GİRİŞ
27 Mayıs 1960 günü Türk Silahlı Kuvvetleri, 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerde iktidara gelen Demokrat Parti (DP) Hükümetini devirerek yönetime el koydu. Ülkenin içinde bulunduğu durumun gittikçe kötüleştiği ve ülkede bir kardeş kavgasının başlamak üzere olduğunu ileri sürerek yönetime el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri, darbenin hemen ardından başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Büyük Millet Meclisi Başkanı, Bakanlar olmak üzere DP Milletvekillerini, bütün DP sorumlularını ve aralarında askerlerin ve polislerin de bulunduğu birçok bürokratı tutukladı ve bunlar Yassıada’da kurulan mahkemede yargılandılar.
27 Mayıs 1960 Darbesi, üzerinde çok tartışılan ve yorum yapılan konulardan birisidir. Darbe ile ilgili kaleme alınmış birçok yazı ve kitap mevcuttur. Bunların arasında özellikle hatıratlar önemli yer tutuyor. Ancak darbeyi çok farklı açılardan ele alan bu eserlerde, polislerin gerek darbe öncesinde gerekse darbeden sonra yaşadıklarından çok fazla söz edilmemekte ve çoğu kaynaklarda bu olgu göz ardı edilmektedir. Bu makalede mevcut kaynaklar taranarak 27 Mayıs Darbesi iç güvenlik ve polis perspektifinden incelenmeye çalışıldı. Darbeye giden süreçte meydana gelen 28—29 Nisan olayları, bu olaylar karşısında polisin tutumu, bunun sonucu olarak polis imajının kamuoyuna yansıması ve polisin içine düştüğü atmosfer, darbe sonrasında ise teşkilat mensuplarının yaşadığı sıkıntılar, Yassıada’da yargılanan polisler, teşkilatta uzun süre kendisini hissettiren “kurumsal travma” ve darbeden en çok etkilenen kurumlardan birisi olması yönüyle emniyet teşkilatı bu yazının ana temasını oluşturmaktadır.
A- Askerî Darbeye Giden Süreçte Meydana Gelen İç Güvenlik Olayları
1950’lerin sonuna doğru siyasi kavgalarda ve öğrenci olaylarında büyük artış gözlenmektedir. Bu olaylar, 27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra birçok polisin Yassıada’da yargılanmasına neden olması ve darbeye giden süreci hızlandırması yönüyle büyük önem arz etmektedir.
30 Nisan 1959’da CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Uşak gezisi büyük olaylara neden oldu. İnönü’nün, Kurtuluş Savaşı’nda karargâh olarak kullandığı evi ziyaret etmesi, Uşak valisi tarafından önlenmek istendi ve toplanan kalabalık İnönü'yü ve yanındakileri protesto gösterilerinde bulundu[1]. Valinin, ziyaretin engellenmesi yönündeki emrini kabul etmeyen Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı o gün görevden alındılar[2]. Görevden alınan emniyet müdürü Adnan Çakmak'ın yerine Kütahya Emniyet Müdürü Vahdet Vural vekâleten atandı. Vural, Kütahya'dan getirdiği takviye kuvvetle asayişi temin etti[3]. İnönü'yü bu seyahati süresince izlemek üzere özel olarak gönderilen Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan ve Ankara emniyet müdür yardımcısı İsmail Küntay, gelişmeleri dakikası dakikasına Ankara'ya bildiriyor, oradan aldıkları emirlerle duruma yön vermeye çalışıyorlardı. Ziyaretin ikinci günü tren istasyonuna gitmekte olan İnönü'nün arabası durduruldu. Arabadan inip, yaya olarak istasyona giderken atılan bir taşla başı yarılan İnönü, başından kan akarak trene ulaştı. 1 Mayıs'ta Manisa'ya geçen İnönü'nün sonraki durağı İzmir oldu. İzmir'de de gerginlik devam ederken Demokrat İzmir gazetesinin basılıp tahrip edilmesi olayları daha da tırmandırdı.
4 Mayıs 1959'da İstanbul'a dönen İnönü'yü taşıyan konvoy Topkapı'ya gelince durduruldu ve 10—15 kişilik bir grubun saldırısına uğradı. Aracın geçişine izin vermeyen kalabalık, arabayı tekmeledi, camları taşladı[4]. Orada bulunan polis ve askerlerin olup biteni seyrettiği öne sürüldü[5]. Ancak bir binbaşının olaya müdahale edip askerlere emir vermesi sonucu İnönü oradan uzaklaşabildi. Güzergâh boyunca polisler İnönü'ye sevgi gösterilerine aşırı güç kullanarak müdahale etmekle suçlandı. İnönü 7 Mayıs'ta Ankara'ya döndü. Yine kalabalık bir grup tarafından karşılandı ve polisle çatışmalar oldu.
Bu olayların ardından CHP, TBMM'ye bir önerge vererek Uşak, Turgutlu, Akhisar, İzmir, İstanbul olaylarından dolayı Menderes ve İçişleri Bakanı Namık Gedik hakkında soruşturma açılmasını istedi. Bu önerge gündeme alınmayınca muhalefet meclisi topluca terk etti. Eylül’de CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek ve beraberindeki milletvekillerinin Çanakkale-Geyikli’de karşılaştıkları protestolar ve çıkan olaylar neticesinde bazı partililer ve muhalefete mensup milletvekilleri gözaltına alındılar. CHP kurulunun bu bölgeye gitmesi engellendi, olaylar hakkında yayın yasağı getirildi. Geyikli olayları iktidar-muhalefet çatışmasında önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Bu süreçte iktidar, muhalefeti darbe kışkırtıcılığıyla, muhalefetse iktidarı istibdat idaresi kurmuş olmakla suçluyordu. İktidar ve muhalefet liderlerinin uzlaşmaz tavırları, dozu aşan suçlamalar, basının tahrikleri, DP’nin muhalefeti dışlayan tavırları, iktidar ve muhalefet yandaşlarının partizanca hareketleri, TBMM’de milletvekili kavgaları siyasi kutuplaşmayı ve sokak çatışmalarını körüklemiş, 1960 yılının ilk aylarından itibaren yurt çapındaki olaylarda DP ve CHP mensupları birbirleriyle çatışmaya başlamıştır. Olaylar zincirinin ilk adımı Yeşilhisar’da (Kayseri) atıldı. DP’li ve CHP’li ilçe parti yöneticileri arasında çıkan kavgaya taraftarlar da karıştı. Birbirleriyle kavga eden parti mensuplarına müdahale eden polis, 2 DP üyesini ve 11 CHP üyesini gözaltına aldı[6]. Vilayetten görevlendirilen Necati Soyuyüce ve Abdulkadir Yücedağ adlı iki polis, gözaltına alınan CHP’lilere işkence yapmakla suçlandılar.
Özellikle İsmet İnönü’nün yurt gezilerinde durmadan olay çıkmaktaydı. En ciddi olay İnönü’nün CHP il kongresinde konuşmak için Kayseri’ye gittiği sırada yaşandı. 2 Nisan’da trenle yola çıkan[7] İnönü ve beraberindeki heyetin Kayseri’ye girmesi Vali yardımcısı Şükrü Kenanoğlu ve diğer yetkililer tarafından engellendi[8]. Ancak üst makamlardan gelen talimat üzerine Vali yardımcısı, İnönü’nün Kayseri’ye girmesine izin verdi. Kayseri olayları sırasında bir ara Menderes ve Bayar sıkıyönetim ilanını düşünmüşlerse de orduya tam güvenemedikleri için vazgeçmişlerdir[9]. Kayseri’den sonra Yeşilhisar ilçesine gitmek isteyen İnönü’ye izin verilmediği için Ürgüp’e geçti. Bu olaylarda polis şiddetli eleştirilerin hedefi oldu ve iktidar partisinin yandaşı olmakla suçlandı.
1960 yılının ilk aylarında, üniversite öğrencileri arasında da hareketlilik artmış ve olaylar çoğalmaya başlamıştı. Millî Türk Talebe Birliği (MTTB), 9 Ocak 1960 tarihinde “irticayı kınamak” için İstanbul Üniversitesi’ndeki Atatürk heykeline çelenk konmasına karar verdi. Ancak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci Şube’de görevli polis memurları, MTTB idarecilerini gözaltına aldılar. Buna rağmen Atatürk heykeli önünde toplanan 200 kadar üniversite talebesinin eylemine polis müdahale etti ve 16 öğrenci gözaltına alındı. Aynı gün saat 23.00 sıralarında serbest bırakılan bu öğrenciler polisler tarafından dövüldüklerini beyan ederek şikâyetçi oldular. Gerek öğrencilerin üniversite bahçesinde gözaltına alınması sırasında, gerekse Birinci Şube’de öğrencilere dayak atıldığı iddialarının odağında polis memuru Bumin Yamanoğlu vardı[10].
Ancak asıl darbeye giden süreci hızlandıracak olan olaylar, 18 Nisan 1960’ta “Muhalefet ve basının yıkıcı faaliyetlerini incelemek amacıyla” TBMM’de DP’li 15 milletvekilinden oluşan bir Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasıyla başladı. Bu komisyona geniş yetkiler veren kanunun kabul edilmesi[11] üzerine üniversite gençliği arasında iktidara karşı duyulan tepki giderek arttı ve ilk büyük öğrenci gösterisi 19 Nisan’da Kızılay’da düzenlendi. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’ye sevgi gösterisinde bulunan ve iktidarın tutumunu kınayan sloganlar atan topluluk, polis tarafından dağıtıldı ve biri gazeteci, yirmi biri öğrenci toplam 22 kişi gözaltına alındı, bunlardan beşi tutuklandı[12]. Nisan ayının son günlerinde hoşnutsuzluk doruk noktasına ulaştı. 27 Nisan günü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin kongresinde, yaptıkları özgürlük mücadelesinden dolayı Güney Kore Üniversitesi’ne bir telgraf çekildiği gerekçesiyle kongre polis tarafından basıldı. Polisin çok şiddetli bir şekilde müdahale etmekle suçlandığı bu baskında, ismi ön plana çıkan Emniyet Birinci Şube’den yine Bumin Yamanoğlu oldu. CHP Gençlik Kolları’nın yönlendirdiği öğrenciler, aynı gün toplanarak 28 Nisan’da bir eylem yapma kararı aldılar ve İstanbul’daki tüm öğrenci yurtlarını dolaşarak şu duyuruyu yaptılar: “Yarın saat 7’de üniversite bahçesinde, Atatürk Anıtı’nın çevresinde toplanılacak.”[13]
B- Askerî Müdahaleye Zemin Hazırlayan 28—29 Nisan Olayları ve Polisin Çaresizliği
28 Nisan 1960’ta İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki merkez binasında, önce bazı Hukuk Fakültesi öğretim görevlileri, daha sonra da öğrenciler dersleri protesto ederek orta bahçede toplanmaya başladılar. Ancak eylemden haberi olan polis, üniversite bahçesinde gerekli tedbirleri almıştı. Polis, göstericilere derhal dağılmalarını, aksi takdirde müdahale edeceklerini söyledi. Öğrenciler ise, polisin üniversiteden çıkmasını, askerin gelmesini isteyen sloganlar atıyorlardı. Polisin uyarılarına rağmen kalabalık dağılmamakta ısrar etti ve İstiklal Marşı’nı söylemeye başladı. Bunun üzerine aralarında Bumin Yamanoğlu’nun[14] da bulunduğu polisler, göstericilere müdahale etti. Polislerden yaralananlar oldu. İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın ve dekan vekili Sulhi Dönmezer’in polislerin müdahalesine karşı çıkıp polisin üniversiteyi terk etmesini istemesi üzerine, Bumin Yamanoğlu ve Eminönü Emniyet Amiri Zeki Şahin[15] ile hocalar arasında tartışma yaşandı ve Yamanoğlu, Dönmezer’i tokatladı. Zeki Şahin, rektöre, “bunlar hep senin yüzünden, sen kışkırtıyorsun bu çocukları!” diye bağırıyordu. Polis, Onar’ı zorla otomobilin içine sokmaya çalışırken kafasını kapıya vurdu, alnı yarıldı, her tarafı kan içinde kaldı[16]. Polis, göz yaşartıcı bomba ve uyarı atışları arasında, Onar ve Dönmezer’i Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay olay yerine geldi. Profesör Tarık Zafer Tunaya’nın polis çekilirse olayların yatışacağını söylemesi üzerine Oktay, polisin çekilmeyeceğini takviye olarak askerlerin de geleceğini söyledi. Daha sonra gelen askerleri gören öğrenciler “polis gitsin, asker gelsin” şeklinde slogan atmaya başladılar. Askerin müdahalesi ve öğrencilerin askere karşı gösterdiği bu yakınlığın da etkisiyle öğleye doğru olaylar yatıştı. Bu süreçte Oktay, talimatları vali Ethem Yetkiner’den o da Başbakan Menderes’ten alıyordu[17].
Saat 12’den sonra Rektör Onar, başında büyük bir bantla ve üzerinde kanlı bir gömlekle üniversiteye gelip öğrencilerin karşısına çıkınca ortalık tekrar karıştı. Merkez binada bekleyen öğrenciler, polisin müdahalesinden dolayı ön taraftan Beyazıt Meydanı’na çıkamadı. “Arka kapıdan çıkma kararı alındı. Bu kapıyı da asker çevirmişti. Asker, bu davranışı hoşgörüyle karşıladı. Gençler de askere güveniyordu.”[18] Böylece göstericilerin eylemleri şiddetlendi ve olay üniversitenin dışına, Beyazıt Meydanı’na taştı. Unkapanı, Eminönü, Babıâli bir anda öğrenci gruplarıyla doldu ve göstericiler Beyazıt Meydanı’nda toplanmaya başladılar. Yaklaşık beş bin gösterici ile polis arasında taşlı sopalı çatışma başladı. Göstericiler, DP yönetimi aleyhine “kahrolsun diktatörler”, “Menderes istifa”, “hürriyet isteriz”, “katil polis” şeklinde sloganlar atıyorlardı. Olayları kontrol altına almakta zorlanan polis, öğrencileri dağıtmak için sert müdahalede bulundu ve gaz bombaları kullandı. Bazı öğrenciler polisin attığı gaz bombalarını daha patlamadan tekrar polise attılar.
Olaylara müdahale eden polis birliklerinin içerisinde 25—30 kadar da atlı polis vardı. Bu tür görevler için yetiştirilmemiş olan atların ürkmesi ve bazı göstericilerin atların sağrılarına sivri cisimler batırması, sigara ateşi basması üzerine, dört polis attan yere düştü ve öğrencilerin saldırı ve hakaretlerine maruz kaldı[19]. Hatta bir öğrenci, binicisi yere düşen bir polis atına binerek elinde kırbaçla polislerin üzerine yürüdü. Yaşanan arbedeyi dönemin tanığı bir gazeteci şöyle tasvir etmektedir: “Atlı polislerin kılıç gibi copları, tabancalar, Sten makineliler. Üniversite bahçesinden yayılan alevle Beyazıt Meydanı yanıyor. Ortaçağ savaşları gibi.. Binlerce öğrenci ve halk, yüzlerce polis.. Marmara Sineması’nın yüksek merdivenlerine tırmanan polis atları yuvarlanıyor, polisler eziliyor altlarında, öğrenciler coplanıyor, feryatlar kıyamet.. Bacakları kırılan at debeleniyor. Öldürmekten başka çare yok..”[20] Bu arada güvenlik güçleri kaldırım taşlarıyla kendilerine saldıran kalabalığı dağıtmak için havaya ateş açtı. Askerî tanka çarpıp seken kurşunlar bazı öğrencilere isabet etti. Göstericilerden bazıları yaralanırken, Turan Emeksiz adlı öğrenci hayatını kaybetti. Polis doğrudan öğrencilerin üzerine ateş açmakla suçlandı[21] ve ateş etme emrini kimin verdiği uzun süre tartışma konusu oldu. Bu konuda suçlanan isimlerden birisi Bumin Yamanoğlu idi.
Bu olaylar üzerine İstanbul Valisi Ethem Yetkiner’in teklifiyle 28 Nisan günü saat 15.00’dan itibaren İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim Komutanları olarak Ankara’da Korgeneral Namık Argüç, İstanbul’da Orgeneral Fahri Özdilek atandı[22]. Böylece 28 Nisan olayları ile 27 Mayıs Darbesi İstanbul’da fiilen başlamış oldu[23].
Kalabalıklar karşısında çaresiz kalan polis geriye çekilince, askerî birlikler olayları bastırmak için takviye olarak Beyazıt Meydanı’na gelmeye başladılar. Ancak askerlerin gelmesiyle ortaya çok ilginç bir manzara çıktı. Biraz önce polislere şiddetle mukabele eden göstericiler, askerleri görünce “Türk ordusu çok yaşa”, “Türk askeri çok yaşa”, “ordu ile beraberiz” şeklinde sloganlar atmaya başladılar. Askerler ise göstericilerle kucaklaşıyor, subaylar gösteri yapan öğrencilere yol açıyor, “halkı yıldırmak için her tarafa dağıtılan askerî birlikler, tank takımları vatandaşlar tarafından dost diye karşılanıyordu.”[24] Askerlerin bu tutumundan cesaret alan bazı öğrenciler askerî tankların üzerine çıktılar. Bu arada tankın üzerine çıkan İstanbul Erkek Lisesi öğrencisi Nedim Özpolat dengesini kaybederek düştü ve 30 Nisanda hayatını kaybetti. Böylece askerler, öğrencilere müdahale etmeyerek Menderes hükümetine olan tepkisini açıkça ortaya koyuyor, bu görüntü polisin iktidardan yana, askerin ise öğrencilerden yana olduğu algısını ortaya çıkarıyordu. Askerin göstericileri dağıtmak yerine cesaretlendirmesi, olayların, polisin kontrolünün dışına çıkarak iyice büyümesine ve önü alınamayacak bir sürece girilmesine yol açmıştı. Daha sonra öğrenciler askerlerin desteği ile Vilayet binasına doğru yürüyüşe geçtiler. Yol boyunca polisi yuhalayıp askere sevgi gösterisinde bulunan göstericiler, Vilayetin yanında bulunan Emniyet Müdürlüğü önünde toplanarak “katiller, katiller” şeklinde slogan atmaya devam ettiler. “Menderes’in polislerine, Bumin Yamanoğullarına, Zeki Şahinlere alabildiğine hakaret ediliyordu. Coşku son hedefini bulmuştu. Zeki Şahin’in bulunduğu Eminönü Emniyet Amirliği taş ve tükürük yağmuruna tutuldu.”[25] Askerler göstericilere burada da sahip çıktı. Gösteriden sonra dağılmaya başlayan öğrencileri yakalayıp götürmek isteyen polis araçlarının önü, içi asker dolu bir kamyonet ile kesildi. “İçinden bir teğmen indi, gençler askerlere doğru koştular. Bir polis teğmene yaklaşarak, ‘Teğmenim, askerlerinle yardım et de şu zorbaları dağıtalım’ dedi. Teğmen buna şu karşılığı verdi: ‘zorba onlar değil, sîzlersiniz. O elindeki silah ne?’ Öğrenciler yine coşmuştu. Polis şaşkınlık içerisindeydi. Teğmenin sesi duyuldu. “Sokun silahlarınız yerine, yoksa beyninizi dağıtırım.”[26]
Askerlerin sadece Beyazıt Meydanı’nda değil, her tarafta olaylara bu şekilde göz yumması ve başlarındaki subayların öğrencileri dağıtmak yerine onlarla kucaklaşması, bu olayların organize ve desteklenen bir husus olduğu iddialarını gündeme getirmiştir. Olaylar esnasında İstanbul sokaklarında tanklar dolaşıyor, ancak göstericiler ordunun direnişi ile karşılaşmıyorlardı[27]. Örneğin öğrenciler Aksaray Meydanı’nı doldurmaya başladığı sırada, Fındıkzade’de bulunan Zırhlı Tugay Birliği, kalabalığı dağıtmak için yeterli güce sahip olmasına rağmen, Saraçhane yönüne dönmekte olan topluluğa müdahalede bulunmamış, kalabalık Beyazıt Meydanı’na yönelmişti. İşin ilginç yanı olaylar yalnızca sıkıyönetimin olduğu Ankara ve İstanbul’da meydana geliyordu.
Askerlerin eylemleri desteklemek ve öğrencileri korumak için uyguladığı bir diğer yöntem ise yakalanan göstericilerin bir işlem yapılmadan serbest bırakıl masıydı. Polis, olaylara karışan veya korsan yürüyüş yapan öğrencileri önce polis müdürlüğüne, oradan da sıkıyönetim gereği Davutpaşa Kışlasında bulunan askerî hapishaneye getiriyordu. Ancak bu sanıkların çoğunluğu subaylar tarafından Davutpaşa Kışlası’na götürülürken yolda[28] veya daha sonra serbest bırakılıyordu[29]. Yakaladıkları göstericilerin hiçbir işlem yapılmadan serbest bırakıldığını gören polisler, Davutpaşa kışlasının biraz ötesindeki askerî fırının önünde bekleyerek salıverilen tutukluları yeniden toplayıp teslim ediyordu. Böylece asker ile polis arasında adeta bir ‘köşekapmaca’ oyunu oynanıyordu. Bu nedenle askerler salıverilen tutukluları, ya arka yollardan gönderiyor veya askerî araçlarla şehre gitmelerini sağlıyordu. Ayrıca askerler polisleri etkisizleştirmek ve devre dışı bırakmak için farklı yöntemler uyguluyorlardı. Örneğin kışlaya girmeden önce sekiz yüz metre ötedeki inzibat karakoluna silahını bırakmayan polis kışla bölgesine alınmıyordu.
Olaylarla ilgili bir başka çarpıcı husus ise olayların, bir yerde bitip, az zaman sonra olmadık yerde yeniden patlak vermesiydi. Bu ise olayların tek elden kontrol edildiği ve yönlendirildiği kuşkularını artırıyordu. 27 Mayıs darbesinde harekâtın İstanbul ayağını planlayan Kurmay Binbaşı Şefik Soyuyüce’nin, öğrenci eylemlerinin bizzat kendileri tarafından organize edildiğini açıklaması, bu konudaki tartışmaları daha da önemli hale getirmektedir. Soyuyüce, özellikle 28 Nisan 1960’tan sonraki öğrenci eylemlerinin kendi kontrollerinde yapıldığını söyleyerek, “Öğrencileri 4—5 kamyona bindirip bir yerde bırakıyor ve ‘şurada gösteri yapsınlar’ diyorduk.” demektedir. Soyuyüce, ihtilal öncesinde İstanbul Üniversitesi Mediko-Sosyal’de kendi arkadaşı olan iki doktor vasıtasıyla öğrencilerle temas kurduklarını, öğrencilerle kendileri arasındaki diyaloğu onların sağladığını ve karargâhı da oraya kurduklarını ifade etmiştir. Öğrencilere yiyecekleri bile kendilerinin getirdiklerini anlatan Soyuyüce, “Tümenden üç kamyon dolusu helva, peynir, ekmek getirdim, üniversitenin arka kapısından içeriye soktum, çocuklara dağıttık. Ondan sonra, bütün 28 Nisan’dan sonraki hareketler bizim kontrolümüzde yapıldı.” şeklinde açıklamalarıyla, olaylarda askerin rolünü ortaya koymaktadır[30]. Bu konudaki bir başka iddia ise bazı subayların sivil kıyafetler giyerek gösterilere katıldığı şeklinde idi. Nitekim bu olaylarda bizzat rol almış ve kitleleri tahrik ederek öğrencileri polise saldırtan elebaşlarından hemen hemen hiçbirisi Yassıada’da yargılanmazken, bu olaylara müdahale eden polislerin hepsi yargılanıp çeşitli cezalara çarptırılması bu konudaki iddiaları güçlendirmektedir.
28 Nisan Olayları, polis ile askerin karşı karşıya gelmesine ve gerginlik yaşanmasına neden oldu. Olaylar sırasında polis ile asker arasında yetki, kabul edilme ve olaylara müdahale konusunda çekişme yaşandı. Askerlerin öğrencilere sert müdahaleden kaçınması ve kalabalık gösterici grubuyla baş başa kalan polisin ise öğrencilere karşı takındığı sert tutum, polisin eleştirilerin odağı haline gelmesine yol açtı[31]. İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü de bu olaylarda öğrencilere çok sert davranmakla suçlandı. TBMM’nin 29 Nisan tarihli oturumunda ilan edilen sıkıyönetimin tasdikine dair başbakanlık tezkeresi okunması esnasında sıkıyönetim kararını eleştiren CHP, İstanbul’da ve Ankara’da çıkan olaylarda polisin ve zabıtanın haksız yere öğrencilerin üzerine salındığını söyleyerek durumdan Demokrat Parti’yi sorumlu tuttu[32].
İstanbul’da başlayan olaylar 29 Nisan’da devam etti ve İzmir ile Ankara’da da öğrenci gösterileri başladı. Ankara’da sıkıyönetime rağmen öğrenciler, Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültelerinde toplandılar. Fakülte içerisinde ellerine geçirdikleri her türlü malzemelerle barikat kurup polisleri taş yağmuruna tutan öğrencilere, fakülte hocaları da fiilî olarak destek verdiler. Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Namık Argüç’ün emri ile fakülte binalarına ateş açıldı ve polisler askerlerle birlikte fakülteyi basarak birçok öğrenciyi gözaltına aldı. Bu çatışmalarda birçok öğrenci yaralandı, ancak herhangi bir can kaybı olmadı. Ancak polis yine öğrencilere karşı aşırı şiddet kullanmakla, hatta gazetecileri dövmekle suçlandı. İstanbul’daki 28 Nisan olaylarında müşahede edilen asker-gösterici dayanışması burada da görüldü. Argüç’ün emriyle Hukuk Fakültesi’ne giren süvari birliğindeki askerler, Fakülte’nin arka kapısına 30 metre kadar ilerleyip durdular. “Hukuk öğrenimi yapan subaylar da gençler arasındaydı. Bunlar, süvari birliğinin başında bulunan yüzbaşının çevresini sardılar, dert yanmaya başladılar. Yüzbaşı, güler yüzlü bir askerdi. Fakültenin arka kapısına sığınan öğrencilerden biri yüzbaşıya sordu: ‘Bize ne yapacaksınız?’ Yüzbaşı “benim birliğimden korkmayın’ anlamına gelen bir işaret verdi. Başka bir öğrenci polislerden şikâyet etti. ‘Şu coplara baksanıza’ dedi. Yüzbaşı gülerek, Siz de o copları alır onların ağızlarına sokarsınız’ deyince hep birlikte gülüşmeler oldu.”[33] Benzer şekilde süvari birlikleri Siyasal Bilgiler Fakültesinde de Namık Argüç’ün verdiği yürüyüş emrini, subaylar dinlemeyerek atlarını geri çektiler. “Öğrenciler süvari birliğinin kayıtsızlığı karşısında ordudan yana gösteri yapmaya başladılar. Kız öğrenciler saatlerden beri atların üzerinde bekleyen süvari birliğine bağlı askerlere içeriden su taşıyorlardı. Asistan Mehmet Selik, bir üsteğmene sordu.’ Bize ateş edecek misiniz?’ ‘Ne münasebet? Buna imkân var mı?”[34] Aynı şekilde polislerle birlikte fakülteye giren Abdullah Tardu adlı bir binbaşı polislere bağırdı: “Polis ve polis görevliler, derhal burayı terk edin.’ Polisler önce irkildiler, bir ikisi direnmek istedi. Binbaşı tekrar bağırdı: ‘Dışarı çıkmazsanız sorumlu olur, sürüm sürüm sürünürsünüz.”[35] Nitekim Sıkıyönetim savcıları, öğrencilerin hiçbir suçu olmadığını söyleyerek akşamüzeri hepsini serbest bıraktılar.
İktidarın ve güvenlik güçlerinin tavizsiz tutumuna karşın protesto gösterileri Ankara’daki diğer fakültelere de yayılarak devam etti ve pek çok öğrenci tutuklandı. Ankara ve İstanbul üniversiteleri bir ay süreyle kapatıldı, yurtlarda toplantı yasaklandı, taşradan gelen öğrencilerin evlerine dönmesi istendi[36]. Ayrıca umuma açık yerlerdeki spor faaliyetleri ve müsabakaları da yasaklar kapsamına alındı. Özellikle basına getirilen yasaklar iktidar aleyhine sonuç verdi. Önemli olaylar hakkında normal yoldan bilgi edinmek mümkün olmayınca haberler dedikodu yolu ile abartılarak yayıldı. Bu abartılı bilgilerin yayılması halkın gözünde iktidarı ve polisi daha da korkunç hale getirdi. Meydana gelen olaylar hakkında Menderes ise “memleketin selamet ve asayişi ile oynanamaz. Devlete karşı gelmenin ne demek olduğu bilinmelidir. Yalan haberlere mani olmak için hükümet tebliğler yayınlamaya devam edecektir”[37] diyordu.
28 Nisanda başlayan olaylarda polisin zan altında bırakıldığı ve ağır eleştirilere uğradığı bir diğer konu ise, DP’lilerin emriyle tutuklanan yüzlerce öğrencinin polis tarafından işkenceyle öldürüldüğü ve kıyma makinelerinden geçirilerek tavuk yemi haline getirildikleri iddiasıydı[38]. Polisin yargısız infaz yaparak yüzlerce öğrenciyi “yok ettiği” söylentileri, polisi adeta olayların en büyük sorumlusu ve DP iktidarının insafsız savunucuları ve tetikçileri konumuna itti. Bazı yetkililerin hatta üniversite hocalarının dile getirdiği bu asılsız iddialar basında yer alıyor ve teksir makinelerinde basılıp dağıtılıyordu[39]. Hatta darbeden sonra Et-Balık Kurumu kuşatılarak öğrenci cesetleri arandı. Bütün bu haberler ve demeçler polisi büyük bir psikolojik baskı altına aldı ve darbe sonrası birçok polis hakkında soruşturma açıldı[40]. Fakat hiçbir yerde böyle bir iddiayı destekleyecek bulguya rastlanılmadı. Ancak yapılan bu propagandanın ve fısıltı gazetelerin etkisiyle bir öğrenci kıyımının yaşandığına inanmayan yok gibiydi. Oysa bütün bu yaşanan olaylar, aslı olmayan, akıl ve mantık dışı söylentiler, uzun bir süre önce darbe kararı alarak yönetime el koymayı planlayan askerî cuntanın toplumda infial yaratarak darbeye zemin hazırlamak üzere kullandığı kara propaganda malzemeleri oldu.
28 Nisan 1960 sabahı İstanbul Üniversitesi’nde başlayan bu olaylar bütün Türkiye’de askerî darbeye yol açacak sürecin kaldırım taşları oldu[41]. Hadiselerin yatışmaması üzerine 1 Mayıs’ta sıkıyönetim tarafından sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve sıkıyönetim emirlerini dinlemeyenlere silahla karşılık verileceği yönünde bir tebliğ yayınlandı[42]. Ancak, şiddet tedbirlerine başvurulması ve baskılar olayları durdurmadı, aksine daha da alevlenmesine neden oldu.
Bu gösterilerden en çarpıcı olanı ise 555 K diye bilinen gösteridir. Ankara’da hemen her akşam Sıhhiye-Kızılay arasındaki bulvara toplanan göstericiler korsan gösteri yapıyordu. “Her akşam saat beş ve yedi sıralarında polisler ve askerler; trafiğin en sıkışık olduğu sıralarda herhangi bir köşeden, ‘Hürriyet, hürriyet, Menderes istifa!’ diye hep bir ağızdan bağırarak çıkacak nümayişçileri karşılamak için kol geziyorlardı. Polisler ve askerler caddeleri kordon altına alıyor, ara sıra göz yaşartıcı bomba kullanıyor, birkaç öğrenci tutuklanıyordu.”[43] “Beşinci ayın Beşinde saat Beşte Kızılay’da” anlamına gelen 555 K parolasıyla Ankara Kızılay’da Harbiyeli öğrencilerin de katıldığı bir gösteri yapıldı. Atlı polislerle askerî birliklerin geniş güvenlik tedbirleri aldığı gösterilerde öğrencilerle polisler arasında çatışmalar yaşandı ve polis göz yaşartıcı bomba kullanarak kalabalığı dağıtmaya çalıştı. Bu sırada Ulus tarafından gelmekte olan ve Bayar ile Menderes’i taşıyan resmi araçların, kalabalığın içerisinde kalma ihtimaline karşı Lozan Meydanı’ndaki görevli trafik polisine araçları Necatibey caddesine yönlendirmesi talimatı verildi. Ancak konvoy kavşağa ulaştığında Bayar’ın müdahalesi ile araçlar göstericilerin olduğu yere doğru hareket etti. Kalabalığın içerisinde araçtan inen Bayar ve Menderes, göstericilerin protestoları ile karşılaştılar. Koruma polislerinin zor anlar yaşadığı bu ortamda, bazı göstericiler Başbakan Adnan Menderes’in yakasına yapışarak tartakladılar. “Kravatı bir yana kayan Başbakan bu kez göğsünü açmıştı: Öldürecek misiniz beni, hadi, öldürün bakalım” diye bağırıyordu[44]. Protestoların, istifa sloganlarının ve itiş-kakışların yaşandığı olaylarda polisler, Menderes’i korumak için büyük bir uğraş veriyordu. Nihayet Emniyet Birinci Şube Müdürü Niyazi Bicioğlu,[45] Başbakanı, yol kenarında duran ve gazeteci Emin Karakuş’a[46] ait bir arabaya bindirerek oradan uzaklaştırdı. Menderes’i ve Bayar’ı çok öfkelendiren bu olaylardan başta İçişleri Bakanı Namık Gedik olmak üzere tüm emniyet teşkilatı devlet büyüklerini koruyamamakla ve gerekli tedbirleri almamakla suçlandı. Gedik ise o gece yayınladığı bir bildiride, olayın, sayıları çok sınırlı gençlerle, işsiz güçsüz çapulcuların eseri olduğunu bildiriyordu. Oysa bu olaylar, bir otorite zafiyetinin yanı sıra polisin bu tür toplumsal olayları kontrol etmede ne kadar yetersiz ve donanımsız olduğunun göstergesiydi. Aynı gün yapılan resmi açıklamada olaylarda on dokuzu polis, otuz yedi kişinin yaralandığı belirtiliyordu[47].
İstanbul’da, Ankara’da ve yurdun çeşitli bölgelerinde DP iktidarına karşı protestolar, 26 Mayıs’a kadar kesilmeden sürdü. Çığırından çıkmış öğrenci gösterilerine fırsat oluşturacağı ve yeni olaylara zemin hazırlayacağı korkusuyla 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları yasaklandı. 19 Mayıs’ta Anıtkabir’i ziyaret edenlerle polis arasında çatışmalar oldu. Bu olaylarda sivil giysili Harp Okulu öğrencilerinin dayak yediği ve birkaç subayın tutuklandığı söylentileri yayılınca, 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri Atatürk Bulvarı’nda iktidar aleyhinde sessiz bir yürüyüş yaptı. “Harbiyeliler devletin polisine karşı gövde gösterisi yapıyorlardı. Oysa devletin sadece polisine değil, başında bulunanlara karşı bir gövde gösterisiydi bu.”[48] Polis, yürüyüş yapan Harbiyelilere müdahale etmeden kenardan seyretti ancak, askerlerin ayrılmasından sonra yürüyüşe destek veren sivillere çok sert bir şekilde müdahale etti ve sokak aralarında çatışmalar oldu. Harbiye’nin yürüyüşünde dikkati çeken bir diğer husus öğrenciler arasında Harp Okulu’nda görevli olmayan albay rütbesi dâhil birçok subayın da bulunması idi. Bu yürüyüş Landau tarafından “darbeye götüren olayların en çarpıcısı” olarak nitelendirilmektedir[49].
22 Mayıs’ta haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı. Ancak öğrenciler, sokaklarda, sinemalarda hükümeti protesto eden çeşitli bildiriler dağıtıyor, bazen de bu bildirileri arabalara, kapılara yapıştırıyorlardı. Hatta darbeden bir gün önce yapıştırılan 40 bin adet bildiri, polis tarafından fark edildi ve gece yarısından önce kazındı[50].
Askerî Yönetimin Hedefindeki Emniyet Teşkilatı Mensupları
Nihayet bütün bu olayları “kent aydın kesimin açıkça davet ettiği bir askerî darbe izledi.”[51] 27 Mayıs sabahı Ankara Radyosu’ndan yapılan bir anonsla, ordunun yönetime el koyduğu duyuruldu[52]. Anonsta, “Bugün, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve en son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına mahal vermemek maksadıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini eline almıştır” deniliyor[53] ve sokağa çıkma yasağı ilan edildiği duyuruluyordu.
Darbe sabahı Cumhurbaşkanı Celal Bayar, TBMM Başkanı Refik Koraltan, İçişleri Bakanı Namık Gedik olmak üzere Bakanlar Kurulu ve Tahkikat Komisyonu üyeleri, DP Milletvekilleri gözaltına alınarak Harp Okulu binasına götürüldüler. Başbakan Adnan Menderes Kütahya’da gözetim altına alındı. DP iktidarı ile iyi ilişkiler içinde bulunan dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun[54] başta olmak üzere üst rütbeli asker ve bürokratlar, Milli Emniyet görevlileri, özellikle de 28 Nisan olaylarında görev yapmış olan tüm polisler olmak üzere “aşırı işlere bulaştıkları iddia edilen emniyet mensupları”,[55] tek tek evlerinden alınarak cezaevlerine konuldu. Özellikle 28 Nisan olayları esnasında Sıddık Sami Onar’ın dövülmesi ve açılan ateş sonucu bir göstericinin ölmesinden sorumlu tutulan Bumin Yamanoğlu ile Emniyet Amiri Zeki Şahin[56] tutuklanarak Davutpaşa Kışlasına götürüldü[57]. Ayrıca Zeki Şahin’in oğlu Kalyoncukulluk Polis Karakolu komiseri Hücum Şahin[58], “Ankara Emniyet Müdürü Ahmet Paftalı ve emniyet amiri Eşref Aydemir”[59] de tutuklananlar arasındaydı. Gözaltına alınan bu insanların birçoğu yargılanmak üzere Yassıada’ya gönderildiler. Görevde bırakılan polislerin ise silahları ellerinden alındı.
Darbeden sonra ilk tutuklananlar arasında bulunan İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik’in, tutuklu olarak bulunduğu Harp Okulu’ndaki odasının penceresinden kendini dışarı atarak intihar ettiği ileri sürüldü. “Bütün antidemokratik kanunların tatbikçisi ve verdiği kanun dışı emirlerin sorumluluğunu üstlenemeyecek kadar cesaretsiz”[60] olmakla suçlanan Gedik’in ölümü, darbeden sonra yaşanan ilk trajik ve nasıl olduğu açıklığa kavuşmamış bir olaydır.
Yargılanmak üzere Yassıada’ya gönderilen 150 kişi arasında birçok üst düzey emniyet teşkilatı mensubu bulunuyordu. Bunların içinde Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan[61] ve İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay da vardı. Göktan, Yassıada’da Fatin Rüştü Zorlu, Celal Yardımcı ve Ankara Örfi İdare Kumandanı Namık Argüç ile aynı odada tutuldu. Göktan görevden alındıktan sonra yerine 2 Haziran I960 tarihinde asker kökenli Necip San[62] atandı.
Darbeci subaylar 27 Mayıs öncesi süreçte çeşitli kereler polisten rahatsızlıklarını dile getirmiş ve hükümete bu konuda tepkilerini iletmişlerdir. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’in, darbeden 24 gün önce Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e verdiği bir mektupta dile getirdiği hususların arasında İstanbul, Ankara gibi büyük illerin valilerinin yanı sıra emniyet müdürlerinin de süratle değiştirilmesi isteniyordu[63]. Bütün bu nedenlerle darbeden sonra askerî yönetimin müdahale ettiği kurumların başında emniyet teşkilatı geliyordu. Birçok emniyet müdürü ya tutuklandı veya görevden alındı. Bunların yerlerine asker kökenli yöneticiler atandı. Bazı emniyet müdürlerinin ‘askerî emniyet müdürü’ olarak atanması uygun görüldü. Çoğu zamanda bu emniyet müdürlerinin yanına bir subay görevli olarak verildi, ancak bu görevi çoğunlukla emniyet müdürleri sürdürdü. İki ay kadar sonra idari bir tedbir olarak bütün il emniyet müdürlerinin yerleri değiştirildi[64]. 23 Ağustos’ta ise 400 polis emekli edilirken, 600’ünün yeri değiştirildi.
Darbe yöneticilerinin görevden aldıkları ve/veya tutukladıkları emniyet mensupları bu isimlerle sınırlı değildi. 28 Ağustos 1958 tarihinden beri İstanbul Emniyet Müdürü olarak görev yapan Faruk Oktay tutuklandı, yerine Kurmay Yarbay Abdülvahit Erdoğan getirildi. Erdoğan Ekim ayının sonunda bu görevi Kurmay Yarbay Muammer Şahine[65], Şahin de bu görevi 14 Kasım 1960 tarihinde İzmir Emniyet Müdürü Nevzat Emre Alp’e bıraktı[66]. Aynı tarihte İstanbul Emniyet Müdür Muavini olarak görev yapan Adnan Çakmak, Bursa Emniyet Müdürlüğü’ne atandı, onun yerine de Arif Yüksel İstanbul Emniyet Müdür Muavini olarak tayin edildi. Bursa Emniyet Müdürü Şahin Karamollaoğlu ise İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne getirildi[67].
Darbe yönetiminin görevden uzaklaştırdığı bir diğer önemli isim Adana Emniyet Müdürü Zülfü Ağar’dı[68]. Menderes’in en güvendiği emniyet müdürlerinden birisi olan Ağar, bu yakınlığı nedeniyle gözaltına alındı ve bir müddet meslekten de el çektirildi. Darbeden sonra görevden alınan bir diğer emniyet müdürü yaşananları şöyle dile getiriyor: “27 Mayıs ihtilâlini de Kütahya’da yaşadım. Uçakla Ankara’ya getirildim ve 4-5 gün harp okulunda tutuklu kaldım. Arkadaşlardan birçoğu Yassıada’ya gönderildiler ve uzun süre kaldılar. Ben Kütahyalıların çok özel girişimleri ve ilgileriyle 4-5 gün sonra Harp Okulundan ayrıldım. Daha sonra Ankara’da mecburi ikamete tabi tutuldum. 15 gün süreyle ‘Bir yere ayrılmayın’ dediler.”[69]
Darbeden sonra tutuklananlar arasında İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Ferit Avni Sözen de vardı[70]. Yassıada Duruşmaları esnasında Menderes’in, Sözen’in eşi Suzan Sözen ile aşk yaşadığı iddiası gündeme gelmiştir. Suzan Sözen ise, İstanbul Polis Okulunda hoca olan eşinin Gümüşhane’ye çıkan tayinini durdurmak için Menderes’le tanıştığını ve onunla bir gönül ilişkisi yaşadığını söylemiştir[71]. Böylece Ferit Sözen’in tayininin durdurulduğu ve İstanbul Emniyet Müdür Muavini[72] olarak atandığı öne sürülmüştür.
Darbeye Karşı Polislerin Tepkileri
27 Mayıs sabahı radyoda kısa aralıklarla tekrar edilen tebliğde “Bütün vatandaşlarımızın ve emniyet kuvvetlerinin Silahlı Kuvvetlerle yakın işbirliği sayesinde bu harekât hiçbir can kaybı olmadan başarılmıştır”[73] denilmesi, askerî yönetimin, emniyet teşkilatından gelebilecek bir tepki ve karşı koyma ihtimalinden tedirgin olduğunu göstermektedir. Darbeden sonra İstanbul Emniyet Müdürü olarak göreve başlayan Kurmay Yarbay Abdülvahit Erdoğan, kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylemektedir:
“Emniyet mensuplarının, malum hadiseler dolayısıyla sabık hükümete körü körüne muti olduğunu ve bu sebeple mukavemet etmelerini büyük ihtimalle mümkün görmekte idim. Emir ve kumandasını deruhte ettiğim İstanbul bölgesinde tespit edilen hedeflerden Kumkapı hazır kuvvetinin bulunduğu yer, bir jandarma bölüğü tarafından muhafaza edilen, Vilayet ile Emniyet Müdürlüğünü en önemli olarak kabul etmiş ve harekât planını buna göre hazırlamıştım. Vaktaki harekâtın inkişafında hiçbir mukavemet göstermeden bu yerlerin ele geçirilmesi ve buralardaki arkadaşların bizi karşılamada gözlerinden okuduğum mana ve gördüğüm göz yaşları üzerine durumu derhal kavramış ve polis memuru ve amiri arkadaşlarıma karşı içimde beliren, hele bundan sonra hiçbir suretle, azalmayacak olan bir sevgi ve hürmet hissi ile dolup taşmıştım.”[74]
Askerin bu çekincesine karşın gerek halktan gerekse emniyet teşkilatından fazla bir mukavemetle karşılaşılmadan darbe gerçekleştirilmiş[75], darbeye karşı hemen hemen hiç şahsi ve kitlesel tepki gösterilmemiştir. “Halk sessizdi, durgundu; hiçbir gösteri, hiçbir eylem girişiminde bulunmadı.”[76]
Ancak darbe bildirisinde emniyetin işbirliğine atıfta bulunulması yersiz değildi. Çünkü polisin darbe öncesi orduda gözlemlediği hareketliliği yakından takip ettiği ve polis istihbaratının darbeden üç yıl önce; darbeyi yapacakların adları ve görevleri ile birlikte hükümete ilettiği anlaşılmaktadır. 1957 yılında Samet Kuşçu adlı bir binbaşı darbe hazırlığı yapan cuntanın bilgisini İçişleri Bakanı Namık Gedik'e ulaştırdı. Bunun üzerine polis, Kuşçu ile birlikte bir plan yaparak cuntacılardan İlhami Barut'un konuşmalarını kaydetmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Kuşçu daha sonra Amerikan Başkonsolosluğu'na sığındı. Amerikalılar Kuşçu'yu polislere teslim etti. 1. Şube Müdürü Nevzat Ünlüay'ın yürüttüğü sorgulamada Kuşçu, darbe yapacak olan subayların adlarını, nerede ne konuşulduğunu, darbenin nasıl yapılacağını tek tek anlattı. Alınan ifadeler Başbakan Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a aktarıldı. Yapılan yargılama sonunda, aralarında Kuşçu'nun da bulunduğu, darbe planlamakla suçlamasıyla yargılanan 9 subaydan 8'i beraat etti ve Kuşçu “iftira” suçundan mahkûm oldu[77]. Bu sorgudan 3 yıl sonra darbe gerçekleştiğinde Kuşçu'nun söylediklerinin hepsinin doğru olduğu görüldü. Ancak bu olaydan sonra askerler, Emniyet Teşkilatına artık karşı cephenin bir gücü olarak bakmaya başladılar.
Metin Toker anılarında darbenin ilk günü askerin polise karşı duyduğu çekinceyle ilgili şunları söylemektedir:
“Darbeden sonra İnönü’nün evine yollanan kıta, Anıtkabir’in altındaki toprak yoldan —o sırada topraktı- geçme emrini almış. Bunun nedeni, yol üstünde polis karakolu bulunmasıymış. Sıkıyönetimin gece sokağa çıkma yasağı ancak saat dörtte sona erdiğinden askerî vasıtalar içinde silahlı Harbiyelilerin naklinin, üzerinde polis bulunan bir yolda dikkati çekmesinden korkulmuş. İsmet İnönü’ye darbeyi haber veren Yarbay, ‘Namık Gedik tarafından polise, kuşku duyulan asker hareketlerinin derhal Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bildirilmesi için emir verildiği haber aldık’ demiştir.”[78]
Toker’in naklettiği darbe sabahı yaşanan bir başka olay, asker-polis ilişkisinin hangi çizgide seyredeceği ve polislerin tepkisi hakkında ipuçları vermesi açısından anlamlıdır.
“Darbeyi İnönü’ye haber vermek için evine gelen askerî kıtada görevli topçu yarbayı, evin tam karşısında gözcülük yapan bir polis görmüş ve doğruca polisin üzerine yürümüş, tabancasını istemiş. Polis, kuzu gibi bir şey sormaya bile gerek görmeksizin tabancasını uzatmış. Yarbay daha sonra sivil bir araçta uyumakta olan iki sivil polise kimlik sorduktan sonra onların da tabancalarını istemiş. Bir tanesi direnince, yarbay, ‘seni vurdururum’ deyince polis tabancasını teslim etmiş, diğeri hiç direnmemiş. Yarbay, polisleri İsmet Paşa’nın evinin karşısındaki duvar dibinde dizmiş, ancak başlarına da bir Harbiyeli dikmiş. Daha sonra çevrede dolaşan iki üniformalı polisi daha yakalayıp oraya getirmişler. Ben yarbayla konuşurken onlar melül melül etraflarına bakınıyorlar, başlarına neyin geleceğini düşünüyorlardı.”[79]
Darbecilerin bütün bu endişelerine karşın, polislerin gerek 27 Mayıs günü gerekse darbe sonrası kendilerine yapılan muamele karşısında hemen hemen hiçbir bir tepki göstermediği görülmektedir. Darbeden sonra silahları ellerinden alınan ve bir hafta silahsız olarak göreve giden polislerden en ufak bir itiraz gelmemiştir. Aralarında Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan’ın da bulunduğu birçok polis yöneticisinin/polisin tutuklanıp Yassıada’da yargılanması, dayak atılması, işlemedikleri cinayetlerle suçlanması, İstanbul emniyet müdürünün askerler tarafından Yassıada’da dipçiklenerek öldürülmesi, birçok polisin haksız cezalara çarptırılması, polisin katil olarak damgalanması, sokaklarda vatandaşın polise hakaret etmesi gibi birçok olaya rağmen polis son derece itaatkâr ve sessiz bir biçimde askerin emrinde görevini sürdürmüştür.
Polislerin darbeye ve darbecilere karşı tepki göstermek bir yana, kendilerini suçlayıcı ve darbecileri yüceltici bir tutum takındıkları görülmektedir. Polis Mecmuasında yayınlanan bir başyazıda, olaylarda ve Yassıada yargılamalarında isimleri ön plana çıkan polisler “ne ediği belirsiz, polis kisvesi altına bürünmüş millî hislerden ari bir azınlık, polis meslek ve şerefi için bir leke teşkil edecek şekilde, bir oyuncak gibi tabancanın tetiğine dokunan, barut kokuları ile kendinden geçen sadist ve adi ruhlu kimseler, mesleğe her nasılsa intisap edebilmiş, çapulcudan farksız” insanlar olarak tanımlanmaktadır. Ancak yazının devamında çekingen ve özür dileyici bir tavırla bu tür polislere bakarak “vazifelerini müdrik, partizan zihniyetle hareket etmeyen hakiki meslek mensuplarından oluşan bütün bir kütleyi suçlamanın insaflı bir vicdanı kanatacağı uyarısı yapılmaktadır[80]. Dergide ayrıca Cemal Gürsel’in fotoğrafıyla birlikte Harbiye Marşı da yayınlanıyordu. Derginin Temmuz sayısında ise Gürsel’in fotoğrafı bu kez kapaktan veriliyor, yayınlanan yazılarda askerî darbe göklere çıkarılıyor ve yine bazı polislere ağır suçlamalar yöneltiliyordu. Kötü bir idare elinde perişan olan, onların kötü maksatlarının tahakkuklarına alet ve vasıta olan, uşaklaşmış bir kaç macera adamının işledikleri suçlar, bir anda çığlar gibi büyüyüp zavallı ve fedakâr mesleği temelden sarsılan emniyet teşkilatının, Tanrı’nın bir Hızır gibi gönderdiği Türk Ordusu’nun mübarek ve kudretli süngüsünün himayesi altında mübarek yolculuğuna tekrar çıkacağı vurgulanıyordu[81]. Polislerin askerî darbeye gösterdikleri bu destek sadece sözlerle kalmıyor, Polis Emeklileri ve Mensupları Derneği üyeleri ve eşlerinin aralarında topladıkları altın yüzükleri ve 5000 lirayı “Millî Birlik Komitesi sayın başkan ve üyelerine, kahraman ordumuza duyduğumuz minnet ve şükranı iblağ etmek üzere” hazîneye bağışladıkları duyuruluyordu[82].
Yassıada Duruşmaları ve Polislerin Yaşadığı Sıkıntılar
Darbenin ardından, DP iktidarı sorumlularını yargılamak ve suçluları cezalandırmak amacı ile 14 Ekim I960 günü Yassıada davaları başladı[83] ve hükümlerin okunduğu son duruşma günü olan 15 Eylül 1961 günü son buldu. On bir ay süresince 588 kişi yargılandı. Yassıada’da görülen 19 davanın arasında yer alan “Ankara ve İstanbul Olayları Davası”, Anayasayı İhlal Davası’ndan sonra görülen en çok sanıklı ve en önemli dava idi. Bu davada polisler İstanbul Üniversitesi’ne izinsiz girmekle[84] ve olaylarda öğrencilere ateş açmakla suçlandı. Aralarında Emniyet Genel Müdürü de dâhil birçok polisin de bulunduğu 118 sanığın yargılandığı bu dava, daha sonra Anayasayı İhlal Davası ile birleştirildi.
Polisin müdahil olduğu sadece bu dava değildi. 19 Ekim 1961 günü başlanan 6/7 Eylül olayları davasında[85], olayların olduğu dönemde İstanbul Emniyet Müdürü olarak görev yapan Alâattin Eriş de yargılananlar arasındaydı[86]. Bu davada polislere olaylara müdahale etmeme emri verildiği, bu nedenle polisin tahripçilere sempatik davranarak ve saldırıya uğrayan azınlıkları korumayarak olayların büyümesine neden olduğu iddia edildi[87]. Diğer 11 sanıkla birlikte Eriş hakkında 20 yıl ağır hapis cezası istendi[88]. Ancak Eriş, 18 Kasım 1960 tarihli af kanununa göre dava dışı bırakıldı. Polislerin yargılandığı ve İnönü’nün 4 Mayıs 1959 tarihinde Topkapı’da öldürülmeye çalışıldığı iddiası ile açılan Topkapı Olayları davasında İstanbul Trafik Müdürü Celal Kosova ve Emniyet Amiri Zeki Şahin de yargılananlar arasındaydı. Emniyet Genel Müdürü’nün yargılandığı bir diğer dava ise Demokrat İzmir Gazetesi’nin tahribi davası idi.
Yassıada duruşmaları esnasında diğer sanıklarla birlikte emniyet mensupları da çok sıkıntılı günler yaşamışlardır. Tutuklu polislerin maruz kaldığı muamele uzun yıllar kamuoyunda ve polisler arasında gündemde kalmıştır. Yassıada’da tutuklu bulunan şahısların sorgusu esnasında savcıların hukuk kurallarını çiğnediği ve diğer tutukların yanı sıra polisleri de darp ettiği ileri sürülen iddialar arasındadır. Yassıada’ya gelen ilk soruşturma heyeti başkanı Savcı Altay Ömer Egesel, sorgu sırasında polis memurlarından bazılarına hakaret etmekle de yetinmeyip onları tartaklayarak tokatlamıştır[89].
Darbeden önce Başbakan Menderes ve İçişleri Bakanı Namık Gedik, Yassıada yargılamalarında isimleri öne çıkan İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay, Emniyet Amiri Zeki Şahin ve polis memuru Bumin Yamanoğlu gibi polisleri görevden almadıkları için sert eleştirilere uğramışlardı. Kamuoyu bu insanlar hakkında o kadar öfkeyle doldurulmuş ve de ortalıkta dolaşan iddialara inanmış idi ki, Yassıada’da yapılan yargılamalar esnasında herkes adeta bu polislerin cezalandırılmasını dört gözle beklemişti[90].
Bu polislerin tutuklulukları sırasında çok kötü muameleye maruz kaldıkları iddiası, Yassıada’da tutuklu bulunan birçok kişi tarafından dile getirilmiştir. Yassıada’da yaşanan en trajik olaylardan birisi İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay’ın ölmesi idi. Darbeden hemen sonra askerlerin, evini tanklarla kuşatarak gözaltına aldığı Faruk Oktay, Yassıada’daki dar, basık, içinde su olan küçücük dehlizlerde günlerce tutulup işkencelere maruz bırakıldıktan sonra 30 Eylül I960 tarihinde hayatını kaybetti. Ailesine kalp krizi sonucu öldüğü söylenen Oktay’ın aslında gördüğü işkence sonucu hayatını kaybettiği ileri sürüldü. Yassıada’da tutuklu bulunan eski İstanbul Valisi Ethem Yetkiner[91] şunları söylemektedir:
“O günlerde bizi hamama götürdüler. Orada Faruk Oktay’ın vücudunu gördük. Kalp bölgesi üzerinde adaya getirilirken dipçikle meydana getirilen mosmor leke duruyor, ötesinde berisinde açılan yarabereler ise kısmen kapanmış ya da kapanmak üzere bulunuyordu. Ferid Sözen’in başparmağının tırnağı ise dayaktan sökülmüştü. Hamama iki subayla beraber girdiler. Ferid Sözen parmağını bize uzaktan işaretle gösterdi. Sonradan öğrendim ki, gerek Faruk Oktay gerek Kemal Aygün’ü ışıklı odada hem ağır hakaretlere hem de dayağa maruz bırakmışlar. Faruk Oktay bu sorgu ve dayaklardan sonra bir gün fenalık geçirdi. Hastaneye indirdiler. Üç gün yattı. Tekrar hücreye çıkardılar. Bir iki gün sonra tekrar bir telaş ve koşuşmalar başladı. Sedye, falan diye bağırıyorlardı. Daha sonra, ‘Sedyeye lüzum kalmadı’, dediler. Zira Faruk zavallı, hücrede ölmüştü. Hâlbuki doktor raporu, (hastanede kalp sektesinden öldü.) diye düzenlenmişti... ”[92]
Faruk Oktay’ın kalp krizinden değil, gördüğü işkencelerden dolayı hayatını kaybettiğini ileri sürenlerden bir diğeri ise, oğlu Emre Oktay’dır. 52 yıl sonra TBMM Dilekçe komisyonuna yaptığı başvuruda, bu olaylardan sorumlu askerlerin yargılanmasını talep eden Oktay, babasının cuntacılar tarafından dövülerek öldürüldüğünü, ancak kendilerine kalp krizi sonucu öldü denildiğini ileri sürmüştür. Yıllar sonra babasının işkence gördüğü cezaevini ziyaret eden Emre Oktay, “Vücudunun her yanı yaralar içindeydi. Göğsünde kocaman kara bir yara vardı. Belli ki çok işkence görmüştü. Ne otopsi ne de muayene yapıldı. Kalp krizi deyip teslim ettiler cesedi”[93] sözleriyle dönemin tanıklarının söylediklerini teyit etmiştir. Emre Oktay, babasının sorgu sırasında binlerce öğrencinin öldürülüp, kıyma makinalarında öğütüldükten sonra asfalt yapımında kullanıldığı suçlamalarını kabul etmediği için işkencelere maruz kaldığını iddia etti: “Babama bunu sorduklarında, ‘binlerce öğrenci öldürüldüyse bunların isimleri ne, ortada kayıp başvurusu yok. Aileleri, yakınları yok mu?’ karşılığını veriyor. Tabi, yok öyle bir şey. Tamamen yalan, nereden getirecekler! Bunun üzerine bu sefer diyorlar ki, ‘Menderes ve Bayar bana bu katliamları yapmam için emir verdi ama ben yerine getirmedim şeklinde ifade ver.’ Babam bunu da kabul etmiyor. Menderes’e iftirayı kabul etse belki de kurtulacak. Ama asla kabul etmiyor. Bunun üzerine çok büyük işkencelere maruz kalıyor.”[94]
Faruk Oktay’ın yaşadığı işkenceler sonucu öldüğü iddiasını Demokrat Parti milletvekillerinden Sezai Demiray 1970 yılında yayımlanan bir mülakatında şöyle anlatıyor: “...Bir gürültü ile kapı ve demir sürgüler arkamdan kapatıldı. Ayak seslerinden Yüzbaşı Necdet Bey’in ve bizi getiren tomsonlu onbaşıların gittiklerini ve koridorda iki nöbetçinin kaldığını anladım. Aradan bir saat ya geçmiş veya geçmemişti ki yanımdaki hücrelerden birinden canhıraş sedalar gelmeye başladı. ‘Ölüyorum, hiç sizde din iman yok mu? Allah aşkına bana bir doktor’ diye bağırmalar duyunca kulak kesildim. Takriben 20 dakika sonra da çok aşinası bulunduğumuz yüzbaşının cırlak sesini duydum. İnleyen hücrenin kapısına gelmiş ‘Ulan doktor senin neyine’ diyerek Türkçe’de ne kadar küfür varsa saymaya başlamıştı. İnleyen ses ise ‘Vallahi ölüyorum yüzbaşım, doktor doktor’ diye kesik kesik seslenmeye devam ediyordu. Daha sonra koridorda birtakım sesler ve gidip gelmelerden sonra inleyen ses kesildi. Sonradan bu inleyenin, İstanbul’un genç ve enerjik Emniyet Müdürü Faruk Oktay olduğunu ve vakadan 2-3 gün sonra Yassıada’da vefat ettiğini öğrendik.”[95]
Benzer şekilde işkencelere maruz kalan Bumin Yamanoğlu, kendisine ve Faruk Oktay’a yapılan eziyetlerle ilgili Emre Oktay’a şunları söylemiştir: “Işıklı oda rejimi tatbik edilirken kalp hastası olan ve bana vurmayın diye yalvarıp inleyen rahmetli polis müdürüm Faruk Oktay’ın nerede, nasıl ve ne şekilde öldüğünü niye yazmıyorsunuz? Beni defalarca dövdüğünüzü, emniyet kadrosu adı altında adaya gelen ekibe dövdürdüğünüzü, sizin yardımcılarınız Akay ve Teoman’ın yardımları ile ayaklarımı tüfenge bağlayarak tüfeng falakası attığınızı, tırnaklarımı söktüğünüzü, arzu ettiğiniz ifadeleri vermediğim ve imza etmediğim için beni gece yarısı halata bağlayarak Yassıada’da baş aşağı denize sallandırdığınızı niye itiraf etmiyorsunuz?”[96]
İstanbul gazetesinin sahibi ve DP’den milletvekili olan Mithat Perin ise hatıratında Yamanoğlu’nun yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün havalandırma meydanındaydık... Birdenbire tomsonlu erler arasında bir insanın yuvarlanır gibi kapıdan çıktığını gördük. Hatta ilk anda tereddüt etmiştik, bir insan mıydı bu?.. Garip bir şeydi. Kamburu çıkmış, zaman zaman kalkıyor, sonra yine elleri üzerinde birkaç adımlık mesafe alıyor, yine kalkıyordu. Yardım da edilmiyordu. Basamaklardan çıkarken boyundan posundan tanımıştık: Bu, Bumin Yamanoğlu idi. Bir gözü hiç ama hiç gözükmüyor, ağzı bir çizgi gibi duruyordu. Havalandırma sırasında böyle bir şey yapılmazdı. Eğer yapılsaydı mutlaka bir maksat vardı bunda. Zavallı Bumin, artık hepimizin öğrendiği zindana götürülüyordu. Bize de gözdağı vermek için bu müthiş manzara seyrettirilmişti.”[97]
Yassıada’da tutuklu bulunan birçok sanık, Perin’in bahsettiği Bizanslılardan kalma zindanlarda tutulmuştur. Bu zindanlarda çok sıkıntılı günler geçiren tutuklular arasında başka polis memurları da vardı. Bunlardan birisi de Tahsin Çinemre idi. Çinemre ile ilgili Yassıada sanıklarından Erzurum Milletvekili Rıfkı Salim Burçak şunları söylemektedir:
“Tahsin Çinemre, Beşinci koğuşta kalan Karadenizli bir polis memuru idi. İstanbul-Ankara olaylarının duruşması sırasında cesurca konuşmaları ile dikkati çekenlerdendi. Diğer polis arkadaşlarının da savunmasını üzerine almış gibi konuşmuştu. Beraberinde birkaç subay olduğu halde koğuşa gelen yarbay, onun bu şekilde konuşmasını beğenmediğini söylüyor ve mahkeme huzurunda nasıl konuşulması hakkında sıkı bir tembihatta bulunuyor. Fakat Çinemre mahkemede ikinci defa gene kendi bildiği gibi konuştu. Bunun üzerine Yarbay, Çinemre’yi kaldığı koğuştan alarak dayak attı ve dokuz saat zindanda bekletti.”[98]
Benzer şekilde yaşadıkları sıkıntılara rağmen birçok polisin mahkemede çekinmeden ifade verdikleri görülmektedir. DP hükümetlerinde bakanlık yapan Yassıada tutuklularından Samet Ağaoğlu, polislerin mahkemedeki tavırları ile ilgili şunları söylemektedir: “Aralarında bir ikisinin tereddütleri, yalpalamaları, kapıldıkları korkunun etkisiyle gösterdikleri heyecanın dışında, başta Kemal Aygün ve Ethem Yetkiner olmak üzere dimdik idiler. Aynı metin duruşu polis şefleri de, memurları da gösterdiler. İstanbul Üniversitesi ve Topkapı olayları davalarında sanık polis şef ve memurların çoğu, kendilerine yapılan çok ağır maddi ve manevi baskıya rağmen gerçekleri söylediler. Mesela Zeki Şahin’in, Bumin Yamanoğlu’nun isimleri bu davaların canlı hatıraları arasında kalacak.”[99]
Aynı şekilde mahkemede çekinmeden ifade veren başka polis memurları da vardı. Üniversite Olayları Davası görülürken “Polis memuru Turgut Acuner, bir tanığın yalanlarına dayanamayarak yerinden fırladı, sesinin bütün kuvveti ile ‘Bu adam yalan söylüyor!’ diye bağırdı. Divan Başkanı’ndan söz istiyordu. ‘Beni susturamazsınız, konuşacağım.’ Başkan söz vermedi. Polis memuru yine bağırdı: ‘Siz ihtilali bizim sırtımızdan mı meşru yapacaksınız?”[100] Ortalık buz gibi oluverdi. Polis memuru başkan tarafından salondan çıkarıldı ve duruşma öğle arasına kadar sürdü. Ancak duruşmaya ara verilip öğleden sonraki duruşma başladığında polisin anlaşılmaz bir sebepten dolayı geri adım attığı ve ifadesini değiştirdiği görüldü. Aynı polis “mikrofona geldiğinde şöyle dedi: ‘Sabahleyin benim ihtilali bizim sırtımızdan mı meşrulaştırmak istiyorsunuz’ dediğim konusunda söylentiler yayılmış. Ben öyle bir şey söylemedim.”[101]
Polislerin yargılamalar sırasındaki bu tavırlarına ve çektikleri sıkıntılara karşın kendi meslektaşlarını suçlayıcı ifade veren polisler de vardı. “Bir başka tanık, sivil bir polis, yalanlarını kuvvetlendirmek için, kendisinin Zeki Şahin’in sağ kolu olduğunu söylediği zaman Şahin’in cevabı şu oldu: ‘Bu polis mi benim sağ kolum imiş. Böyle bir sağ kolum olduğunu bilseydim çoktan keser atardım. 27 Mayıs’tan evvel ihbar mektuplarına imza atamazdı. Bu tarihten sonra nasılsa imza etmek cesaretini göstermiş...”[102] Bir başka emekli emniyet amiri de Menderes aleyhinde tanıklık yapanlar arasındaydı. Adalar Emniyet Amiri olan bu şahıs ifadesinde, 6/7 Eylül Olaylarında ocak başkanını gözaltına aldığı için iktidarın kendisine baskı yaptığını ve emekliye ayrılmak zorunda kaldığını söyledi[103]. Bunun yanı sıra askerî yönetiminin Yassıada’da sorgulama yapmak üzere getirdiği polislerin arasında tutuklu meslektaşlarına sert davranışlar sergileyen hatta onlara dayak atan polisler de vardı.
Uzun süren bu sıkıntılı yargılama süreci nihayet sona erdi[104]. Birçok polis çeşitli cezalara çarptırılırken birçoğu da berat etti. Emniyet Genel Müdürü Göktan’ın, 10 yıl ağır hapis, müebbetten amme hizmetlerinden mahrumiyetine, 3 sene 4 ay müddetle Ankara’da Umumi Emniyet nezareti altında bulundurulmasına karar verildi. Istanbul-Ankara Olayları davasında Bumin Yamanoğlu 14 yıl hapis, 5 yıl amme hizmetlerinden memnuiyet, 4 yıl memuriyetten mahrumiyet cezasına ve Zeki Şahin on dokuz yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırıldı. Zeki Şahin ayrıca Topkapı Olayları davasında olayları tahrik etmek ve göstericilere müdahale etmemek suçlamasıyla 3 yıl 9 ay ağır hapis ve bu süre kamu hizmetlerinden mahrumiyete mahkûm oldu. Yassıada’da mahkûm olan birçok sanıklarla birlikte cezalarını çekmek üzere Sultanahmet cezaevine nakledildiler[105]. Bu iki polisin darbe öncesindeki faaliyetleri[106] ve darbe sonrası çektikleri sıkıntılar, günümüzde de gündeme getirilmekte ve herhangi bir askerî darbe sonrasında polisin başına gelebilecek durumları hatırlatmak üzere kullanılan bir söylem olmaya devam etmektedir[107]. Zeki Şahinin 1964 yılında tahliye olacak milletvekilleri ile yenilen bir yemek esnasında söylediği şu sözler, darbenin en önemli mesullerinin polisler olarak algılanmasını ironik bir şekilde dile getirmektedir: “Efendim, bendeniz Dersim isyanında jandarma mülazımı evveliydim (jandarma asteğmeni). Kötü yaralandım, kurtuldum. İsmail Hakkı Tekçe Paşa beni Gazi Hazretlerinin muhafız alayına aldı. Büyük Gazi’nin ufulünde aziz naaşları başında nöbet tuttum. 1940 yılında polise intisap ettim. Bir gün ihtilal oldu. Bizi bir adada topladılar. Oraya gittiğimiz gün aramızdan bazılarını saldılar. O adada eceliyle ölenler oldu. Mahkeme sonuçlanınca tahliye edilenler oldu. Üç kişinin ölüm cezası infaz edildi. Allah’ın izniyle siz de yarın öbür gün hürriyetinize kavuşuyorsunuz. Şimdi bu adada mahkûm olanlardan Türkiye cezaevlerinde üç kişi kalıyor. Ben, emniyet amiri Zeki Şahin, şu şişko, polis neferi Bumin Yamanoğlu. Bir de Adana cezaevinde polis neferi Hacı var. Aklıma bu geldi. Bu ihtilali bizim için mi yaptılar? Bize söyleselerdi kafamıza sıkardık, bu işi kendimiz hallederdik.”[108]
27 Mayıs Sonrası Polis Teşkilatında Yapısal Değişiklikler ve Yasal Düzenlemeler
Darbenin hemen ardından askerî yönetimin ülke düzeyinde yetkilerini elinden alıp mercek altına aldığı[109] ve yapısal değişiklikler yapmayı planladığı kurumların başında Emniyet Teşkilatı gelmektedir[110]. Çünkü Adnan Menderes ve arkadaşlarına yöneltilen en önemli suçlamalardan birisi “kendine göre bir polis” oluşturma ve polisi siyasi emellerine alet etme iddiası idi[111]. Menderes, muhtemel bir askerî darbeye karşı polisi karşı bir güç olarak kullanmayı planlamakla, hatta DP’lilerden oluşan militer bir polis gücü oluşturmakla ve bunlara silah ve malzeme yığınağı yapmakla suçlandı[112]. Darbeciler polise karşı bu olumsuz tavırlarını çeşitli vesilelerle dile getirdiler. 1960 yılının Ekim ayında Millî Birlik Komitesi İrtibat Bürosu tarafından yayınlanan bir broşürde, darbenin gerekçesi açıklanırken, DP iktidarı, “kendi menfaat ve ihtirasına bağlanmayı kabul ederek meslek ve vazife şuurunu ve bunun kudsiyetini kaybeden bir takım idare amirlerini ve polislerini veya polis kıyafetine sokulmuş meçhul kimseleri üniversiteye saldırtmakla” suçlanmıştır[113]. Aynı broşürde yayınlanan ve elinde silah bulunan bir polis resminin altında “sabık iktidarın bekçisi insafsız ve kanunsuzca kullanılan silah ve cop idi” denilmektedir[114].
Nitekim 30 Mayıs’ta basında yer alan bir haberde “Emniyet Teşkilatı’nda geniş çapta değişiklik ve ıslahat yapılacağı, bunun için ceza hukuku profesörlerinden kurulacak bir heyetin çalışmalara başlayacağı, bu heyetin mevcut statüyü gözden geçirerek değişiklik yapılması gereken konuları tespit edeceği, emniyet teşkilatının modern sistemler ve insan hakları prensiplerine uygun olarak çalışmasının birinci planda ele alınacağı, polisin kültür seviyesinin düşüklüğü de göz önüne alınarak Birinci Şube ve diğer kritik noktalara yeni elemanların alınacağı, ayrıca mevcut polislerin kültürünü artırmak için bir formül arandığı”[115] duyurulmaktadır. Bu habere göre darbe yöneticilerinin polise bakışı bir kaç noktadan olumsuzluklar taşımaktadır. Birincisi polis insan haklarına riayet etmemektedir. İkincisi polisin sahip olduğu imkânlar ve teknik donanım görevini yerine getirmesinde yeterli olmamaktadır ve acilen polis bu noktalarda takviye edilmelidir. Dile getirilen olumsuzluklardan bir diğeri ise polisin “kültür seviyesinin düşük” olduğunun vurgulanmasıdır. Darbe yönetimi bu gibi olumsuzlukları bertaraf etmek üzere çeşitli tedbirler alma yoluna gitmiştir. Bu amaçla polise yönelik bir eğitim ve kurs süreci başlatılmıştır[116]. Yine bu çerçevede polisliğe lise mezunlarının alınması için çalışmalar başlatılmıştır. Emniyet Umum Müdürü Necip San gazetecilere yaptığı bir konuşmada, lise tahsilli, kültürlü ve idealist gençleri polis olmaya davet etmiş, üniversiteli ve liseli polis ağabey ve kardeşlerin lise mezunlarını hasretle, sevgiyle ve ümitle beklediklerini, bu suretle yarının polis amiri ve emniyet müdürü olacaklarını söylemiştir[117]. Askerî yönetim polis teşkilatındaki kaliteyi artırmak amacıyla ilginç bir uygulama başlatmış ve 08.08.1961 tarih ve 342 sayılı kanunla Askerlik Kanunu’na 3 geçici madde eklenmiştir. Bu yasal düzenlemeyle, polis memurluğuna öğrenim durumu bakımından daha tahsilli eleman sağlanabilmesi için, askerliklerini er olarak yapacak olan ve jandarma sınıfına ayrılmış bulunan lise mezunlarından, 10 yıl süreyle ve her yıl 300 kişinin askerlik hizmetlerini üniformalı polis olarak yapmak üzere Emniyet Genel Müdürlüğü emrine verilmesi öngörülmektedir. Stajyer polis memuru olarak görev yapacak olan bu kişiler, askerlik sürelerinin sona ermesinin ardından isterlerse ve durumları uygun görüldüğü takdirde polis memuru olarak tayin edilebileceklerdi[118]. Ancak bütün bu çabalara karşın istenilen hedefe ulaşılamadığı ve lise mezunu gençlerin polisliğe fazla başvurmadıkları görülecektir.
Yine polisin eğitimi konusunda bir diğer önemli adım, 1937 yılında açılan Polis Enstitüsünün statüsünün yükseltilmesi yönündeki çalışmalar olmuştur. Polis Enstitüsünün yükseköğretim kurumu haline getirilmesi amacıyla; Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığı’nın çıkardığı 27 Nisan 1961 tarih ve 88 sayılı karar ile Enstitü lise üstü iki yıl öğrenim veren bir yüksekokul haline getirilmiştir. Bu değişiklikten bir yıl sonra, 1962’de Polis Enstitüsü öğretim üyeleri temsilcilerinden oluşan komisyon müfredat programlarını, ders saatlerini ve imtihan usullerini kapsayan yeni bir yönetmelik hazırlamıştır. Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi tarafından incelenen bu yönetmelik kabul edilerek 25.06.1962 tarih ve 175 sayılı kanun ile Enstitü üç yıllık bir yüksekokul haline getirilmiştir[119].
Polisin eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve polisin nitelik olarak iyileştirilmesi yönündeki bu olumlu adımlara karşın, askerî yönetim, İstanbul’da eğitim veren en eski polis okulunun kapatılmasına karar verdi. İlk açıldığı 1909 yılından itibaren işgal yıllarında bile kapatılmadan eğitimini devam ettiren ve kesintisiz olarak Türk Polis Teşkilatı’na polis adayı yetiştiren İstanbul Polis Okulu, askerî yönetim tarafından bilinmeyen bir nedenle kapatıldı. “Türk polis tarihinde ve Türk polisinin eğitiminde azımsanamayacak derecede öneme sahip İstanbul Polis Okulu’nun kapatılması emniyet camiasında üzüntüyle karşılandı. Kapatılmasıyla birlikte ortaya çıkan boşluğun doldurulmasında büyük zorluklar yaşanmaya başladı.”[120]
Askerî yönetimin polis teşkilatındaki personelin yenilenmesine yönelik uyguladığı tedbirlerden birisi de DP zihniyetinden uzak adayların polis teşkilatına kazandırılması çalışmalarıydı. 1980 öncesi faaliyet gösteren ve sosyal demokrat polisler tarafından kurulmuş olan Polis Derneği (Pol-Der)’in eski Genel Başkanı Sıtkı Öner, göreve başladığı 1964 yılındaki polisin durumunu şöyle özetliyor: “1960’tan önce polis-halk, polis-asker ilişkileri bozuktu. 1960 müdahalesini gerçekleştirenler bu ilişkileri düzeltebilmek için çaba harcıyorlardı. Polis olacak gençleri, sosyal yönü gelişmiş, genellikle CHP’ye yakın ailelerden seçmeye özen gösteriyorlardı. Keza polisin halkta sempati uyandırmasını sağlamaya özen gösteriyorlardı. Böyle bir kuşağın varlığı 1975-80 döneminde polis bünyesinde sol, demokratik bir polis hareketinin oluşumunda rol oynayan etkenlerden biri olmuştur.”[121]
Askerî yetkililerin polisin çalışma saatleri konusunda da önemli bir değişikliği gerçekleştirdikleri görülmektedir. Osmanlı döneminde çıkarılan 1907 ve 1913 tarihli nizamnamelerle uygulamaya başlanan polisin çalışma sistemi, cumhuriyet döneminde de devam ettirilmiştir. Buna göre polisler “6/6 esasına göre çalışıyordu. Yani 6 saat karakolda görev yapılıyor, 6 saat istirahat ediliyordu. Burada ilginç olan husus istirahat saatlerinin de karakolda geçiriliyor olmasıydı. Bu aynı zamanda onların yedek kuvvet olarak merkezde bekletilmesi anlamına geliyordu. Polis ancak haftada bir gün evine gidebiliyordu.”[122] 1963 yılında askerî yöneticiler, polislerin karakolda yatması uygulamasına son vermiştir. Polisler tarafından sevinçle karşılanan bu karar, davul-zurna çalınarak kutlanmıştır[123].
Askerî yönetimin darbe sonrası tasfiye ettiği bir diğer birim ise polis istihbarat birimi olan “Önemli İşler Müdürlüğü” idi. 1937 yılında çıkarılan 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunuyla yapılandırılan bu birim, Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde güvenlikle ilgili istihbarat çalışmaları yapmakla görevli idi[124]. 1951 yılında bu birim yeni bir yapılanma ile kontrespiyonaj dahil hemen bütün alanlarda istihbarat yapmak üzere yeniden yapılandırıldı ve oluşturulan yeni birimler çeşitli illerde değişik adlarla çalışmaya başladı. 1958 yılında İstihbarat Elemanı Sevk, İdare ve İstihbarat Operasyonu Düzenleme Kursu’ndan geçirilen elemanların katılımıyla bu birimler Hatay, Ankara, İstanbul, İzmir’de “Küçük Gruplar” adıyla oluşturulan istihbarat ünitelerinde görevlendirildiler[125]. 1959 yılında Emniyet İstihbaratını yeniden yapılandırmak için önemli bir adım atıldı. İçişleri Bakanı Namık Gedik, Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi Şube müdürü olarak görev yapan Ergun Gökdeniz’i Emniyet İstihbaratı’nı kurma çalışması ile görevlendirdi. Ancak 27 Mayıs darbesi ile bu girişim yarım kaldı ve 1957 yılında ortaya çıkarılan ve 9 Subay Olayı adı verilen darbe hazırlıklarını herkesten önce öğrenen bu birim hemen kapatıldı. Ancak istihbarat konusundaki eksikliği gören askerî yönetim, Gökdeniz’i bu birimi yeniden kurmakla görevlendirdi. Emniyet İstihbarat Dairesi’nin kurulması Millî Birlik Komitesi tarafından onaylandı ve Ergun Gökdeniz ilk daire başkanı oldu.
Bu dönemde Emniyet Teşkilatı içinde yeni birimlerin oluşturulduğu görülmektedir. 91 sayılı kanunla kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’na paralel olarak Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde; Genel Müdür Yardımcısı Yusuf Danışman’ın başkanlığında 4 Daire Başkanı ile 2, 3, 5, 8’inci Şube ve Hukuk İşleri Müdürlerinin katılımı ile 14 Kasım I960 tarihinde Araştırma ve Planlama Kurulu (APK) kuruldu. Kurula; Emniyet Teşkilatını ilgilendiren mevzuatı oluşturma ve teşkilatın gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik her türlü çalışmayı yapma görevi verildi[126].
Benzer şekilde 11 Mayıs 1953 tarihinde çıkarılan ve ülke çapında trafik zabıtası kurulmasını sağlayan 6085 sayılı Karayolları Trafik Kanunu, 1961 yılında çıkarılan 232 sayılı kanunla büyük ölçüde değiştirildi[127].
Askerî yönetim, polis teşkilatında gerçekleştirdiği bu yapısal ve hukukî değişikliklerin yanısıra Türk Polis Teşkilatı’nı yeniden onore etme ve itibarını pekiştirme yönünde bazı adımlar atmaya karar verdi[128]. Çünkü askerî yönetim, 27 Mayıs öncesi yaşanan olayların, halkın nazarında polisi çok sevimsiz bir konuma getirdiğinin farkındaydı. Polisin gerek darbe öncesi gerekse darbe sonrası yaşadığı olumsuzlukların, Hükümetin “militan polisi”[129] olarak algılanmasından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında, kamuoyunda, insanların yargısız infazlara kurban gittiği, gençlerin kıyma makinelerinde doğrandığı, kimsenin hayat güvencesinin kalmadığı, polisin insanlara işkence ettiği, ülkede kanunların değil keyfiliğin hâkim olduğu, polisin adeta iktidarın tetikçisi gibi hukuk tanımaz işler yaptığı kanısının oluşmasına yol açmıştır. Bütün bu iddiaların ve ‘katil’ suçlamalarının hedefinde bulunan polisin morali çok bozulmuş[130], vatandaş ile polis arasında sürtüşmeler ve sataşmalar yaşanmaya başlamış, polisler toplu taşıma araçlarından indirilmeye başlanmış[131], yürütülen psikolojik harekât ve kamuoyu baskısının da etkisiyle polis adeta sinmiş ve suçluluk psikolojisi ile kabuğuna çekilmiştir. “27 Mayıs darbesi, en büyük darbeyi Türk Emniyet Teşkilatına vurdu. O günlerden sonra poliste genel bir çekingenlik oluştu. Üstlerden gelen emirler yapılmakla yapılamamak arasında bir yerlere oturtulmaya çalışıldı. Kimse polise arka çıkmayı, dertlerini dinlemeyi, sıkıntılarını sormayı, emniyet teşkilatını saygın ve sevilen bir konuma getirmeye çalışmadı.”[132] Bir emekli emniyet müdürü darbeden sonra “Teşkilatın kolu kanadı kırıldı. Emniyet teşkilatı kendisini mütareke yıllarının havasında görüyordu” sözleriyle polisin bulunduğu psikolojiyi ilginç bir şekilde dile getirmektedir[133].
Polisin içine düştüğü olumsuz tablo karşısında Cemal Gürsel bir radyo konuşması yapma ihtiyacı duymuştur. Gürsel konuşmasında “polisler aslında milletimizin özünden ve içinden gelme, temiz, dürüst, feragatli, emniyetimiz için her türlü fedakârlığa hazır, en az hepimiz kadar vatanperver memleket çocukları oldukları halde, zalim ellerde maatteessüf, katil ve mücrim olmuşlar. Üniversite olaylarından sonra halkımızın kısmen itimadını kaybetmişlerdir. Fakat bunu bütün emniyet kuvvetlerimize teşmil etmek yanlış ve günah olur. Bu talihsizliğe uğrayanlara emniyet teşkilatımızın ancak, binde onunu teşkil eder. Bunlar da akılsız, vicdansız idarenin zoru ile bu duruma düşmüşler, ellerini kana bulamışlardı.”[134] demiştir. Gürsel bu kötülüklere karışmış memurların takibata alındığını ve cezalarını göreceklerini, temiz, fedakâr, vazifelerini sonsuz tahammül ve feragatle yapan, halkın güvenine layık, yiğit vatan çocukları olarak tanımladığı ve teşkilatın yüzde doksan beşini oluşturan diğer polislere güvendiğini, saygı duyduğunu belirterek, vatandaşların da onları sevmesini, saymasını ve takdir etmelerini rica etmiştir.
Darbeyle birlikte itibarı iyice zedelenen ve güvenilmez bir kurum konumuna itilen Emniyet Teşkilatı’nın bu olumsuz görüntüsünü ortadan kaldırarak[135] polise yeni bir imaj kazandırmak amacıyla, polis üniformasının yeşil renkli olmasına karar verildi[136]. Eski İstanbul Emniyet Müdürlerinden Mustafa Yiğit bu durumu şöyle değerlendiriyor: “27 Mayıs I960 askerî müdahalesinde Polis Örgütünün suçlanması askerî yönetim için talihsizlik olmuştur. Askerî yönetim bu hatasını düzeltmek için polis üniformasını değiştirmek, ‘polis-halk-gençlik elele’ gibi sloganlar ile toplantılar düzenlemekle bazı girişimlerde bulunmuşsa da polis örgütüne yapılan haksızlığın etkisini silmek pek kolay olmamıştır. Özellikle bazı polis amir ve memurlarının ‘Anayasayı İhlal’ suçlaması ile Yassıada Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanmaları anlaşılacak gibi değildir. Birkaç polis memuru ile amirinin Anayasayı hangi güçle ihlal edebileceğinin açıklanması kuşkusuz mümkün değildi.”[137]
Polise moral kazandırmak için hayata geçirilen bir diğer uygulama ise ilk defa “Polis Bayramı” kutlamalarının başlatılmasıdır. Türk Polis Teşkilatı’nda bir kuruluş günü kutlanması fikri, o dönemde Polis Enstitüsüyle birlikte Polis Koleji’nin de müdürlüğünü yürüten emekli Albay Cemal Alkan’dan çıktı. Türk polisinin kuruluş günü olarak 10 Nisan 1845 tarihi kabul edildi ve 10 Nisan 1962 tarihinde ilk Polis Bayramı kutlandı. Böylelikle, polis teşkilatının kuruluşu olarak belirlenen tarihten 117 yıl sonra polis günü kutlamaları başlatılmış oldu[138].
Bütün bu çabalara karşın Emniyet Teşkilatının örselenen itibarını, saygınlığını ve halkın güvenini uzun süre elde edemediği görülmektedir. Bu konuda bir emniyet müdürü şunları söylemektedir. “Darbeden sonra, cezalandırılan polis yöneticilerinin dışındakiler görevlerine iade edilmiş olmakla beraber, emniyet teşkilatının kamuoyunda yitirdiği saygınlığını yeniden kazanması çok uzun yıllar sonra, o da ancak kısmi olarak sağlanabilmiştir.”[139]
SONUÇ
27 Mayıs Darbesi, Türk demokrasi tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır. Bu kırılma, demokrasiyi, toplumsal yaşamın bütün kurallarını ve halkın kendisini olduğu kadar Türk Polis Teşkilatı’nı da derinden etkilemiştir.
Darbenin hemen ardından askerî yönetim Polis Teşkilatıyla ilgili bir takım değişiklere ve düzenlemelere gitmiştir. Bunun en önemli sebebi DP döneminde polisin siyasallaştığı ve tarafsızlığını kaybettiği düşüncesiydi. Menderes’in, polisi siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olarak kullandığına dair iddiayı dönemin önemli tanığı Metin Toker şu şekilde dile getirmektedir:
“Polisin içinden bazı şefleri apartabiliyorsunuz. Onlar polis kuvvetini zaman zaman sizin için kullanıyorlar. ‘Arkasını iktidara dayamış’ bilindiklerinden sattıkları tafradan geçilmiyor. Bu, polisin tümünü zedeliyor. Zaten orduya karşı polisi çıkartmayı düşünmek, bir çılgınlık. Bunu DP’liler düşündüler; faturayı polis ödedi. O, tafrasından geçilmeyen Zeki Şahinlerin, Bumin Yamanoğlu’ların çekmedikleri kalmadı. Polisin üniformasını değiştirmek zarureti doğdu. Polis halka karşı bir ‘şirin görünme’ operasyonu başlattı.”[140]
Oysa polis, iktidarda hangi parti bulunursa bulunsun siyasi iradenin yasalar çerçevesinde vereceği talimatlara göre hareket etme durumundadır[141]. Siyasi iktidarların yanlışlarının faturasının polislere çıkarılması son derece yanlış ve sakıncalıdır. Polisler yaptıkları işlerde emirleri silsile yoluyla amirlerinden, amirleri ise validen, vali de içişleri bakanından alır. Nadir Nadi darbeden sonra yazdığı bir yazıda bu durumu şöyle izah etmektedir: “Polisi politikadan tamamıyla ayırmak isteyen, bunun mümkün olabileceğine inanan romantik yazarlarımız var. Bütün müesseselerimiz gibi polis kuvvetlerinin de yalnız kanunlara ve nizamlara bağlı olarak vazife görmeleri elbette idealimizdir. Fakat unutmayalım ki kanunların da, nizamların da baş yürütücüsü daima iktidardır. Dünyanın her yerinde belli bir ölçü aşılmadıkça asayiş kuvvetleri hükümetten yana olmak eğilimindedirler. Bunu da toplum düzeni bakımından olağan saymalıdır. Marifet, devlet idaresini elinde tutanların ölçüyü kaçırıp pusulayı şaşırmamalarındadır.”[142] Emekli bir emniyet müdürü bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Biz polisler kendimize değil de hep devlete çalışmaya alışkınız. (...) Bu ihtilal sanki polise karşı yapılmış, suçlu polis imiş gibi davranıldı.”[143]
Bu süreçte polisin çok sert şekilde eleştirildiği bir diğer husus ise 27 Mayıs öncesi meydana gelen olaylarda aşırı güç kullanmak olmuş ve polis yargısız infaz yapmakla suçlanmıştır. Polisin takındığı sert tavrı çeşitli faktörlere bağlamak mümkündür. Birincisi ve en önemli sebep siyasi iktidarın, meydana gelen toplumsal olayları bastırma konusunda takındığı sert ve tavizsiz tutumdur. Bütün demokratik ülkelerde polis, iktidarda kim olursa olsun verilen yasal emirleri yerine getirmekle yükümlüdür. Diktatörlükle ve antidemokratik kurallara göre yönetilen ülkelerde siyasi gücü elinde bulunduran kişilerin polisi yasal olmayan işlerde kullanması her zaman mümkündür ve yakın tarihte bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Demokratik kuralların geçerli olduğu bir ülkede polisin, hükümetin emirlerine karşı gelmesi ve verilen emirleri uygulamaması, polislik mesleğinin temel felsefesine aykırıdır. Çünkü bütün demokrasilerde polis izinsiz gösterileri bastırmakla yükümlüdür ve “polis düzeni korumak, suçu önlemek ve ortaya çıkarmak amacıyla devletin istihdam ettiği bürokratik ve hiyerarşik bir organ”dır[144]. Bayley’in ifade ettiği gibi “bıçak için keskin uç neyse, hükümet için de polis odur.”[145] Dolayısıyla polisleri yaptıkları işlerden dolayı birinci derece sorumlu tutmak yerine silsile yoluyla siyasi iktidara hesap sormak daha tutarlı gözükmektedir.
27 Mayıs öncesi yaşanan olaylarda polisin, bazen gereğinden fazla hırçın davranmasının bir diğer sebebi devlet otoritesinin kaybolmaması, rejimin sarsılmaması ve ülkede asayişin tesisi adına durumdan kendisine vazife çıkarmasıdır. Örneğin, Sulhi Dönmezer 28 Nisan olaylarında Beyazıt Kampüsü’nde bulunan ve liseden sınıf arkadaşı olan Emniyet Müdür Muavini Yaşar Yiğit’e havaya ateş açan polislerin ellerindeki silahları göstererek “Yahu siz deli misiniz? Birisi ölse ne yaparsınız?” demesi üzerine Yiğit’in “Bunlar ihtilal, isyan halinde. Ne yapacağız ya!” şeklinde cevap vermesi[146], polisin içerisinde bulunduğu ruh halini, çaresizliğini ve devlet düzenini koruma konusundaki kaygısını göstermektedir.
Polisin sert bir tutum takınmasına yol açan üçüncü bir faktör ise polisin yetersizliği ve çaresizliği idi. Meydanlara bu kadar çok öğrencinin toplanması ve öğrencilerin polise taşlarla saldırmaları polisi oldukça şaşırtmıştır. Çünkü Türkiye, öğrenci olaylarına yabancıydı. Gösterilerin çatışmaya dönüşmesi ve beklemedikleri bu saldırılar karşısında zaten hazırlıksız olan polis kuvvetleri oldukça zor anlar yaşamıştır. Polis hem sayısal anlamda hem de araç-gereç yönüyle oldukça yetersiz durumdaydı. Polis teşkilatında bu tür toplumsal olaylara müdahale etmek üzere kurulmuş bir birim yoktu ve yaklaşık 3.000 kadar polis[147] geniş bir alana yayılmış olan şehrin değişik yerlerinde görev yapıyordu. 28 Nisan olaylarından önce meydana gelen diğer olaylarda kavga eden gruplar hiçbir yerde ellişer kişiyi geçmiyordu. Bu nedenle polis, bu tür bir kitlesel eyleme müdahale konusunda yeterli deneyime sahip değildi. Bütün bu nedenlerle polisin olayları önlemekteki yetersiz kalması ve idare tarafından gerekli önlemlerin alınmayışı, kitle psikolojisinin de tesiri ve bu belirli çevrelerce gerçekleştirilen provokasyonların da etkisiyle olaylar çığırından çıkmıştır. Özellikle İstanbul ve Ankara öğrenci olaylarında polis, kalabalıkları kontrol etme ve dağıtma konusundaki yetersizliğini şiddet kullanarak telafi etmeye çalışmıştır. Bu nedenle polis adeta olayların müsebbibi ve istibdat rejiminin tetikçileri muamelesi görmüştür. Sanki bir adım ötelerinde iktidarı devirip hürriyete kavuşacaklarına inanan/inandırılan kalabalıklar, karşılarında en büyük engel olarak polisi görmüşlerdir. Çünkü bu toplumsal olaylarda sıkıyönetime rağmen asker kitlelerin karşısına çıkmamış, göstericilere sert müdahaleden kaçınmış ve polisin tutukladığı öğrenciler sıkıyönetim subayları tarafından serbest bırakılmış, böylece polis kalabalıkların karşısında yalnız kalmıştır. Askerin göstericilere karşı bu yumuşak tavrı, polis ile asker arasında çekişme ve tartışmaya yol açmıştır. Ancak bu tartışma hiçbir zaman polisin, askere karşı çıkması ve dediklerini yapmaması gibi bir çizgide olmamıştır. Polisin Osmanlı’dan tevarüs ettirdiği ve zihin altına kodladığı, askere bağlılık, saygı ve onu kendi “üstü” olarak kabul etme olgusu, bu darbeden sonra iyice pekiştirilmiştir. Darbeden sonra polis tekrar askerin vesayetine girmiş, böylece Osmanlı döneminde beri sürdürülen askerden özerk ve sivil bir polis teşkilat kurma çabaları yerle bir olmuştur.
Darbe sonrası polisi “uysallaştırıp gözünü korkutmak” için utanç verici uygulamalara gidilmiş ve polisin adeta “burnu sürtülmüştür.” Belki binlerce polis tutuklanıp yargılanmamış ancak hiyerarşik bir disiplin mesleği olan polislikte, sadece polis şeflerinin tutuklanması, “disipline edilmesi” ve “cezalandırılması” polisin bundan sonraki süreçte pasif ve sinmiş bir kimliğe bürünmesi için yeterli olmuştur. Askerî yönetim bütün bu olumsuzlukların polis teşkilatını çok kötü etkilediğini ve teşkilatın itibarının adeta yerle bir olduğunun farkındaydı. Bu nedenle teşkilat içerisinde bir takım yapısal düzenlemelere gidilmiş ve polise yeniden itibar kazandırıp onore etmek için çeşitli faaliyetlere girişilmiştir. Ancak daha sonraki yıllarda yaşanan her muhtıra ve darbelerden sonra polisler, 27 Mayıs sonrası yaşadıkları çekingenlik ve korkuyu üzerlerinden atamamışlar, uzun süre tutuklanma, sürülme ve cezalandırılma sendromundan kurtulamamışlardır.
KAYNAKÇA
“11 gencin öldürüldüğünü gözlerimle gördüm. Ama bunlardan iki tanesinin cesetlerini bulduk. Diğerlerini muhtelif yerlere gömmüşler ve üzerlerinden yol geçirmişlerdir.” Milliyet (23.09.1960).
“27 Mayıs’a Giden Süreci Tanıklar Anlatıyor”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, (ed. Ertuğrul Kürkçü) Cilt: 6, İletişim Yayınları, İstanbul, 1988, s. 1970-1971.
“28 Nisan 1960: Türk Gençliği o gün şahlandı”, Hürriyet (28.05.1960).
“28 Nisan hadiselerinde 90 üniversiteli kayıp”, Tercüman (29.05.1960).
“6-7 Eylül kararnameleri sanıklara dün dağıtıldı”, Akşam (16.10.1960).
“Anayasayı İhlal suçundan dün idamları talep edilenler”, Yeni Asır (30.09.1960).
“Ankara Garındaki Hadise”, Akşam (03.04.1960).
“Babamı nasıl öldürdünüz?”, Türkiye (08.06.2012).
“Bayram sevinci, İstanbul bayraklarla donandı” Hürriyet (27.5.1960).
“Beyanname dağıtan 4 kişi yakalandı.” Milliyet (28.05.1960).
“Bir depoda 5700 mavzer ve binlerce tabanca bulundu”, Tercüman (01.06.1960).
“Bumin, Başvekil’e Şikâyet Edildi”, Milliyet (14.01.1960).
“Bumin Yamanoğlu Tahliye Edildi”, Milliyet (27.05.1965).
“Buzhane ve Çukurlarda Bulunan Cesetler. Cesetler, İstanbul ve Ankara’da bulundu”, Cumhuriyet 02.06.1960.
“Bütün Yurtta mutlak bir huzur hâkim”, “Ankaralılar Ordu’yu sevinçle karşıladı”, Yeni İstanbul 28.05.1960.
“Cesetler, yem makinalarında kıyılıp toz haline getirilmiş”, Akşam (04.06. 1960).
“Emniyet’te geniş değişiklik yapılacak”, Yeni İstanbul (30.05.1960).
“Eski Dâhiliye Vekili Dr. Namık Gedik intihar etti”, Tercüman (31.05.1960).
“Eski idarecilerin çeşitli hünerleri”, Tercüman (02.06.1960).
“Faruk Oktay iftira atmadı, öldürüldü”, Türkiye, (26.05.2013).
“Gestapo Şahin geceleri çizmesiyle yatağa giriyor.” Akşam, (31.05.1960).
“Harp Okulunun imha planları açıklandı.” Milliyet (9.06.1960).
“Hükümet yeni icraat arefesinde. Yepyeni bir polis teşkilatı kurulacak. Her türlü suiistimali tahkik etmek için bir heyet teşekkül etti. Ankara’da bütün polisler sivil olarak vazife görüyor, yalnız bekçiler resmi elbise giyebilecek”, Tercüman (03.06.1960).
“Hürriyet şehidi gençlerimiz hakkında dün Milli Birlik Komitesi açıklama yaptı. Cesetlerin makinelerde kıyılıp toz haline getirildiği ihbar edildi. Halktan aramalar için yardım isteniyor.”, Hürriyet (04.06.1960).
“İnönü Uşak’ta taşla hafif yaralandı. M. Vekili, gazetecilere tecavüz oldu”, Dünya (01.05.1959).
“İnönü’nün Uşak ziyareti hadiseli oldu”, Akşam (1 Mayıs 1959).
“İnönü’ye tecavüz edenler hesap veriyor.” Milliyet (28.06.1960).
“İstanbul Emniyet Müdürü Değişti”, Polis - Aylık Dergi, Ekim 1960, Sayı: 99, s. 6.
“İstanbul Emniyet Müdürü değiştirildi.”, Milliyet (14.11.1960).
“İstanbul Emniyet Müdürü ile Bir Konuşma”, Polis Mecmuası, Eylül 1960, Sayı: 98, ss.1-3.
“İstanbul’da 7 kişi daha tutuklandı”, Tercüman (31.05.1960).
“İstanbul-Ankara’da örfi idare ilan edildi. İstanbul’da gece sokağa çıkmak yasak. Eğlence yerleri kapandı.” Hürriyet (29 Nisan 1969).
“İstanbul’da 9 ceset bulundu” Ulus (11.06.1960).
“İzmir iki gündür bayram yapıyor”, Tercüman (31.05.1960).
“Kahraman Türk Ordusu Bütün Memlekette Dün Gece Sabaha Karşı İdareyi Ele Aldı”, Cumhuriyet (27.5.2007).
“Korkunç cinayetler aydınlanıyor: Bir çukura gömülen 3 ceset bulundu.” Akşam, (05.06.1960).
“Galatasaray Mahkûmlara Karşı”, 27 Temmuz 1963, http://www.galatasaray.org/tarih/tarihte bugun.php?frm date=07-27, Erişim: 03.08.2014.
“Menderes’i Güldüren Tanık”, Hayat, Sayı: 45, (04.11.1960).
“Menderes’in korkunç tasavvurları ortaya çıktı”, Tercüman (31.05.1960).
“Menderes’le yasak aşk yaşadı diye 2. karısını mirasından men etmiş”, Vatan (25.12.2003).
“Mesleğe Davet”, Polis Mecmuası, Eylül 1960, Sayı: 98, s. 7-8.
“Parayla tutulmuş adamlara dağıtılmak üzere 7 bin silah ve asker elbisesi ele geçti”, Ulus (30.05.1960).
“Polis elbiseleri değiştiriliyor”, Milliyet, (04.06.1960).
“Polis ve İstihbarat” Polis Dergisi, Yıl: 3, Sayı:12, 1997.
“Polisler tartışıyor”, Yeni Asır (30.09.1960).
“Sabık Devlet Erkânı Nezaret Altına alındı”, Yeni İstanbul (28.05.1960).
“Sayın Cemal Gürsel’in Radyo Konuşması”, Polis Mecmuası, Temmuz 1960, Sayı: 96, s. 1-2.
“Siyasi faaliyetler durduruldu. Dün Kurulan 15 kişilik Tahkikat Komisyonu çalışmaya başladı ve tahkikat sonuna kadar kongrelerle her türlü parti toplantılarını menetti.” Akşam (19.04.1960).
“Şehitleri tespit komisyonu kuruldu”, Tercüman (31.05.1960).
“Talebelerin ölümü ile ilgili korkunç ihbarlara yapılıyor”, Yeni Sabah, (04.06.1960).
“Treni Himmetdede’de Vali Muavini ve J. Komutanı tarafından durdurulan İnönü dün Kayseri’ye sokulmak istenmedi.” Akşam (03.04.1960).
“Türk Ordusu Vazife Başında: Silahlı Kuvvetlerimiz Bütün Yurtta İdareyi Fiilen Ele Aldı”, Hürriyet (27.5.1960).
“Uşak Valisi ve Emniyet Müdürü Bakanlık emrine alındı”, Dünya (01.05.1959).
“Yassıada’da ilk gün: 401 sanık dün adalet huzuruna çıktı”, Hürriyet (14.10.1959).
“Yeşilhisar’da polis halka ateş açtı.”, Cumhuriyet (25.03.1960).
Ağaoğlu, Samet, Arkadaşım Menderes, İpin Gölgesindeki Günler, Alkım Yayınevi, İstanbul 2004.
Ağılcıklı, Kemal Kaya, “Geçmiş Olsun”, Polis Mecmuası, Temmuz 1960, Sayı: 96, s. 3-4.
Altaylı, Fatih, “Soma bir insan hakları ihlalidir”, Habertürk, 21.05.2014.
Alyot, Halim, Türkiye’de Zabıta, Tarihi Gelişim ve Bugünkü Durum, Kanaat Basımevi, Ankara 1947.
Arcayürek, Cüneyt, Yeni Demokrasi-Yeni Arayışlar 1960—1965, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985.
Aydemir, Şevket Süreyya, İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul 1990.
Bayley, David, Patterns of Policing, Rutgers University Press, New Brunswick 1985.
Bayram, Atilla, Cumhuriyet Döneminde Emniyet Teşkilatının Yapısı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2001).
Birinci, Ali, “Emniyet Teşkilatı’nda İlkler”, Polis Bilimleri Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 3, (Nisan 1999), ss. 9—16.
Burçak, Rıfkı Salim, Yassıada ve Öncesi, Çam Yayınları, Ankara 1976.
Civaoğlu, Güneri, “Son Anlar”, Milliyet (15.05.1997).
Cumhuriyet (12.02.1961).
Cumhuriyet (29.05.1960).
Çavdar, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950’den Günümüze), İmge Kitabevi, Ankara 2004.
Emsley, Clive, The English Police: A Political and Social History, St. Martin’s Pres, New York 1991.
Erinç, Orhan, “Argoyu da Yozlaştırıyoruz”, Cumhuriyet (18.2.2006).
Ertan, Kemalettin, Bir Polisin Anıları ve Tanıları, Desen Ofset, 1998, Ankara.
Gülşen, İ. Hüseyin, Emniyet Teşkilatının İdari Yapısı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi, 1985).
Gümülcine, Nihat, “Ağlayan Polis”, Polis Mecmuası, Haziran 1960, Sayı: 95, s.1-2.
Gürcan, Fethi - Gürcan, Öner, Ben Bir İhtilalciyim, Süvari Yayıncılık, Ankara 2005.
Güven, Dilek, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6—7 Eylül Olayları, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
Hürriyet (27.5.1960).
Hürriyet Yolunda 27 Mayıs 1960 [Hazırlayan: Ali İsmet Gencer], MTTB Yayınları, Ankara, 1960.
Işıklar, Aykut, “Eski polisi bilmeden, genç polisleri harcamayın!..”, Bugün (13.12.2008).
İnanç, Ünal, “Destan yazan polise ithaf olunur ”, Aykırı Haber, http:// www.aykirihaber.org/guendem/1412-destan-yazan-polise-ithaf-olunur.html, Erişim: 14.06.2014.
İpekçi, Abdi - Coşar, Ö. Sami, İhtilalin İçyüzü, Milliyet Yayınları, İstanbul 1965.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Resmi internet sitesi, http://www.iem.gov. tr/iem/?m=1&s=97&idno=20, 06.08.2007.
Kabacalı, Alpay, Türkiye’de Gençlik Hareketleri, Altın Kitaplar, İstanbul 1992.
Kalyoncu, Cemal, “27 Mayıs’ta öğrencileri kullandık”, Aksiyon Dergisi, Sayı: 442, (26.05.2003).
Karakuş, Emin, İşte Ankara, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1977.
Karavelioğlu, Kamil, Bir Devrim İki Darbe: 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül..., Gürer Yayınları, İstanbul 2007.
Keyder, Çağlar, “Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği”, içinde Geçiş Sürecinde Türkiye, Der. İrvin Cemil Schick-E. Ahmet Tonak, Belge Yay., İstanbul 1992, ss. 38-75.
Koçaş, Sadi, Atatürk’ten 12 Mart’a... Anılar, 2. Cilt, May Yayınları, İstanbul, 1977.
Kumkale, Tamer, “Psikolojik Harekât Hakkında Neler Biliyoruz ?”, Önce Vatan (Aralık 2005).
Kuruluşundan Bugüne Polis Akademisi (1937—1988), Polis Akademisi Yayını, Ankara, Aralık 1988.
Landau, Jacob M., Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, (Çev. Erdinç Baykal), Turhan Kitabevi, Ankara 1979.
Milletimizin Hizmetinde 150 Yıl (1845-1995), EGM Yayını, Ankara 1995.
Nadi, Nadir, “Polis ve Politika”, Polis Mecmuası, Temmuz 1960, Sayı: 96, s. 7-8.
Önder, Necmettin, Yassıada’da Milli İrade Nasıl Mahkûm Edildi, Dem Yayınları, İstanbul 1990.
Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var... 1908—1980, Milliyet Yayınları, İs-tanbul, 1986.
Özdemir, Erol, “İsmail Hakkı Demirel ile Söyleşi: 12/24 Sisteminin İlk Uygulayıcısı”, Çağın Polisi, Yıl: 4, Sayı: 41, (Mayıs 2005), s. 15—24.
Özdemir, Erol, “Polis Çağdaş Köle Midir”, Çağın Polisi Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 66, Haziran 2007, s. 15-17.
Özdemir, Erol, “Vahdet Erdal İle Söyleşi: İstikrar Abidesi 12 İlde 21 Yıl İl Emniyet Müdürlüğü ve Aynı Özel Sektörde 26 Yıldır Devam Eden İş Hayatı”, Çağın Polisi, Yıl: 4, Sayı, 42, Haziran 2005, ss. 10-15.
Özkan, Naki, “Emniyet İstihbarat Dairesi’ni kuran emekli Siyasi Şube Müdürü Ergun Gökdeniz: Emniyet siyasallaştı”, Milliyet (06.11.1998).
Özkan, Tuncay, Bir Gizli Servisin Tarihi: Milli İstihbarat Teşkilatı, Milliyet yayınları, İstanbul, 1999.
Özkaya, Şükran, Adım Adım 27 Mayıs, İleri Yayınları, İstanbul, 2005.
Perin, Mithat, Yassıada Faciası, 2. Cilt, Dem Yayınları, İstanbul, 1990.
Polat, Özgüner, “Mesleki Anı Yarışması”, Çağın Polisi, Yıl: 2, Sayı: 21, Ağustos 2003.
Polis Mevzuatı, Haz. Arif Yıldız, Halil İbrahim Keskin, Sami Tanrıverdi, Ulus Basımevi, İstanbul 2005.
Resmi Gazete, 30.10.1956, Sayı: 9346, s. 147/6
Selen, Orhan, “Polisle Uğraşmayın”, Anayurt Gazetesi (06.02.2007).
Sulhi Dönmezer’in Yener Süsoy’la Röportajı, “Siirt konuşmasında suç niteliği yok”, Hürriyet (07.10.2003).
Şahin, Eyüp, “APK’nın Yapılanma ve İçinde Bulunduğu Teşkilatı Yapılandırma Sürecindeki Tarihi Gelişimi”, Polis Dergisi, Sayı: 46, (Ekim-Kasım-Aralık 2005), ss. 12-13.
Şahin, Eyüp, 1907’den 2000’e Polis Okulları, EGM Basımevi, Ankara 2001.
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: XI, c. 13, 29.04.1960, TBMM Matbaası, Ankara 1960.
Tempo (10 Şubat 2006)
Tercüman (6 Mayıs 1960).
Toker, Metin, “Tehlikeli bir eğilim: Polisle oynamak”, Milliyet (29.12.1996).
Toker, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1944—1973) DP Yokuşaşağı (1954—1957), Bilgi Yayınevi, Ankara 1991.
Toker, Metin, Demokrasinin İsmet Paşa’lı Yılları (1944—1973), Yarı Silahlı, Yarı Külahlı Bir Ara Rejim (1960—1961), Bilgi Yayınevi, Ankara 1991
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri, Başbakanlık O ve M Daire Başkanlığı Yayınları, Cilt: II, No: 11, Ankara 1978.
Ulus (21.04.1960).
Urgancıoğlu, Salih, Cumhuriyet Devrinde Emniyet Genel Müdürleri, Sesim Gazetecilik-Matbaacılık Ltd. Şti., Kocaeli 1973.
Weiker, Walter F., The Turkish Revolution 1960-1961 Aspects of Military Politics, The Brookings Institution, Washington, D.C. 1963.
Yağar, Hasan, Mevzuat Metinlerinde Polis Teşkilatında Yapı ve Görev (1845—1923), (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara 1988).
Yalçın, Durmuş, “Hayatımdan Kesitler”, Türk İdare Dergisi, Yıl: 79, Sayı: 454, (Mart 2007), ss. 250-272.
Yalman, A. Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim-2: 1922-1971, Özener Matb., İstanbul 1997.
Yassıada Broşürü, T.C. Milli Birlik Komitesi İrtibat Bürosu, Ekim, İstanbul, 1960.
Yener, Tevfik, “Yanan merdivenler”, Sabah (02.05.1999)
Yeni İstanbul (30.05.1960).
Yiğit, Mustafa, “Polis ve İstihbarat”, Polis Dergisi, Yıl: 3, Sayı:12, 1997.
Zafer, (1,2.05.1960).
Zafer, (30.04.1960).