GİRİŞ
Cumhuriyet’in İlanı’ndan 1946 Seçimlerine Kadar Türk Demokrasisi
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, ömrünü meşruti monarşi olarak tamamlamıştır. Osmanlı-Batı etkileşiminin bir sonucu olarak, yönetim mekanizması, 19. yüzyılın başlarından itibaren aşamalı bir şekilde parlamenter sisteme doğru kaymıştır. Özellikle de II. Meşrutiyet’in ilanı ve sonrasında yaşanan süreç, Türk toplumunda demokrasinin inkişafı açısından değeri inkâr edilemez bir öneme sahiptir. Öyle ki, Türkiye Cumhuriyeti kendi anayasasını ve seçim mevzuatını oluştururken dahi, kendinden önceki tecrübeleri günün şartlarına uyarlayarak aynen devam ettirmiştir.
Atatürk ve arkadaşlarının kurmuş olduğu yeni Türk devletinin rejimi, Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte resmen belirlenmiştir: Cumhuriyetin ilanı ile birlikte rejim tartışmalarının yerini devlet başkanlığı meselesi almıştır; Bu tartışmalara son veren gelişme ise 3 Mart 1924 tarihinde Halifeliğin kaldırılması olmuştur. Böylelikle de, Millî Mücadele’nin lideri ve Halk Fırkası Başkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, devlet başkanlığı üzerindeki tartışmalara kesin olarak son verilmiştir.
Çok partili hayata geçiş, ilk olarak Mustafa Kemal Atatürk döneminde denenmiş ve bu amaca yönelik olarak da 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur[1]. Kurucuları arasında Atatürk’ün yakın silah arkadaşları ve bazı eski İttihatçılarında bulunduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, ilk muhalefet partisi olarak siyasi hayatta yerini almış fakat kısa bir süre sonra, ülkenin Doğu’sunda patlak veren isyan ile ilişkilendirilerek İstiklal Mahkemesi kararıyla kapatılmıştır. Ayrıca yaklaşık bir yıl sonra, İzmir'de Atatürk'e suikast tertibi içinde olanlarla alakalı oldukları gerekçesiyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları ve bazı eski İttihatçılar İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmışlardır. Nihayetinde bu ilk muhalefetin etkiliğine son verilmiş ve böylelikle de çok partili hayata geçiş denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bundan sonra ikinci bir muhalefet partisinin ortaya çıkacağı 12 Ağustos 1930 tarihine kadar ülkede bir dizi köklü değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Ayrıca 1929 yılında ortaya çıkan dünya ekonomik buhranının etkileri Türkiye'de de ciddi şekilde hissedilmiştir. Böyle bir ortamda iktidarın icraatlarını denetleyecek bir muhalefet partisinin varlığını gerekli gören Atatürk, yakın arkadaşı Fethi Okyar'a Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdurmuştur[2]. Atatürk'ün direktifleri ile kurulan bu yeni muhalefet partisi, kuruluşundan kısa bir süre sonra toplum tabanında ciddi bir ilgi ve alaka uyandırmıştır. Ancak bu ilgi ve alaka, partinin kurucularını dahi endişeye sevk edecek dereceye gelince, durumun vahametini anlayan Fethi Okyar, partisini kapatmak zorunda kalmıştır. Böylelikle çok partili hayata geçişi sağlamak amacıyla başlatılan bu ikinci girişim de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Terakkiperver ve Serbest Fırka deneyimleri, Cumhuriyet Türkiye'sinde, ister doğal yoldan ortaya çıksın isterse güdümlü olsun, bir muhalefet hareketinin ayakta kalamayacağının göstergesi olmuştur. Bu iki denemeden sonra iktidar partisi CHP, tek-partili bir yönetim anlayışı içerisinde, otoriter tavrını pekiştirerek ülkeyi yönetmeye devam etmiştir. Parti, muhalefet etmesi yani iktidarı denetlemesi amacıyla kendi içersinden bir müstakil grup çıkarmış ise de, bu müstakil grup beklenen amaca hizmet etmekte uzak kalmıştır[3].
Atatürk’ün ölümünden sonra devlet başkanı olan İsmet İnönü, kısa bir süre sonra partinin toplanan olağanüstü kongresinde kendini Değişmez Genel Başkan ve Millî Şef ilan ederek Türkiye’de Şeflik rejimini başlatmıştır[4]. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına tekabül eden bu günlerden, savaşın sonuna kadar Türkiye’de tek-partili ve otoriter bir yönetim anlayışı egemen olmuştur. Savaş süresince Türk toplumu, bu yönetim anlayışının ve savaşın ortaya çıkardığı her türlü siyasi, sosyal ve ekonomik olumsuzlukların tesiri altında kalmıştır. Savaşın başlangıcında siyasal tavrını Müttefikler lehine kullanan Türkiye’nin yönetim anlayışı ve idaresi daha çok tek-partili Mihver devletlere yakın olmuştur.
II. Dünya Savaşı’nın, demokrasi taraftarı olarak nitelendirilen Müttefikler lehinde sonuçlanacağının anlaşılmaya başlamasıyla birlikte, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kişisel hak ve özgürlüklere değer vermeyen otoriter yönetim anlayışları gözden düşmeye başlamıştır. Savaş sonrasında kendisini saldırgan Sovyet Rejimi’nin karşısında bulan Türkiye için, savaşın galibi olan Müttefiklerin desteğini almaktan başka bir çare yoktu. Bunun için yapılması gerekenleri Millî Şef İsmet İnönü, öncelik sırasına göre gerçekleştirmiştir. Öncelikle, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilmiştir. Sonrasını San Fransisco’ya katılım ve Birleşmiş Milletler Anayasası’na imza koymak izlemiştir.
Dış politikada Türkiye’yi hızla Müttefiklere yaklaştıran ve onların desteğini almayı sağlayan bu adımların iç politikadaki yansımaları da çok geçmeden ortaya çıkmaya başlamıştır. Savaş sonrasında esen demokrasi rüzgârının ilk belirtileri bazı basın yayın organlarında ve Meclis içerisinde hissedilmeye başlamıştır. Bu durum karşısında iktidarın tavrı; kimi zaman “görmezden gelmek” kimi zamanda konuşmaların arasına serpiştirilen cümleler ile “yeşil ışık yakmak” olmuştur. Yönetim erkini elinde bulunduranların bu tavrından cesaret alan muhalifler, farklı konular vesilesiyle dile getirdikleri taleplerini vermiş oldukları “Dörtlü Takrir” ile resmileştirmişlerdir. Daha sonra Demokrat Parti’nin dört kurucusu arasına girecek olan kişilerin bu talepleri reddedilmiştir[5]. Bu arada Temmuz ayı içerisinde Milli Kalkınma Parti’si kurulmuştur[6]. Dörtlü Takrir'e imza koyan milletvekillerinin, muhalif görüşlerini bazı basın organlarında seslendirmeleri, onların partilerinden çıkarılmalarıyla sonuçlanmıştır. Partiden çıkarılan milletvekilleri, daha önce partiden ve vekillikten istifa eden Celal Bayar başkanlığında Demokrat Parti’yi 7 Ocak 1946’da kurmuşlardır[7].
DP, kuruluşundan hemen sonra, ortaya atılan muvazaa iddialarının yarattığı olumsuz hava ve anti-demokratik kanunların gölgesinde teşkilatlanma çabalarına girişmiştir[8]. İktidar partisi olan CHP ise, Nisan ayının sonunda almış olduğu bir kararla Belediye Seçimlerini öne alırken[9], diğer taraftan Mayıs ayı içerisinde topladığı olağanüstü kongrede, İnönü’nün Değişmez Genel Başkan ve Milli Şeflik unvanına son vermiştir[10]. Dahası, yapılması kararlaştırılan milletvekili seçimlerinin tek dereceli olarak yapılmasına, cemiyet ve partilerin sınıf esasına dayalı olarak kurulmasının önündeki engellerin de kaldırılmasına karar vermiştir.
26 Mayıs 1946 tarihinde yapılan Belediye Seçimlerine DP; anti-demokratik kanunların yürürlükte olduğunu ve tam olarak teşkilatlanamadığını gerekçe göstererek katılmamıştır[11]. İktidar partisi, rejimi normalleştirmek ve muhalefetin eleştiri oklarından kurtulmak adına genel seçimler öncesinde anti-demokratik kanunların bir kısmını ortadan kaldırmış, bir kısmını da esnek bir hale getirmiştir[12]. İktidarın bu adımları, muhalefet tarafından yeterli olmayan ama demokrasi adına kaydedilecek önemli birer merhale olarak nitelendirilmiştir. Meclis’in 10 Haziran’da seçimleri yenileme kararını vermesinden sonra merak edilen konu, muhalefetin seçimlere katılıp katılmayacağı olmuştur. DP’nin seçimlere katılacağını açıklamasından sonra Türk toplumu, tarihinde ilk defa, tek dereceli seçim sistemiyle hararetli bir seçim atmosferine girmiştir[13].
SEÇİMLER ÖNCESİNDE İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ
1946 seçimleri öncesinde iktidar-muhalefet ilişkilerinin eksenini belirli konuların yanında iktidarın bazı icraatları belirlemiştir. İktidar- muhalefet arasında tartışma konusu haline gelen meseleleri ise şu başlıklar altında incelemek mümkündür:
Parti-Devlet Başkanlığı Meselesi
İktidar ve muhalefet arasında en çok tartışılan ve iktidar açısından daha çok bir anayasa sorunu şeklinde algılanan meselelerden birisi, devlet başkanlığı ile parti başkanlığının aynı kişide birleşmesi olmuştur. İnönü’nün 10 Mayıs tarihinde parti kurultayındaki sözleriyle siyaset gündemine giren bu meselenin, daha öncede siyaset kulislerinde konuşulduğu İnönü’nün kurultaydaki şu sözlerinden anlaşılmaktadır: “Bu münasebetle benim şahıs olarak ve Cumhurbaşkanı olarak Parti başkanlığından çekilmem üzerinde yürütülen fikirleri de tahlil etmek istiyorum[14]” .
İnönü kurultaydaki konuşmasının devamında meseleye şu sözlerle yaklaşmıştır: “Devlet başının, parti başkanlığını muhafaza etmesi takdirinde, onun, vatandaşlara ve partilere karşı tarafsız surette adaletli bulunması gereken durumlarda hata etmesinden korkulabilir. Bizim anayasamız, devlet başı seçilmiş adamın, vazifesi gerektiği zaman tarafsız ve adaletli olacağına inanmıştır. Bütün mekanizma ona göre kurulmuştur. Devlet başı, milletvekilleri ile beraber seçilir ve onlarla beraber düşer. Biz de bu usulün ihtiyaçlarımıza uygun olduğuna inanıyoruz. ...Devlet reisinin partiler dışında olması tezi üzerinde durmak istersek Anayasayı değiştirmeliyiz. Cumhurbaşkanı milletvekillerinden başka bir seçime, başka bir müddete tabi olmak ve bugün olduğundan daha başka yetkileri bulunmak gerekli olur. Bu kaideyi benimsemiş memleketlerde, hal böyledir. Ben daha geniş müddetli ve yetkili bir devlet reisi olmak tekliflerine karşı koyacağım. Bunu, benden sonra geleceklerin işi sayarım. Benden sonra geleceklere de bugünkü tertibin bünyemize uygun olduğunu söylemekte ısrar ederim. ...Her halde ben ölünceye kadar çalışmalarımıza bu kadar vefalı bir yardım ve kusurlarıma bu derece tahammül ve hoşgörürlük bağışlamış olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin üyesi olarak kalacağım ve kabul ettiği müddetçe, Başkanı olarak, onun siyasetine hizmet edeceğim. Benim parti başından çekilmemi, Cumhuriyet halk Partisi’nin zayıflaması için tesirli bir çare görüp de, bu maksadı saklayarak, propaganda yapanların fikirlerini tahlil etmekten sakınıyorum”
İnönü'nün bu sözlerinden meseleye nasıl yaklaştığı ve bu meseleyi ortaya atanların gerçek amaçlarının ne olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu meseleyi gündeme getirenlerin amacı, İnönü'ye göre CHP'yi zayıflatmaktır.
DP, İnönü'nün anayasadan çıkarmış olduğu bu manayı müşkül bulmuş ve bunun nedenlerini şu sözlerle açıklamıştır: “Çünkü anayasamız, devlet başkanlarının sorumsuzluğu prensibini kabul etmiş bulunuyor. Bu prensibin tabii neticesi icra işlerinin Meclis’e karşı mesul bakanlar tarafından yürütülmesidir. Hâlbuki devlet reisi, aynı zamanda parti başkanı kaldığı takdirde bu vaziyetin sorumsuzluk prensibi ile telifi kabil olamayacağı durumlara yol açılmış olabilir. Partilerin taaddüdü (çoğalması) altında ise bu mahzur gözden uzak tutulamayacak bir ehemmiyet alır. Hakikat o dur ki, devlet reisi milletvekili olduğu halde Meclis müzakerelerine iştirak etmekten ve reyini kullanmaktan Anayasa hükmü ile menedilmiş olmasının manası en yüksek mevki işgal eden ve devleti temsil eden zatın Meclis müzakereleri ve parti mücadeleleri içine girmesinden doğacak mahzurları önlemek olduğundan şüphe yoktur. Diğer taraftan gerek anayasanın, gerek başka kanunların devlet başkanının temin ettiği yüksek salahiyet ve masuniyetleri bir partiye mal edilmesi ihtimali parti mücadelelerinin eşit ve adaletli şartlar altında cereyan etmesi prensibine aykırı düşer[15].”
Görüldüğü gibi DP, anayasadaki Cumhurbaşkanı'nın pozisyonunu İnönü'den farklı bir şekilde yorumlamaktadır. İnönü'nün, meseleyi ortaya atanlara dönük niyet okumalarına ise DP'liler hiç temas etmemişlerdir. Belediye seçimleri öncesinde bu şekilde iki parti arasında polemik konusu olan bu mesele, Meclis'in seçimleri yenileme kararını alması ve DP'nin seçimlere katılma kararı vermesinden sonra tekrar gündeme gelmiştir.
DP, seçime katılma kararını duyurduğu beyannamesinde, İnönü’nün yurt içi seyahatlerinde parti başkanı gibi konuştuğunu ve bu konuşmalarının yayınlanmadığını dile getirmekte ve İnönü’nün bu tavrının partilerine dönük etkilerini şu sözlerle dile getirmektedir: “Binaenaleyh, partimizin maruz kaldığı şiddetli hareketler gösteriyor ki, ne kadar iyi niyetle hareket edilirse edilsin, Devlet başkanının fiilen bir partinin başkanlığında bulunması ve bütün milletin malı olması icab eden Devlet Başkanlığı yüksek makamının bütün yüksek masuniyet ve salahiyetleriyle bir partinin tarafında yer alması, diğer partileri gayet nazik ve zor bir mevkide bulundurmakta ve partilerin eşit hak ve şartlar altında çalışabilmeleri prensibine aykırı durumlar yaratmaktadır[16]”. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere DP, İnönü’nün bu tavrını anayasanın ruhuna ve demokrasi prensiplerine aykırı bulmakta ve bunun partilerini zor durumda bıraktığından yakanmaktadır. DP’nin İnönü’ye partiler üstü bir pozisyon biçme çabalarına iktidar cephesi pek aldırış etmemiş, bunun altında yatan gizli amacı daha önemli saymışlardır.
Falih Rıfkı Atay, DP’nin seçime katılma kararını irdeleyen yazısında, halk efkârını karıştırmak isteyenlerin oyunlarını düşürmek amacıyla, seçime girecek partileri ve bu partilerin başkanlarını sıralamıştır. Atay, İnönü’nün Doğu gezisi sırasında “şerefli partim” diyerek her türlü iltibaslama çabalarının önüne geçtiğini vurgulamış, halk partilileri, seçimlerde halkı İnönü bayrağı altında toplamaya, liderlerinin “adının ve şanının” muhalefet tarafından yanlış kullanılmasının önüne geçmeye çağırmıştır[17]. Falih Rıfkı Atay, bir başka yazısında yine aynı konuya değinmiş ve şunları yazmıştır: “Demokrat Parti lideri ve arkadaşları ki içlerinden bir kısmı ilk Meclisten beri milletvekili idiler, Cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının Atatürk devlet reisi olduğundan beri bir şahsiyette birleşmiş olduğunu görmüşlerdir. Eğer bunu anayasaya aykırı olduğunu bilerek kabul etmişlerse, millet kendi temsilcilerine böyle bir siyasi ahlak düşkünlüğünü affetmez. Eğer anayasayı muhalif olduktan sonra okumuşlar ise bu ihtimali de milletin mazur göreceğini zannetmiyoruz”[18].
CHP milletvekillerinden Nihat Erim de, “Siyasi Terbiyeye Dair" başlıklı yazısında aynı konuyu işlemiş, cumhuriyetlerde devlet reislerinin siyasi bir şahsiyet olduğunu ve o makama başında bulunduğu partide yapmış olduğu hizmetlerle yükseldiğini belirterek şöyle söylemiştir: “ Şu halde bir yandan İnönü’yü göklere çıkarır gibi görünmek, öte yandan Halk Partisi’ni batırmak, çocukları bile kandıramayacak kadar kötü ve kaba bir oyundur. Devlet Reisliği makamının, bugünkü anayasamıza göre, parti başkanlığı ile uzlaştıramayacak hiçbir yetkisi yoktur. Demokratlardan rica ediyoruz varsa lütfen göstersinler”[19]. Bu yazı İktidar partisi milletvekillerinin, seçim mücadelesinde İnönü isminden mahrum kalmak istemediklerinin de bir göstergesidir·
İktidar partisi, İnönü’nün hem devlet başkanı hem de parti başkanı olduğunu ve böyle kalacağını resmi söylemlerinde sık sık vurgulamalarına rağmen, “İnönü başımızda kalacak Halk Partisi çekilecek” şeklindeki söylentiler halk arasında yayılmaya devam etmiştir· Bu söylentilerin önüne geçebilmek için iktidar partisini temsil eden gazeteler manşetlerinden İnönü’nün parti başkanı olduğunu vurgulama ihtiyacı hissetmişlerdir[20]· Bu söylentilerin önüne geçmek ve halkı aydınlatmak için iktidar partisi milletvekilleri gittikleri yerlerde İnönü’nün partinin başında olduğunu ve onun bayrağı altında birleşmek gerektiği yönünde propagandalar yürütmüşlerdir[21]. Nihayetinde, seçimlerden üç gün önce İnönü de, radyodan vermiş olduğu nutkunda aynı konuya temas etme ihtiyacı duymuştur. İnönü, mesele hakkındaki bilinen tezlerini tekrarladıktan sonra halka şunları söylemiştir: “karşımda bulunanlara yakıştıramadığım hem beni ister görünmek hem başkanı olduğum partinin kazanmamasını istemektir. Partim seçimi kaybettiği vakit veyahut partim çokluğu kazanıp da ben milletvekili seçilemediğim zaman cumhurbaşkanlığımdan çekilmemin tabii bir şey olduğunu bütün vatandaşlarımın bilmesi lazımdır. Bu sözlerimle benden kurtulmak isteyen vatandaşlarıma, açık yolu göstermiş oluyorum. Birçok yerlerde yapılan propagandalar gibi ‘İnönü, başımızda kalacak Halk partisi çekilecek!’ telkinlerinin aldatıcı şekli meydandadır”[22].
İnönü, bu sözleriyle, devletin başında kalabilmesinin yolunun CHP’ye oy vermekten geçtiğini halka açıkça ilan etmiş ve kendisi hakkında yapılan söylentileri yalanlamıştır. Böylelikle, muhalefetin ısrarlarına ve isteklerine aldırmaksızın İnönü, seçim sürecinde partisiyle arasına mesafe koymaktan ve tarafsız bir Cumhurbaşkanı rolünden kaçınmış oluyordu. Böyle bir tutum takınmasının CHP’ye seçimlerde güç kaybettireceği, muhalefetin elini güçlendireceği açıktı. Ne İnönü ne de Halk Partililer böyle bir riski göze alamazdı. Bu nedenledir ki, seçimlerde halk partililer İnönü’nün ismini bayraklaştırmışlardır. Seçim propagandalarında Halk Partililerin sözleri sık sık; “Yaşasın İnönü!”, “İnönü’nün yolundan ayrılmayız!”, “İnönü’nün emrinde ve hizmetindeyiz” sloganlarıyla kesilmiştir[23]. İktidara mensup yayın organları, İnönü’nün bu gerçeği bizzat kendi ağzından halka duyurmasından sonra DP’nin “iğfal etmesi”yle CHP’den ayrılan vatandaşların tekrar geri döndüğünü, DP’den çözülmelerin başladığını yazmışlardır[24].
Rejimi Demokratikleştirme Meselesi
Seçim öncesinden başlayıp, seçimlerin yapıldığı güne kadar gerek resmi söylemlerde gerekse halka dönük konuşmalarda CHP ve DP’liler demokrasiye geçişle ilgili olarak farklı söylemler geliştirmişlerdir. DP kurucuları, kendilerinin de kimi zaman başbakan kimi zaman bakan olarak içinde bulundukları CHP’yi, "tek parti idaresi”, “tek parti rejimi”, “istibdat” ve “totaliter rejim dönemi” gibi ifadelerle nitelendirmişlerdir. Bununla da yetinmeyip iktidar partisinin "demokratikleşmeye” ya da “rejimi normalleştirmeye” dönük attığı adımları kendi çaba ve gayretlerinin ve dış baskının bir sonucu olarak yorumlamışlardır.
İktidar partisi yetkilileri, muhalefetin bu tür söylem-propagandalarını her fırsatta reddetmişlerdir. Muhalefetin bu iddialarını çürütebilmek için de iktidarda oldukları dönemde yaptıkları icraatları örnek olarak göstermişlerdir. Bunun için de gerek İnönü, gerekse parti milletvekilleri; konuşma ve gazete yazılarında sık sık icraatlarına yer vermişlerdir[25]. İktidar partisi milletvekilleri, DP’nin iddialarının asılsız olduğunu seçim propagandaları sırasında halk önünde de anlatmışlardır[26].
İktidar partisi, daha önceki “çok partili hayata geçiş” denemelerinden bahsederken, daha çok iktidarın kendi çabaları ile ortaya çıkan Serbest Fırka deneyimi üzerinde durmuş ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan aynı ölçüde bahsetmemiştir. İktidara mensup milletvekillerinden Hüseyin Cahit Yalçın, İsmet İnönü’den önceki dönemi değerlendirirken, Falih Rıfkı ve Nihat Erim gibi milletvekillerinden daha farklı bir dil kullanmıştır[27]. O tarihlerde CHP milletvekili olan Kazım Karabekir de yayınlamış olduğu seçim beyannamesinde; Cumhuriyet’ten hemen sonraki dönemi iktidarın bakış açısından farklı bir yaklaşımla değerlendirmiştir[28]. Hüseyin Cahit ve Kazım Karabekir’in Cumhuriyet’in ilk yıllarında muhalefet safında yer almaları ve bunun birtakım sıkıntılarını yaşamış olmaları göz önüne alınırsa böyle bir yaklaşım farkına sahip olmalarının nedeni daha net anlaşılabilir.
İktidarın Seçim Öncesi Aldığı Bazı Kararlar ve Demokrat Parti
Seçim kampanyası sürecinde biri iktidar diğeri sıkıyönetim komutanlığınca alınan iki karar DP tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu kararlardan birincisi, 4 Temmuz tarihinde sıkıyönetim komutanlığınca duyurulan karardır[29]. Sıkıyönetim komutanlığının almış olduğu bu karar, muhalefeti, seçim propagandaları açısından zor durumda bırakmıştır. O günleri yaşayan bir yazar, bu zorlukları şu cümlelerle anlatmaktadır: “Maddi durumdan dolayı pek zayıf bulunan Demokrat Parti’nin lokal tutmağa ve sık sık toplantılar yapmağa mecali yoktu. Kaldı ki, buna kudret yetse dahi birçok yerlerde ve köylerde toplantı salonları mevcut değildi. Mevcut olanları da, polis ve jandarma tazyiki ile kiralamak imkânı çok güçtü. Hâlbuki senelerce Devlet kesesinden ödenerek meydana getirilmiş ve Halk partisine mal edilmiş yüzlerce, binlerce halkevi salonları ve halk odaları CHP’nin malı ve mülkü halinde, her an emirlerine amade idi. Bu tebliğden sonra Demokrat Parti örfi idare mıntıkasında seçim propagandası yapamaz olmuştu. Demokrat Parti’nin İstanbul İl Başkanı Kenan Öner bu tebliğ çerçevesi dâhilinde bir sinema salonu kiralamak istemiş ve sinemaların normal seansları dışında birkaç saatlik toplantı yapmak istemişti. Fakat koca İstanbul’da buna muvafakat cesaretini gösterecek tek hayır sahibi çıkmamıştı”[30].
Bu karardan kısa bir süre sonra İçişleri Bakanı Hilmi Uran, illere gönderdiği bir tamimle, köylerde yapılmakta olan zehirleyici propagandayı önlemek amacıyla, köylere gönderilen kimselerden hangi parti adına hareket ettiklerini gösterir vesika isteneceğini duyurmuştur[31]. Bunun üzerine harekete geçen DP, 11 Temmuz tarihli yayınlamış olduğu bir beyanname ile bu tamimin anayasaya aykırı olduğunu duyurmuştur[32]. Beyannamenin başlangıcında; tamim sonucunda partililere yapılan muamele ve tamimin amacı şu şekilde anlatılmaktadır: “İç İşleri Bakanlığının bu emri üzerine birçok yerlerde köylere gitmekte olanlara idare amirlerinden alınmış vesikaları olup olmadığı sorulmakta ve arz edemeyenler geldikleri yerlere iade edilmektedir. Bu gibi zecri tedbirlere maruz kalan yurttaşlar, idari makamlara müracaat ettikleri takdirde köylere gidebilmek müsaadesi almak için hareketten 48 saat evvel arzuhalle müracaat edilmesi ve bu müracaat üzerine yapılacak olan tahkikat sonunda müsaade ve vesika verilip verilmeyeceğinin tayin olunacağı kendilerine bildirilmektedir. Bundan maksat milletvekili seçimleri arifesinde muhalif partilerin halkla ve köylerdeki teşkilatları ile her türlü temas ve irtibatlarını kesmek olacağı şeklinde anlaşılmaktadır. Bilhassa seçim arifesinde bir parti teşkilatı kademeleri ve mensupları arasında ve halkla her türlü irtibatın kesilmesi halinde hâsıl olacak durum meydandadır. Her köyü tamamıyla tecrit etmek ve teker teker baskı altına alarak ve muhalif partilerdeki şahısları teker teker dağılmaya ve istifa etmeye mecbur etmek, halkı tedhiş etmek, haberleşmeyi imkânsız kılmak hatta milletvekili aday listelerinin ve seçimlerde sandık başlarında bulundurulacak parti temsilcilerinin bile köylere gönderilmelerine mani olmak. İç İşleri Bakanlığınca verilmiş olan bu emrin tabii bir neticesi şeklinde kendisini gösterecektir. İçişleri Bakanı’nın illere gönderdiği tamimin ortaya çıkaracağı sakıncalar bu şekilde sıralandıktan sonra, ilgili tamimin anayasanın 78 ve 70. maddelerine aykırılık teşkil ettiği dile getirilmiştir[33].
DP’nin bu beyannamesinden sonra İçişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak, tamimde seyahat özgürlüğünü kısıtlayan bir yön bulunmadığını, böyle bir kararın alınmasından maksadın memleketin emniyet ve asayişini korumak olduğunu duyurma gereği duymuştur. Ayrıca idare amirlerinden vesika alınmasına dönük bir uygulamanın söz konusu olmadığı, bu gibi durumlar vaki olduğu takdirde ilgililer hakkında kanuni muamele yapılacağı belirtilmiştir[34]. DP’nin beyannamede ileri sürdüğü fikirler, CHP’nin yayın organlarında, bazı yazarlar tarafından eleştirilmiş ve bakanlığın illere gönderdiği tamimi yayımlamaktaki amaçları anlatılmıştır[35].
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nın bu uygulamaları, muhalefet partilerine, nerede ve nasıl konuşacakları konusunda bir sınırlama ve ölçü getirmiştir. Bu sınırların dışına çıktıkları takdirde maruz kalacakları ithamlar ve suçlamalar ise iktidar partisinin sözcüleri tarafından daha işin başında ifade edilmiştir.
PARTİLERİN SEÇİM PROPAGANDALARI
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Seçim Propagandaları
İktidar partisi olan CHP, seçim propagandalarının daha başlangıcında, parti örgütlerine belli konularda tavsiyelerde bulunmuştur. Bu tavsiyeler arasında; seçim kampanyalarında zor usullere başvurulmaması, muhalefeti dışarıdan para almakla suçlamama ve muhalif partilerin kapatılacağı yönündeki söylemlerden vazgeçilmesi vardı[36]. İçişleri Bakanlığı da illere bir genelge göndererek ilk defa yapılacak seçimlerde vatandaşın serbestçe oyunu kullanması, memurların şu veya bu parti lehinde gayretkeşlik içine girmemesi yönünde uyanlarda bulunmuştur[37]. Bu uyarılarla hükümet ve CHP, seçimler öncesinde üzerine düşeni yapmaya çalışıyordu.
Cumhuriyet Halk Partisi, seçim sürecinde halka ulaşma adına; radyodan nutuklar verme, yayın organları aracılığıyla beyanname, tamim yayınlama, halkevlerinde ve halk odalarında konferans verme, şehir ve köylerde miting düzenleme gibi her türlü imkân ve vasıtalardan yararlanmıştır. Halkın karşısında birçok konuyu seçim propagandası olarak gündeme getirmiştir.
CHP, seçim propagandalarında DP’nin kuruluşuna kendilerinin izin verdiklerini de rejimi normalleştirme adına bir övünç kaynağı olarak kullanmışlardır. Ancak DP’nin yürüttüğü muhalefet anlayışına da çok sert eleştirilerde bulunmuşlardır[38]. DP’nin kurucularından bazılarının geçmişteki görevleri sırasında yolsuzluk yaptıkları başta olmak üzere muhalefetin ülkeyi yönetecek kadrodan ve programdan mahrum olduğuna yönelik itham ve eleştirilerde bulunmak suretiyle halkı kendi taraflarına çekmek için çaba harcamışlardır[39]. CHP’nin yayın organlarında, DP’nin eleştirilere tabii tutulan yönlerinden birisi belki de en tuhaf olanı “kurulur kurulmaz iktidara göz dikmiş” olmasıdır[40].
CHP’nin seçim propagandalarında ağırlık teşkil eden konulardan birisi de dış politika olmuştur. Özellikle de dış politikadaki belirsizlik ve tehdit vurgulanmış ve halk milli birlik ve beraberlik açısından İnönü'nün bayrağı altında toplanmaya çağırılmıştır[41]. Parti'nin üstlerinde bulunan kişiler, Celal Bayar'ın başında bulunduğu ve daha parti kurulurken mutabık kaldıkları dış politika konusunda, DP'yi itham etmekten kaçınmışlardır. Ancak parti örgütünde herkes aynı hassasiyete sahip olmadığı için, münferitte olsa, bazı partililer, DP'yi “Rus siyaseti yaymakla”, “Rus taraftarı” olmakla suçlamaktan geri durmamışlardır[42]. Moskova radyosunun DP'yi destekleyici yayınlar yapmasıyla birlikte CHP'liler DP'yi Rus istekleri ve dış politika konusunda açıklama yapmaya davet etmişlerdir[43]. Celal Bayar, konuya ilişkin düşüncesini Bayındır’da yaptığı seçim konuşmasında “Bu memlekete göz dikecek düşmanın gözü çıkarılır” diyerek dile getirmiştir[44].
CHP’liler, halka dönük konuşmalarında, partinin ve ülkenin mazisinden bahsetmeyi de ihmal etmemişlerdir. CHP kanadının konuşmalarının ağırlık noktasını, Atatürk ve İnönü birlikteliği oluşturmuş ve İnönü’nün Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı olduğu, ölümünden sonra devleti ve milleti İnönü’ye emanet ettiği uzun uzadıya anlatılmıştır. CHP’nin devleti ve milleti düşmandan kurtaran sonrasında da devrimlerle ülkeyi çağdaşlaştıran parti olduğu da halkın dikkatlerine yeniden sunulmuştur[45]. CHP’nin kurulduğu günden itibaren yaptığı icraatlar ve hizmetler de Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından radyodan uzun uzun anlatılmıştır[46]. İnönü de seçimlerden üç gün önce yine radyodan, köylerdeki hizmetlerinden, orman meselesinden, dış politikadan, hayat pahalılığından söz etmiş, ülkenin ekonomik durumunun eskiye nazaran daha iyi olduğunu belirttikten sonra konuşmasının sonunda kendisine ve başında bulunduğu şerefli partiye oy istemek için kendinde cesaret bulduğunu söylemiştir[47].
İktidar partisi, taşrada yaşayan insanların seçimlere geniş ölçüde katılımını sağlamak ve onları bu konuda aydınlatmak adına, halkevlerinin köycülük şubelerini ve halkodası başkanlarını harekete geçirmiştir[48]. CHP’liler köylerde yaptıkları konuşmalarında ağırlıklı olarak, çiftçiye toprak dağıtılmaya başlanması[49], köylerde yapılan okullar, köy enstitüleri üzerinde durmuşlardır. Ekonomik sıkıntıların ve uzun süren askerliğin nedeninin II. Dünya Savaşı olduğu, düşmanın boyunduruğu altına girmemek için bu sıkıntılara katlanıldığı anlatılmış, İnönü’nün memleketi savaşa sokmayarak ne kadar büyük bir hizmet yaptığından bahsedilmiştir[50]. İstisnai bir bahis olmakla birlikte işçi ve işçi hakları gibi laflara da yer verilmiştir[51].
Seçimler öncesinde CHP’nin seçim afişleri cadde ve sokakları süslemiş, afişler partinin yayın organlarında gösterilmiştir[52]. Sümerbank Nazilli fabrikasında yaptırılan mahdut sayıdaki göğse takılan bayraklar parti teşkilatlarına gönderilmiş, bu bayrakların seçim günü sandık başlarında görevlendirilen ve o gün faal olarak çalışan partililerce takılmasının faydalı olacağı parti merkezince teşkilatlara bildirilmiştir[53]. Parti teşkilatlarına gönderilen bir yazıyla aday listelerinin basılmasında ihtiyaç duyulacak olan kâğıdın temininde devlet kırtasiye depolarından istifade edilmesi, bunun olmaması halinde ise gazetelerin mevcut stoklarından yararlanmaları istenmiştir[54].
Görüldüğü gibi CHP, seçim propagandalarında devlet ya da parti fark etmeksizin mevcut bütün imkânları kullanmaya çalışmıştır.
SONUÇ
Cumhuriyet Türkiye’si, demokrasinin inkişafı adına, Meşrutiyet dönemlerinden önemi yadsınamayacak bir birikim devralmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra, yeni rejimin karakteri, demokrasiden ziyade tek-partili, otoriter bir rejime doğru kaymıştır. Devrim hareketleri içerisinde iki kez çok partili hayata geçilme teşebbüsünde bulunulduysa da bu girişimler başarıya ulaşamamıştır. Bu iki girişimin sonrasında, iktidar partisi olan CHP’nin karşısında; ister doğal yollardan oluşmuş olsun, isterse güdümlü bir şekilde oluşturulmuş olsun, bir muhalefet partisinin siyasi hayatta kalamayacağı anlaşılmıştır. Bu denemelerden sonraki süreçte rejim, daha otoriter bir görünüm almış ve giderek parti-devlet bütünleşmesine doğru yönelmiştir. Öyle ki, II. Dünya Savaşı süresince Türkiye, tek-partili otoriter Şef’lik rejimi ile yönetilmiştir.
II. Dünya Savaşı’nda demokrasi taraftarı devletlerin galip geleceğinin anlaşılması ve Türkiye’nin Sovyet tehdidi ile karşı karşıya kalması, çok partili hayata geçiş için önceden mevcut olan iç dinamikleri harekete geçirmiştir. Yönetim erkini elinde bulunduran Milli Şef, ülkeyi dış politika alanında yalnızlıktan kurtarmak, rejimin dışarıdan görünümünü değiştirmek adına sınırlı da olsa rejimi normalleştirmek ve çok partili siyasi hayata geçmek zorunda kalmıştır. Denilebilir ki, çok partili hayata geçiş için önceden mevcut olan, savaşın getirdiği olumsuzluklarla iyice olgunlaşan iç dinamikleri, savaş sonrasının dış dinamikleri harekete geçirmiştir.
1946 yılının başında muhalefet partilerinden DP’nin kurulması ve teşkilatlanmaya başlamasıyla birlikte siyasi atmosfer hareketlenmiştir. İktidar partisi olan CHP, teşkilatlanmaya başlayan muhalefetin varlığına değer atfetmiş, ancak tam anlamıyla teşkilatlanıp güçlenmesine, hele hele iktidara oynamasına tahammül edememiştir. Bu nedenledir ki, seçim kanunu da dâhil muhalefetin hızını kesecek olan anti-demokratik kanunları tümüyle ortadan kaldırmak yerine nisbî bir yumuşamayı uygun görmüştür. Dahası, seçimleri öne alarak teşkilatlanma çabası içerisinde olan muhalefeti, anti-demokratik seçim kanunu ile seçimlere gitmeye zorlamıştır. İktidar partisi, rejimin tam olarak demokratik bir hüviyet kazanmasından ziyade dizginlerin elinde olmasına ve dışarıdan “birden fazla parti arasında seçim yapılıyor” görüntüsünün sağlanmasına önem vermiştir.
KAYNAKÇA
ARŞİVLER
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
KİTAPLAR
Ahmad Feroz-Turgay Bediya, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971) Bilgi Yayınevi, Ankara- 1976.
Akandere, Osman, Milli Şef Dönemi (Çok Partili Hayata Geçişte Rol Oynayan İç ve Dış Tesirler 1938-1945), İz Yayıncılık, İstanbul 1998.
Albayrak, Mustafa, Türk Siyaset Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Ankara 2004.
Ateş, Nevin Yurtsever, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Sarmal Yay., İstanbul 1994.
Avşar, Abdülhamit, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Kitabevi Yay., İstanbul 1988.
Aydemir, Şevket Süreyya, II. Adam, Cilt II, Remzi Kitabevi, İstanbul-2000.
Bilâ, Hikmet, CHP (1919-1999), Doğan Kitapçılık Yay., İstanbul 1999.
Burçak, Rıfkı Salim, Türkiye’de Demokrasi’ye Geçiş (1945-1950), Olgaç Yay., 1954.
Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri (1946-1950), (Hazırlayan: Özel Şahingiray), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 1999.
Çavdar, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950-1995), 2. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara 1996.
Ekinci, Necdet, II. Dünya Savaşı’ndan Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, İstanbul 1997.
Emrence, Cem, Serbest Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yay., İstanbul 2006.
Erer, Tekin, Türkiye’de Parti Kavgaları, Çınar Matbaası, İstanbul 1996.
Eroğul, Cem, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, İmge Kitabevi, Ankara 1990.
Goloğlu, Mahmut, Demokrasiye Geçiş (1946-1950), Kaynak Yay., İstanbul 1982.
Gülcün, Yılmaz, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), Alfa Yay., İstanbul 2001.
Gürkan, Nilgün, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın, İletişim Yay., İstanbul 1998.
Kabasakal, Mehmet, Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi (1908-1960), Tekin Yay., İstanbul 1991.
Karpat, Kemal H. Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, Afa Yayınları, İstanbul 1996.
Kıran, Haydar, Olaylar ve Belgelerle 1946 Seçimleri ve Yakın Demokrasi Mücadelemiz, İstanbul 1990.
Kıran, Haydar, 1946 Seçimleri ve Senirkent Faciası, Polemika Yayınları, İstanbul 1976.
Koçak, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Ankara 1985.
Nadi, Nadir, Perde Aralığından, Çağdaş Yay., İstanbul 1979.
Okyar, Osman- Seyitdanlıoğlu, Mehmet, Fethi Okyar’ın Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1997.
Öner, Kenan, Siyasi Hatıralarım ve Biz de Demokrasi, Osman Bey Matbaası, İstanbul 1948.
Timur, Taner, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İmge Kitabevi, Ankara 2003.
Toker, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları Tek Partiden Çok Partiye, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1990.
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952), Arba Yayınları, İstanbul-1952.
Tuncer, Erol, 1946 Seçimleri, TESAV, Ankara 2008.
Uran, Hilmi, Hatıralarım, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1959.
Uyar, Hakkı, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yay., İstanbul 1998.
Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim (1922-1971), Pera Turizm Ticaret A.Ş, İstanbul 1997.
Yeşil, Ahmet, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cedit Neşriyat, Ankara 2002.
Zürcher, Eric Jan, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bağlam Yay., İstanbul 1992.
MAKALELER
Akandere, Osman, “Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde 1945'de Görülen Siyasal Muhalefet ve Demokrat Parti'nin Kurulması”, Selçuk Üniversitesi Atatürk Araştırma ve Uygulama Merkezi Ata Dergisi , Sayı:VII, Konya 1997, s.331-353.
Akandere, Osman, “Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Bir Denetleme ve Kontrol Organı Olarak Müstakil Grup'un Yapısı ve İşlevi”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 3, Yıl: 1998, Isparta 1998, s.65-80.
Akandere, Osman, “İkinci Dünya Savaşı'ndan Sonra Çok Partili Hayata Geçişte Kurulan İlk Muhalefet Partisi “Millî Kalkınma Partisi”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sosyal, sayı: 4, Yıl: 1999, s. 193-211.
Akandere, Osman, “Bir Demokrasi Beyannamesi Olarak ‘Dörtlü Takrir'in' Amacı ve Mahiyeti”, Uluslararası Türkiye Cumhuriyeti Sempozyumu Bildirileri Kitabı, Isparta 2008, s. 260-270.
Tecer, Ahmet Kutsi, “Kurultay ve Fikir Hayatımız”, Ülkü, c.X, sayı: 112,(16 Mayıs 1946), Ankara 1946.
SÜRELİ YAYINLAR
Gazeteler
Ulus
Tanin
Son Posta
Yeni Türkiye
Yeni Sabah
Vakit
Dergiler
Ayın Tarihi
TBMM Tutanak Dergisi
Ülkü
TEZLER
Batmaz, Dilek, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Seçimler, Anadolu Üniversitesi Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 2004.