsyanı ve Osmanlı Bankası’nın işgali; 1903’de 2. Sason isyanı izlemiştir[3]. Osmanlı yönetimi bu isyanları hep birer “patırtı” olarak değerlendirmiş köklü ıslahatlara girişme gereği duymamıştı.
Avrupa’da okuyan ve yabancılar tarafından tahrik edilen Ermeni ayrılıkçıları 1896’da İstanbul’da ihtilalci bir nümayiş düzenlemişlerdi[4]. Başarısız olan bu girişimin ardından Sultan Abdülhamid isyancılara boyun eğmeyeceğini Arminus Vambery’e[5] şu sözlerle itiraf ediyordu: “Bizden Sırbistan, Yunanistan, Romanya ve Mısır ’ı almakla Avrupa ellerimizi ve bacaklarımızı kesmişti. Bütün bunlara karşı Osmanlı milleti sessiz kalmıştır. Fakat bir Ermeni Meselesi yaratmak ile bağrımızı deşmek istiyorsunuz. İşte buna dayanamayız. Kendimizi savunmak zorundayız ve savunacağız.”[6]
Sultan Abdülhamid’e Suikast Kararının Alınması ve Hazırlıklar
1900’lere gelindiğinde Sultan Abdülhamid, Ermeni terörünü iyice etkisiz hale getirmişti. Ermeni komitacıları, Sultan Abdülhamid işbaşında kaldıkça emellerini gerçekleştiremeyeceklerini anlamışlardı. Bu durumda Ermeniler için tek çare bu “Kızıl Sultan”ın bedeninin ortadan kaldırılmasıydı. Artık Ermeni emellerinin önünü açacak olan şey, Sultan Abdülhamid’i öldürmekten[7] ve Meşrutiyet’i ilan için onunla mücadele eden Jön Türklerle işbirliği yapmaktan geçiyordu. İşte Yıldız’daki bomba olayının belli başlı sebepleri de bu noktada düğümleniyordu. Yoksa bomba suikastı ansızın ortaya çıkan bir hadise değildi.
Bir dizi halinde meydana gelen ayrılıkçı Ermeni isyan hadiselerinin bir uzantısıydı. Susikat sayesinde doğacak kargaşalıktan ve hükümet kuvvetlerinin şaşkınlığından faydalanılacak, bir ihtilal ile Avrupa devletlerinin de müdahaleleri temin edilerek Ermeni emelleri gerçekleştirilecekti[8]. Hem Ermeniler uzun süredir Avrupalıların kendilerine kuvvetle yardım edeceklerine ve Ermeni krallığını kuracaklarına inançla bağlanmışlardı[9].
İkinci Meşrutiyet öncesinde Ermeni komitacılarının ikbal arzularıyla, Genç Türklerin İttihad ve Terakki Fırkası’nın emelleri, ilginç bir şeklide kucaklaşmış bulunuyordu[11]. Bu iki Sultan Abdülhamid muhalifinin hedefleri başka başkaydı. Ama ortak gayeleri olan padişahı tahtından etme düşünceleri örtüşmekteydi. Ancak Ermeniler, Osmanlı yönetiminin kötülüğünden ya da hayat şartlarının zorlaşmasından değil, bağımsızlık mücadelesi verdiklerinden teröre başvuruyorlardı[12]. Türkiye’de iyi bir Meşrutiyet yönetimi olsa bile, Ermeni terörü yine olacaktı. Jön Türklerin yanıldıkları nokta burasıydı. Taşnak örgütü tarafından Sultan Abdülhamid’e düzenlenen suikastta, İttihat ve Terakki fırka yönetiminin Ahmet Rıza’ya müracaat ederek bu eyleme katılmalarını teklif etmesi bu birlikteliği göstermektedir. Fakat Ahmet Rıza bu öneriyi sadece reddetmekle kalmamış, Ermeni devleti yaratma hedefini takip eden Ermeni partilerinin faaliyetlerini ve eylemlerini de mahkûm etmiştir[13].
Sofya’da yapılan Taşnak kongresi, Ocak 1904’te, İstanbul ve İzmir’de geniş çaplı terör hareketlerinde bulunarak Sultan Abdülhamid engelini ortadan kaldırmak gibi bir planı yürürlüğe koymuştu[14]. Komitecilerinin planına göre asıl hedef Sultan Abdülhamid idi. Fakat ilk önce yabancı müesseseler, bankalar, gümrük binaları, istasyonlar, köprüler berhava edilecekti. Sayılan hedefler sabote edilmekle, hemen herkesin dikkati bunlar üzerine çekilecek ve bu hengâmede Sultan Abdülhamid’in kolayca ortadan kaldırılması sağlanacaktı. Bu sabotaj hareketini organize ederek, başına geçen şahıs, Taşnak Komitesi’nin kurucularından Krisdapor Mikayelyan idi[15].
Krisdapor, kongre sonrası Tiflis’e, Yunanistan’a ve Bulgaristan’a gitti[16]. Amacı bomba yapılacak maddeleri satın almaktı. Hazırlıkları ilk kez 12 bombayla Polenezköy’deki denemeler izledi. Krisdapor, bir yandan bomba çalışmaları yaparken bir yandan da selamlık törenlerinde incelemeler yapıyordu. Namaz için saraydan çıkan Sultan Abdülhamid’in merasim sırasındaki hareketlerini defalarca izledi[17].
Bir ara bomba atılmasından vazgeçildi. Çünkü Padişah’ın geçtiği yollara kum dökülmekteydi ve bomba infilak etmeyebilirdi. Ancak Kristapor’un vazgeçmeye niyeti yoktu. Kumda infilak edebilecek bir bomba imal etmeye karar verdi. Bu işte mahir bir Ermeni usta da buldu. Ne var ki, 50 lira karşılığı bomba yapmayı kabul eden bu usta, bombanın Abdülhamid’e karşı kullanılacağını öğrenince bir anda ortadan kayboldu[19]. Bu defa suikasta kesin kararlı görünen komite, Ramazan ayının 15. günü yapılacak törende, yol üzerinde mevzilenecek iki kişinin padişaha tabancalarla saldırmasını planladı. Ancak kararlaştırılan günde padişahın, Çırağan Sarayı’na kadar Yıldız bahçesinden geçerek gitmesi, komitecilerin teşebbüsünü bir kez daha neticesiz bıraktı[20].
Saatli Bomba: Cehennem Bombası (Machine İnfernala)
Silahlı suikast planı tutmayınca, özel araba içerisine saatli bomba yerleştirilmesi kararı verildi. Ancak aksilik komitecileri bir türlü bırakmıyordu. Suikast lideri Krisdapor, 17 Mart 1905’te Bulgaristan’da bomba tecrübeleri sırasında öldü[21]. Görevi Safo, Aşot, Kris, Tarkom, Zare, Aram ve Mari Zayn gibi diğer komitacılar devraldı. Yeni bir “Suikast Komitesi” kuruldu ve yeni bir plan yapıldı. Suikast Komitesi’nin başkanlığına da Belçikalı Edward Jorris getirildi[22]. İstanbul’a gelen Jorris, Galata’da Moravie apartmanına yerleşerek hazırlanan yeni planı, gizlilik içinde yürütmeye başladı. Daha sonra Yıldız’da Padişah’ın geçeceği yol üzerinde bir ev kiraladı[23].
Yeni plan Sultan Abdülhamid’in her cuma namaz kılmaya geldiği Yıldız Cami’nde uygulanacaktı. Bütün hesaplar padişahın camiden çıkıp arabasına bindiği 1 dakika 42 saniye üzerine kurulmuştu[24]. Zira suikastçılar hazırlıklar sırasında iki defa Yıldız Cami’ne gelerek şu tespitleri yapmışlardı: “Hamid, binek taşından arabaya bindikten sonra, 1 dakika 42 saniyede dış kapının önüne gelmektedir. Saatle işleyen bir bomba makinesi bu sırada patlatılırsa padişah öldürülür.”[25]
Plana göre suikast, özel bir arabanın tekerleklerine yerleştirilmiş 100 kilo dinamit patlatılmak suretiyle gerçekleştirilecekti. Arabayı 45 yaşında, eski bir katil olan Haçikyan adında Ermeni komitacısı idare edecekti[27]. Araba, yabancı ziyaretçi edasıyla Yıldız Cami’nin avlusunun giriş kapısı yakınına konulacaktı. Saat ayarlı olarak patlatılan dinamitlerle infilak gerçekleşecek, Sultan Abdülhamid öldürülecekti. Suikasta Yahudilerden de yardım gelmişti. Siyonistler, Filistin’deki emellerine ancak Sultan Abdülhamid’in ortadan kaldırılmasıyla ulaşacakları düşüncesiyle Ermenilere para yardımında bulunmuşlardı[28].
Viyana’da “Nessedorfer” fabrikasında yaptırılan araba Loydd Kumpanyası’nın Dalmaçya vapuru ile İstanbul’a gönderildi[29]. Araba, dikkat çekmemek için gümrükten parça parça geçirilmiş, monte edilmiş ve Kâğıthane civarındaki boş arazide son denemeler yapılmıştı[30]. Suikast günü olarak 21 Temmuz 1905 Cuma günü kararlaştırıldı.
Tatlı bir yaz günüydü, hava açık ve güzeldi. O gün padişah her Cuma olduğu gibi yine namazını eda için Hamidiye Cami’ne gelmişti. Yıldız Sarayı’nın kapısından camiye kadar olan mesafe, 400-500 metrelik bir alandı. Cami üç sıra askerle çevrilmiş, Yıldız’dan Beşiktaş’a inen yokuşun sağındaki meydanlığın önü, süvari alayları, arabalı ve yaya seyirciler de bu süvari saflarının arkasında yerlerini almışlardı. Sultan camiden çıkar çıkmaz etrafında bir kordon oluşturacakları belliydi. Bu arada camii bahçesinde arabalar sıra ile dizilmişlerdi[31]. Hazır hale getirilen suikast arabası (Cehennem Makinası) ise caminin avlusundaki yabancı misafirlerin arabaları arasına bırakılmıştı. Bomba ise arabacı iskemlesinin altına yerleştirilmişti[32]. Şimdi bomba çalıştırılmak için tam 1 dakika 42 saniyelik zamanı bekliyordu.
Nihayet Padişah’ın camiden dönüşü haberiyle arabası binek taşı önüne getirilmişti. İşte tam bu anda cuma namazı bitip cemaatle birlikte Padişah da çıkmaya başlayınca, saat ayarlı bomba patlamıştı, ama ortalıkta Sultan Abdülhamid yoktu. Buna sebep, Sultan’ın camiden çıkarken, âdetten olmadığı halde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi’yle birkaç dakika konuşması idi[34]. Padişahın camiden çıkacağı dakikaya göre ayarlanmış olan bomba, tam bu sırada patlayarak, bu bir anlık gecikme, Sultan’ı ölümden kurtarmıştı[35]. Yoksa bombanın saati doğru olarak ayarlanmıştı. Hemen bütün kaynaklarda bu bir anlık gecikmenin (Şair Fikret’in deyişiyle, bir lahza-i teahhur’un) sebebini Padişah’ın Cemaleddin Efendi’yle biraz daha sohbet etmek istemesinden kaynaklandığı belirtilmektedir. Ancak devrin Sadrazamı Avlonyalı Ferid Paşa’nın oğlu Celalaeddin Velora Paşa’nın bizzat babasından naklettiğine göre, Şeyhülislam, o sırada İstanbul’a gelmiş bulunan Mekke Emiri’ni getirmiş ve namazdan sonra Padişah’a bu uğurlu misafiri müjdelemeye teşebbüs etmiş, iltifat olarak da, “Hoşgeldiniz Emir Efendi, Âsitanemize (İstanbul’a) safalar getirdiniz, Haremeyn halkınız iyidirler inşallah?” demeye kalmadan o müdhiş infilak sesi duyulmuştur.”[36] Başka bir rivayet Abdülahamid’in Şeyhülislamla, Yahudiler hakkında fetva meselesini görüştüğü ve çıkmakta geciktiği yönündedir[37].
Paul Fesch göre olay anlatılandan çok farklı cereyan etmiştir. Fesch; “Arabacıyı gösterdikleri düğmeye basınca Padişah’ın fotoğrafının alınacağını söyleyerek kandırıyorlar” diyerek sözü şöyle sürdürüyor: “Arabacı kendisine söylenenleri yapıyor ama biraz acele ediyor. Padişah’ın çıkmasında birkaç dakika önce bazı gürültüler duyunca; uygun anın geldiğini sanıyor. Bomba patladığı zaman Abdülhamit hala caminin içindedir ve daha fazlası hiçbir şekilde yara almayacak kadar da uzaktır.”[38]
Patlama en büyük çaptaki topların çıkardığı sesten daha gürültülü ses çıkararak uzak semtlerden dahi duyulmuş, orada bulunan binlerce kişiyi dehşete düşürmüştü[39]. Fatih, Boğaziçi taraflarına kadar etrafı sarsan ve Maçka, Nişantaşı semtlerini yerinden oynatan[40] bombanın Beşiktaş’ı ne hale getirdiği tahminlerden uzak değildir. Evvela bomba, 70 santimlik bir çukur açmıştı. Yakın yerlerdeki camlar kırılmış, kafesler sarsılmış ve insanlar dehşet içinde sokaklara dökülmüştü. Patlama sonucu 58 kişi yaralanmış (zabıtandan ve efrâd-ı şahaneden 20 kişi yaralanmış ve 4 kişi ölmüştür[41]), 3’ü asker 4’ü gazeteci 26 kişi ölmüş, 17 araba tahrip olmuş, 20 kadar da at ölmüştü[42]. Kısakürek o dehşet anları şu sözlerle aktarmaktadır: “Gündüzü geceye çeviren bir duman, baruttan yayılan ölüm kokusu ve hemen arkasından bir harp sahnesi manzarası.. Parçalanmış bir sürü insan, at ve araba... Camide ne cam, ne pancar... Parmaklıklar üstünde kopuk insan ve at uzuvları, yerlerde sahiplerini kaybetmiş sorguçlu kalpaklar, baltayla doğranmış gibi paramparça cesetler., .ve feci bir panik... Boğuşma halinde bir kaçışma., ana-baba günü..”[43]
Birçok seyirci patlamanın etkisiyle atların kemiklerinin sağa sola fırlamasıyla yaralanmıştı. Caminin üst taraflarında büyük delikler açılmıştı. Ancak saat kulesinin kalın gövdesi, önünde duranlara siper teşkil etmişti[44]. Süleyman Şefik Paşa olay anını şu tespitlerle nakletmektedir: “Ben., bombanın patladığı mahalle gittim. Yarım arşın, yani tahminen 40 santim bir çukur açılmış, içinde bir araba dingili var. Anladım ki bomba araba ile getirilmiş ve arabada patlatılmış.”[45]
Sultan Abdülhamid'in Soğukkanlı Tavrı
Kendisine korkak lakabı takılan Sultan Abdülhamid’in, suikast olayı sırasında en soğukkanlı davranan kişi olduğu görülmüştü. O gün en küçük bir jest ve mimik değişikliği yapmayan, bulunduğu yerden kaçmayan tek şahıs padişahtı[46]. İlk tepkisi Mabeyn başkâtibi Tahsin Paşa’ya: “Ne var?” sorusu olmuştu[47]. Yaveri Ali Sait Paşa’nın yazdıklarına göre, kulak zarlarını patlatırcasına bir patlamanın olduğu, havayı siyah bir dumanın bürüdüğü, civar binaların çamlarının kırıldığı, kol ve bacak parçalarının havaya fırladığı olaydan sonra[48], herkesin can kaygısıyla sağa sola kaçıştığı anda, Sultan Abdülhamid olup bitenleri bulunduğu mevkiden soğukkanlılıkla takip etmiş, elini kaldırarak kalın ve gür sesiyle telaş edilmemesini ihtar edip; “Korkmayın, korkmayın!” demiş, bazı emirler vermiş ve sonra sert ve vakur adımlarla saltanat arabasına yürümüştü[49]. Saltanat arabasına tek başına binen Sultan, sanki hiçbir şey olmamış gibi, Saray’a yönelmişti[50]. Selamlık resmini takip eden yabancı sefirlere gelince, Padişah’ın bu metaneti karşısında kendilerini tutamayarak, alkışlarla “Viva Sultan!.” diye bağrışmaya başlamışlardı[51].
Patlama sesi ile Padişah’ın camiden çıkışı arasında 10 saniye geçmemişti[52]. Görgü tanıklarının ittifak halinde padişahın soğukkanlılığını muhafaza ettiğini ifadeleri dikkat çekicidir. Osmanlı donanmasını ıslahla görevli İngiliz Amiral Woods’un yazdıkları şöyledir: “Padişah’ın soğukkanlılığına hayran kalmıştım. Padişah’ın gözlerini diktiği cami avlusuna baktığım zaman hayretten irkildim. Cami avlusu top ateşiyle silinip süpürülmüş bir savaş meydanına benziyordu. Ölü atlar, her tarafa sıçramış tahtalar, cansız yatan talihsiz araba sürücüleri, 1-2 metre ötede sol tarafta yüksek bir subayın emir çavuşu, şarapnellerin isabetiyle hayatını kaybeden subayının üzerini örtmeye çalışıyordu. Patlama ile birlikte bir süvari takımı kılıçlarını çekerek olay yerine girdi. Ancak Abdülhamid eliyle işaret ederek süvarilerin geri dönmesini emretti. Padişah’ın ayakta ve sağlam ve badireyi kazasız belasız atlattığını gören asker ve siviller derhal Padişahım çok yaşa nidalarıyla ortalığı çınlattılar. Abdülhamid, yanında bulunan yüksek rütbeli subaylara talimat verdikten sonra faytonunu kendi kullanmak suretiyle sakin bir yüz ifadesi içinde camiden Saray’a hareket etti.”[53]
Başmabeynci Tahsin Paşa’nın tespitleri de aynı doğrultudadır. “Hünkâr, patlamanın şiddetli sarsıntısından ve havada uçuşan parçalardan önemli ve tehlikeli bir hadisenin meydana geldiğini anlamıştı. Hiç korku ve telaş eseri göstermedi. Arabasına atladı, dizginleri eline aldı ... doğruca Çit köşküne vardı. Adeti üzere elçileri kabul edip, 20 dakika kadar görüştü. Elçiler, Hünkârı tabiî halde bulduklarını tercüman paşaya söylediler”[54] Ermenice Arevelyan Mamul gazetesinde Padişah’ın bu tavrı ile ilgili “Hakanımız bu iğrenç olay sırasında öylesine büyük bir metanet ve cesaret gösterdi ki, yalnız kendi tebaasını değil bütün dünyayı kendisine hayran bıraktı. O soğukkanlılığını asla yitirmedi ve kutsal şahsını hiç düşünmeden, sadık tebaasına ve fedakâr ve cesur askerlerine bir fenalık gelmemesi için çareler düşündü” deniliyordu[55].
Sultan Abdülhamid, hadisenin mahiyeti meçhul ve diğer bir bombanın patlaması muhtemel olduğu halde telaş etmeyip bizzat kullandığı araba ile Saray’a gitmişti[56]. Buna benzer bir olay daha önce Dolmabahçe Sarayı’nda yaşanmıştı. Dolmabahçe’de padişah tebrikleri kabul ederken zelzele başlamış, Muayede Salonu’ndaki 4,5 tonluk avizenin büyük billur parçaları düşmüştü. Herkesin kaçışmaya başladığı böyle bir ortamda padişah yerinden kıpırdamamış ve herkesi sükûna davet etmişti[57].
Sultan Abdülhamid olayla ilgili olarak Selanik’te sürgünde iken muhafızı Rasim Bey’e şunları söylemişti: “Bomba patladıktan sonra ben mabeyn dairesine avdet etmiştim. Selamlıkta bulunan büyükelçiler geçmiş olsuna geldiler. Bunların arasında Avusturya büyükelçisi de vardı. Büyükelçi, benim gösterdiğim metanet ve soğukkanlılığı takdir ettikten sonra sordu: Korkmadınız mı Şevketpenah? Kendisine derhal şu cevabı verdim: Biz Müslümanlar, kaza ve kadere inanırız.”[59] Kızı Ayşe’nin anlattıklarına bakılırsa Sultan Abdülhamid o sırada, cebinden bazı demir ve taş parçalarını çıkararak göstermiş, bunları yadigâr olarak müzemde saklayacağım demişti[60].
Bomba Hadisesine Tepkiler!
Hadise sonrası Avrupa devlet başkanlarından ve dünyanın dört bir yanından İstanbul’a geçmiş olsun telgrafları ulaşmıştı[61]. Ayrıca Ermeni Patriği de bütün Ermenilerin geçmiş olsun dileklerini ve olay nedeniyle duydukları acıyı Osmanlı yönetimine iletmişlerdi. İslam ve gayrimüslim bütün toplulukların ibadethanelerinde, Ermeni kiliselerinde yapılan ayinlerde olay kınanmış, dualar edilmişti. Patlama neticesinde ölenlerin ailelerine ve yaralananlara özenli bir şekilde ihtimam gösterilerek hazineden ihsanlar dağıtıldı[62].
Sultan Abdülhamid olayın ardından halkın teskin edilmesi amacıyla bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmasında: “Kendimce en büyük emel, ahalinin rahat ve mesut olmasıdır. Bu uğurda gece gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malumdur. Gayret ve hüsnü niyetimin mükâfatı, şu hadiseden hıfz-ı hüda ile emin olmaklığımdır. Onun için, Cenab-ı Hakk’a şükür ve hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlatlarımdan ve ahaliden bazılarının telef ve mecruh olmalarıdır. Buna ilelebet teessüf ederim. Teba’mın hakkımda göstermiş oldukları hissiyata an samimil-kalp memnuniyetimi beyan eder, afat-ı semaviye ve erdiyyeden masuniyetleri için dua ederim.”[63] diyordu.
Ermeni komitacıları, Sultan Abdülhamid’e yaptıkları suikastın başarısız olmasına üzülmüşlerdi. Bu başarısız girişime, Türklerden de üzülenler çıkmıştı. Ermenilerin bu suikastını “Osmanlı milletini Abdülhamid’in zulmünden kurtarmak için Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra” olunmuş “hareket-i kahramane” olarak değerlendirenler olmuştu[64]. Sultan Abdülhamid’in bomba olayını zararsız atlatması muhalefet safında bulunanları da çileden çıkarmıştı[65]. Olaydan üç yıl önce bir suikast söylentisi üzerine Şair Tevfik Fikret şunları yazmıştı: “Ermeni ve Bulgar teröristler masumları öldürüyorlar. Biz eylemciyiz diyen vatandaşlarımız bir kahramanlık yapmak istiyorlarsa gitsinler Sultan’ı öldürsünler.”[66] Şair Tevfik Fikret’in suikast sonrası duygulanarak yazdığı “Bir Lahza-i Teahhür (Biraz Gecikme)” başlıklı şiiri ise, bu üzgünler kafilesinin bir simgesi olmuştur. Bu şiirin bazı beyit ve mısraları şöyledir:
“Ey sayın patlayış, ey intikamcı duman,
Kimsin nesin?... Bu saldırışa seni yollayan kim, sebep ne?
Arkanda binlerce gözetleyen varken sen orada yoksun;
Sen görünmeyen, fakat kurtarıcı bir eli andırıyorsun.
Dehşetle, asırların sakat görenek ve batıl an’anelerini
Silkerek milletleri en çetin uykularından uyandırırsın.
Ey şanlı avcı, tuzağını beyhude kurmadın;
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
Bir milleti çiğnemekle bugün eğlenen alçak,
Bu keyfiyetini biraz gecikme anına borçludur!”[67]
Şiir ismini, Sultan Abdülhamid’in Şeyhülislâm’la bir süre görüşmesinden meydana gelen biraz gecikmeden almıştır. Şiirde geçen “şanlı avcı” Ermeni komitacısı; “av, alçak” Sultan Abdülhamid’dir. Devrin görgü tanıklarından Burhan Felek, Fikret’in şiirini değerlendirirken şunları yazar: “İşte Tevfik Fikret’in eserleri arasında ‘Bir Lahza-i Teahhür’ ismiyle şöhret bulan şiiri ve bu vakadan yani Sultan Hamid’in kurtulmuş olmasından dolayı yazılmış bir teessürnamedir. Tarihe göre bu suikast, Padişahtan ziyade Osmanlı Devleti’ne karşı kurulmuş bir siyasi komplo idi. Ama hepimiz gibi Fikret de onu bizim o zamanki hislerimizle değerlendirmiş, bu şiiri yazmıştır.”[68] Sultan Abdülhmaid, vatanı korumaktaki kararlılığı karşısında aleyhine yazılan bu şiire çok üzülmüş, düşüncelerini hatıralarında şöyle dile getirmişti: “Hiçbir namuslu Ermeni, Padişahı’na kast eden eli bombalı ırktaşına şanlı avcı diyecek kadar hayâsız olmamıştır.”[69] Bu şiirle o dönemde aydınlarımızdaki kültürel çözülmenin ne boyutlara ulaştığını görmek mümkündür.
Bomba Olayı Soruşturması ve Neticesi
Suikast düzenleyen Ermeni komitacıların bir kısmı, arabayı Yıldız Cami avlusuna yerleştirdikten hemen sonra, yurt dışına kaçmışlardı[70]. Olay sonrası ise 17 kişi firar ederken bir o kadarı da tutuklanmıştır[71]. Eğer suikast başarılı olsaydı arkasından Beyoğlu’nda patlamalar birbirini takip edecekti. Çıkan kargaşayı dış güçlerin müdahalesi izleyecek, böylece hedefe ulaşılmış olacaktı. Ama o birkaç dakikalık gecikme planları suya düşürmüştü[72]. Tedhişçilerin hesabı tutmamıştı. Suikastın ele başısı Edward Jorris, karısı Anna’nın aksine kaçmayı başaramamıştı. Bir ABD’li suikastçı ile birlikte yakalanmıştı.
21 Temmuz 1905’te Yıldız’da patlayan bomba konusunda, Padişah’a bini aşkın jurnal gönderildiği belirtilmiştir. Bu jurnallerin yaklaşık 100 kadarı Türkler, 100 kadarı Ermeniler, 3 tanesi Rumlar ve 11 tanesi de diğer yabancılar tarafından verildiği bilinmektedir[73].
Osmanlı hükümeti bomba olayı üzerine resmi bir bildiri yayınladı[74]. Olayın aydınlatılması için Ticaret ve Nafıa Nezareti müsteşarı Necib Melhame Paşa ve İstinaf cinayet mahkemesi başkanı Hilmi Efendi başkanlığında bir soruşturma komisyonu kuruldu. Savcılık görevine ise Necmettin Molla getirildi. Tahkikat komisyonu işe ölü ve yaralıların kimliklerini tespit ederek başladı[75]. Kurulan mahkemenin tarafsızlığında şüphe uyandırmamak için sorgu yargıçlığına Rum, Ermeni ve Musevi hâkimler tayin edildi. Amerika[76] ve Belçika Büyükelçileri sahip oldukları kapitülasyon haklarına dayanarak yakalanan iki şahsın ancak kendi mahkemelerinde yargılanabileceğini savunuyorlardı. Büyükelçiler, suikastta başrolü oynadıklarına inandıkları bu iki kişinin, yargılanarak cezaya çarptırılmalarına karşı idiler[77]. Bu arada devreye İstanbul’daki Belçika Büyükelçisi girdi ve mahkûmun cezasını Belçika’da çekmesi gerektiği iddiasıyla kendilerine iadesini istedi[78]. Tahsin Paşa’nın yazdıklarına bakılırsa bilhassa Brüksel’den Jorris’in affı için telgraflar geliyordu[79]. Belçika’nın isteğinde ısrarcı davranması üzerine bu olay Osmanlı Devleti ile Belçika arasında diplomatik krize sebep oldu. Belçika hükümeti bu hareketiyle Osmanlı yargısına müdahale etmek istiyordu. Osmanlı Hükümeti, terörü padişahın hayatına kastedecek derecede ileri götüren Belçikalı anarşisti geri vermemek için uzun zaman direndi ve neticede Türkiye’yi bombalı araba ile tanıştıran terörist Belçika’ya iade edilmedi[80].
Jorris’in ifadelerinde birçok konu çok çarpıcı idi. Bu da kendisini ısrarla anarşist olarak göstermesi ve suikastın yalnızca Ermeniler tarafından değil Avrupalı anarşistlerce de hazırlandığını vurgulamasıydı. Bu tezin Osmanlı Hükümetince ortaya konulduğu söyleniyordu. Neden olarak da böyle bir olayın kapitülasyonlarda bir gedik açması olanağı gösteriliyordu. Bu olayla bir gedik açılırsa arakasından kapitülasyonların bütünüyle ortadan kaldırılması gündeme gelebilirdi. İstanbul’daki Avrupalıların düşüncesi bu şekildeydi.
Basının bu olaydan çok az bilgisi bulunuyordu. Resmi ve halka açıklanan araştırmaya paralel olarak, gizli bir çalışma daha yapıldı. Çünkü bu kez suikasttan sorumlu tutulan şüpheliler Türkler idi. Sultan Abdülhamid ne pahasına olursa olsun hayatına karşı yapılan bir suikastin, Ermeniler ve yabancılardan başkalarına mal edilmesini kabul edemezdi. Araştırma komisyonunun başkanı Serasker Rıza Paşa’nın raporunda şu iddia da bulunuyordu: “Suikastı padişahın Hamidiye Cami’ne her hafta yaptığı ziyaretteki davranışlarını ve tören usullerini en küçük ayrıntısına kadar bilen bir Müslüman-Türk yapmıştır.” Bu rapora inanılacak olursa olayın gerçek faili bir Türk-Müslüman olmalıydı. Ancak bu pek mümkün görülmemektedir[82].
Olay sonrası pek çok bomba ve çeşitli patlayıcı madde ele geçirildi. Soruşturmada Yıldız Yokuşu’nda bulunan tekerlek parçası ilk önemli ipucu oldu[83]. Daha sonra parçalanan arabanın enkazı arasında 11123 numarası ve Neseldorfer yazısı tespit edildi. Arabanın Viyana’daki yapımcılarıyla temas kuruldu. Derken birbiri ardına delillere ulaşıldı[84]. Yakalanan Jorris ise, Belçika elçisinin huzurunda her şeyi itiraf ettiği gibi azmettirici Ermeni komitecilerin isimlerini de vermiştir. Buna ilave olarak Osmanlı Bankası ve Galata Köprüsü’nün dahi havaya uçurulmak istenildiğini itiraf etmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi suikastla alakalı olarak birçok Ermeni tutuklandı. Özellikle İzmir’deki yandaşları yakalandı ve İzmir’de de yapılması planlanan sabotajlar ortaya çıkarıldı[85]. Ayrıca olayın ardından yapılan tahkikat, korkunç bir tabloyu ortaya çıkarmıştır. Oda kiliselerin, birer cephanelik haline getirilmiş olduğu gerçeğidir[86]. Yine Abdülhamid’e yapılması tasarlanan üç suikast planı daha deşifre edildi[87]. Yabancı devletlerin bütün baskılarına rağmen yakalanan teröristler yargılandı. Ele başı Jorris idama mahkum edildi[88]. O devirde Abdülhamid’in sürgün furyası, herkesin gözünü yıldırmıştı. Fakat kimseyi öldürtmek istemediği de malumdu[89]. Abdülhamid canına kasteden Jorris’i de affetti. Hatta bu kadarla da kalmadı. Onu kendi hizmetine aldı.
Gerçekten de Jorris, Abdülhamid’le bilvasıta görüşmüş ve çok geçmeden de onun gizli ajanı olarak 500 altın harcırahla Avrupa’ya dönmüştür. Anlaşılan hayli de hizmet yapmıştır[90]. Dünya tarihinde belki de ilk defa bir suikastçı, suikast düzenlediği kişi tarafından affedilmiş, üstüne üstlük işe alınarak ödüllendirilmiştir.
Bu olayla ilgili Ermeni Papazian’ın yorumu şöyledir: “Sultan Abdülhamit’in hayatına yönelen saldırı, Taşnakların Türkiye Ermenileri hesabına yaptıkları ihtilal denemelerinin son perdesi oldu. Bu da Taşnaksutyun’un görkemli, fakat faydasız teş ebbüslerinden biriydi. Baş arısı Ermeni davasına bir fayda getirmezdi, baş arısızlığı herhalde halkımız büyük bir felaketten kurtarmış tır.”[91]
Sonuç
Yıldız suikastı adıyla meşhur bomba hadisesi, Osmanlı tarihinde bir ilk olmakla birlikte, uzun zamandır süregelen patırtılar zincirinin de bir halkasıydı. Bu olay, Ermeniler tarafından Sultan Abdülhamid aleyhine tertip edilen, fakat hedefini bulamayan kanlı bir suikasttı. Suikast, Doğu Anadolu’nun altı vilayetinde müstakil bir Ermenistan devleti kurmak isteyen Ermeni komiteleri tarafından yurt dışında hazırlanmıştı. Ermeni komitacılarının 1890’lardan beri gerçekleştirdikleri her eylem, Osmanlı yönetimince bastırılmış ve sadece patırtı olarak görülmüştü. 1896’daki kanlı Osmanlı Bankası baskınından sonra aradan yıllar geçmişti. Bu defa seslerini daha güçlü duyurmak ve hedeflerine ne olursa olsun ulaşmak amacıyla doğrudan Sultan Abdülhamid’e bir suikast yapmaya teşebbüs etmişlerdi.
Olayın ilginç olan bir yönü ilk tertipçilerinden Krisdopar’ın Sofya köylerinde bomba tecrübeleri yaparken parçalanarak ölmesi, buna karşılık canına kastettiği Sultan Abdülhamid’in bir tesadüf eseri kurtulmasıdır. Sultan Abdülhamid kurduğu istihbarat ağı ile tartışma konusu olmuştur. Ancak meşhur hafiyeleri, bu olayı vukuundan önce kendisine haber verememişlerdir[92]. Yıldız suikastının nasıl olup da bu ağdan kurtulabildiği, bombalamada kullanılan arabanın nasıl Yıldız Camii avlusuna kadar sokulduğu muamma oluşunu sürdürüyor[93]. Zira özel izinle girilen bu kısma, arabanın nasıl girdiği kafaları karıştıracak cinstendir. Hadise de başkalarının dâhilinin olup olmadığı şüphesini barındırmaktadır[94].
Bomba hadisesi selamlık merasimlerinin daha sıkı ve dikkatli denetlenmesini getirmiştir. Ermenilere karşı ise hiçbir mukabil tedbire gidilmemiştir. Adeta hadise olmamış gibi davranılmıştır. Olayın kapatılması birçok devletin de destek olduğu suikasta, maddi yardımın çoğunlukla Amerika, Rusya ve Bulgaristan tarafından yapıldığını da unutturmuştur[95].
Sonuçta Jorris Sultan’ın hayatına kastetmiş, her şeyi itiraf ederek idama mahkûm olmuş; affedilmiş, Ermeni komiteleri aleyhinde çalışmak ve bunlar hakkında bilgi vermek üzere Sultan Abdülhamid’in hizmetine girmiştir.
Sultan Abdülhamid’e gelince, her şeye rağmen devletin başındadır. Bu suikast onu yıldırmadığı gibi işlerinden de alıkoymamıştır. Suçluların muhakemesi esnasında yaşanan Belçika ile kriz ise yargıya müdahale ettirilmeden geçiştirilmiştir. O gün için üzeri örtülmüş olan bomba hadisesi Ermeni komitacılarını da hedeflerinden alıkoymamıştır. Amaçları doğrultusunda 1890’lardan beri denemedikleri yol kalmayan Ermeni örgütleri, artık umutlarını ilan ettirilecek II. Meşrutiyet idaresine bağlayacaklardır. Ermeni suikastçılar başarılı olsalardı, planlarında Babıâli, Galata Köprüsü, Osmanlı Bankası vb. yerlerin bombalanması bulunmaktaydı.
Olaya karışanlar yabancı gemilere alınmışlar, diğer suçlular baskı yapılarak affettirilmişlerdir. Ancak, bütün bunlara rağmen Ermeni komiteleri ve bunları destekleyen çevreler, Türkler’in, Ermeniler’i öldürdüğü şeklinde tanıtarak Batı kamuoyunu etkilemişlerdir. Ermeniler’in sefalet içinde olduğu, katliam yapıldığı ve yardıma muhtaç oldukları gibi iddialar ortaya atılmıştır. Bunun için Ermeniler’in bulunduğu bölgelerde ıslahat yapılması zorlanmıştır. Bazı Batılı ülkelerin elçilikleri bu yönde görevlendirilmiştir. Ermeniler, II. Meşrutiyet hareketi içinde yer alıp meclis ve hükümetlerde temsil edildikleri için olaylar bir süre durmuşsa da kısa süre sonra tekrar başlatılmıştır. Bu yüzden Yıldız Suikastı Ermeni Sorunu zincirinde bir halka olarak yerini almıştır. Sultan Abdülhamid’e gelince, aralarında bir Ermeni mebusun da bulunduğu bir heyet tarafından 1909 yılında kendisine tahttan hal edildiği tebliğ edilecektir.
Kaynakça
A. Arşiv Belgeleri
Tarih: 19/Ca/1323, Dosya No:231, Gömlek No:53, Fon Kodu: Y..PRK.ASK.
Tarih: 20/Ca/1323, Dosya No:3, Gömlek No:50, Fon Kodu: Y..PRK.ŞD.
Tarih: 29/Z /1324, Dosya No:49, Gömlek No:77, Fon Kodu: Y..PRK.TKM.
Tarih: 5/B/1323, Nr.1329, Fon Kodu: Y.MRZ.
B. Kitaplar
Abdülhamid’in Hatıra Defteri, (Hazırlayan: İsmet Bozdağ), Pınar y., İstanbul 1986.
Ali Said, Saray Hatıraları Sultan Abdülhamid’in Hayatı, (Hazırlayan: Ahmet Nezih Galitekin), İstanbul 1994.
ANADOL, Cemal, Tarihin Işığında Ermeni Dosyası, İstanbul 2001.
ARMAĞAN, Mustafa, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufuk kitap, İstanbul 2006.
ARMAĞAN, Mustafa, Kır Zincirlerini Osmanlı, İstanbul 2004.
AVAGYAN, Arsen-Gaidz F. Minassian, Ermeniler İttihat ve Terakki İşbirliğinden Çatışmaya, Aras y., İstanbul 2005.
AYVERDİ, Samiha, Türk Târihinde Osmanlı Asırları, III, İstanbul, 1976.
BAYUR, Y. Hikmet, Türk İnkılâbı Tarihi, I, İstanbul 1951.
Belgelerle Ermeni Sorunu, Genelkurmay basımevi, Ankara 1983.
Cemil Paşa (Topuzlu), İstibdat Meşrutiyet Cumhuriyet Devirlerinde 80 Yıllık Hatıralarım, (Hazırlayan: Cemalettin Topuzlu), Topuzlu y., İstanbul 2002.
ÇALIK, Ramazan, Alman Kaynaklarına Göre II. Abdülhamid Devrinde Ermeni Olayları, Ankara 2000.
DABAĞYAN, Levon Panos, Osmanlı’da Şer Hareketleri ve Abdülhamid Han, İstanbul 2005.
DABAĞYAN, Levon Panos, Sultan Abdülhamid Han ve Ermeni Meselesi, Kum saati y., İstanbul 2001.
DANIŞMAN, Zuhuri, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, XIII, İstanbul 1966.
ENGİN, Vahdet, Sultan Abdülhamit ve İstanbul’u, İstanbul 2001.
EROĞLU, Veysel, Ermeni Mezâlimi, İstanbul 1978.
ERTÜRK, Hüsamettin, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1964.
FELEK, Burhan, Yaşadığımız Günler, İstanbul 1974.
FESCH, Paul, Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul, (Çeviren: Erol Üyepazarcı), Pera y., İstanbul 1999.
FİKRET, Tevfik, Rübabı Şikeste, İstanbul 1962.
FRANCİS, Mc Cullagh, Abdülhamid’in Düşüşü Osmanlı’nın Son Günleri, (Çeviren: Nihal Önol), İstanbul 2005.
GAZİGİRAY, A. Alper, Ermeni Terörünün Kaynakları, İstanbul 1982.
GRECE, Michael de, Abdülhamid Yıldız Sürgünü, (Çeviren: D. Bayladı), İstanbul 1995.
GÜNGÖR, Erol, Tarihte Türkler, İstanbul 1990.
GÜRÜN, Kamuran, Ermeni Dosyası, Remzi Kitapevi, İstanbul 2005.
İNAL, Mahmut Kemal, Son Sadrazamlar, III, Dergâh y., İstanbul 1983.
KARABEKİR, Kâzım, Ermeni Dosyası, (Yayına hazırlayan: Faruk Özerengin), Emre yayınları, İstanbul 1995.
KARABIYIK, Osman, Türk-Ermeni Münasebetlerinin Dünü ve Bugünü, İstanbul 1984.
KOCABAŞ, Süleyman, Ermeni Meselesi Nedir Ne Değildir?, İstanbul 1994.
KOLOĞLU, Orhan, Abdülhamit Gerçeği, Eylül yayınları, İstanbul 2002.
KONGAR, Emre, Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi kitapevi, İstanbul 2006.
KUTAY, Cemal Osmanlıdan Cumhuriyete Yüzyılımızda Bir İnsanımız: Hüseyin Rauf Orbay (1881-1964), I, İstanbul 1992.
KUTLU, Sacit, Didar-ı Hürriyet Kartpostallarla İkinci Meşrutiyet 1908-1913, Bilgi Ü. y., İstanbul 2004.
OSMANOĞLU, Ayşe, Babam Abdülhamid, İstanbul 1960.
ÖKE, Mim Kemal, İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery’in Gizli Raporlarında II. Abdülhamid ve Dönemi, İstanbul 1983.
ÖKE, Mim Kemal, Yaşanmamış Anılar, İstanbul 1997.
ÖZTUNA, Yılmaz, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Büyük Türkiye Tarihi, VII, İstanbul 1983.
Resimli-Haritalı Mufassal Osmanlı Tarihi, (Heyet), VI, Güven basımevi, İstanbul 1972.
Süleyman Şefik Paşa, Hatıratım Başıma Gelenler ve Gördüklerim 31 Mart Vakası, haz.Hümeyra Zerdeci, Arma y., İstanbul 2004.
Tahsin Paşa, Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, İstanbul 1933.
TEPEDELENLİOĞLU, Nizamettin Nazif, İlan-ı Hürriyet ve Sultan ILAbdülhamit Han, Yeni Çığır Kitapevi, İstanbul 1960.
UÇAROL, Rifat, Siyasi Tarih, İstanbul 2000.
URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987.
WOODS, Henry F., Türkiye Anıları, (Çeviren: F. Çoker), İstanbul 1976.
Ziya Şâkir (Soko), Sultan Hamid’in Son Günleri (Muhafızı Rasim Bey’in Hatıraları), İstanbul 1943.
C. Makaleler
“Osmanlı Basınında Yüzyıl Önce Bu Ay”, Toplumsal Tarih, Sayı:139, Temmuz 2005, s.112.
BARDAKÇI, Murat, “İlk Bombalı Araba 98 Yıl Önce 26 Kişiyi Öldürmüştü”, http://dosyalar.hurriyet.com.tr/ ramazan2003/bardakci23.asp, Erişim 1 Haziran 2007.
ENGİN, Vahdettin, “Sultan II. Abdülhamit’e Düzenlenen Ermeni Suikastı ve Bu Sebeple Belçika ile Yaşanan Diplomatik Kriz”, Ermeni Meselesi Üzerine Araştırmalar, (Hazırlayan: E. Afyoncu), İstanbul, 2001, s.115-132.
KIRCI, Mustafa, “Necip Fazıl Kısakürek 'in “Abdülhamid Han” Adlı Tiyatro Eseri Üzerine Bir İnceleme”, Uluslar arası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research, Volume 1/2, Winter 2008, s.243-258.
KURAN, Ercüment, “Tarih Yazıcılığında II. Abdülhamid”, Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler, Ankara, 2004, s.224.
ÖZBİLEN, E.Bengi, “Ermeni Meselesi Hakkında Amerika’da İki Değişik Görüş”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı:64, s.211-219.
ÖZDAL, Barış, “Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları İtibarıyla Ermeni Sorunu”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, yıl:4, sayı:8, Ağustos 2006, s.109-119.
TAŞYÜREK, Muzaffer, “Ermeni Vahşeti”, Semerkand, Sayı 40, Nisan 2002, s. 65.
TEKİN, Emrullah, “Ermeni Meselesiyle İlgili II. Abdulhamid’in Vambery’e Cevabi Bir İradesi”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı:76, s.145149.
D. İnternet Sitesi
http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/yuzyil/1899-1909.htm, Erişim 1 Haziran 2007.
http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/sorun/yildiz_01.html, Erişim 11 Mart 2008.