Giriş
İngiltere’nin başını çektiği İtilaf Devletleri Ordularına mensup kuvvetler, 1915’te Çanakkale’de uğradıkları ağır yenilgi üzerine giremedikleri İstanbul’u, 30 Ekim 1918’de imzalanan ve Sevr’e giden yolun başlangıcı olarak da nitelendirilen Mondros Mütarekesi hükümleri uyarınca 13 Kasım 1918’de fiilen işgal etmişlerdi. Mütarekenin üzerinden altı ay geçtikten sonra hiçbir asayişsizliğin olmadığı İzmir’i de Yunanlılara işgal ettirmişlerdi. Yaşanan tüm bu olumsuzluklar Türk Millî Mücadelesini başlatan bir kıvılcım olmuştu. Anadolu hareketinin giderek güçlenmesiyle birlikte İstanbul da 16 Mart 1920’de resmen işgal altına alınmıştı. İtilaf Devletleri’nin izlediği siyaset Türk Millî Mücadele’sine engel olamadığı gibi aksine daha da güçlenmesine yol açmıştı.
1921 yılı Eylül ayında Türk-Yunan savaşı sürerken, Kuvâ-yı Milliyeciler de İtilaf İşgal Kuvvetleri Komutanlığının İstanbul’daki etkinliğini azaltmak için birtakım gizli faaliyetler içerisindeydi[1]. İngiliz istihbaratına göre; Kuvâ-yı Milliyeciler, İstanbul’da genel bir isyanı kışkırtacak, depolardaki savaş malzemesini ele geçirerek yandaşlarına dağıtacak, İngiliz işgal ordusu başkomutanı General Harington’un komutasındaki Hintli askerleri isyana tahrik edecek, General Harington’la maiyetini, İtilaflararası polis şefini, Şeyhülislamda daha birçok kişiyi öldüreceklerdi[2]. Bu eylemleri, İngiliz belgelerinde “Halâs-ı Vatan” olarak geçen ve Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Temmuz 1921’de kurdurulduğu iddia edilen bir cemiyet gerçekleştirecekti. Geniş ve gizli bir istihbarat örgütü mahiyetinde olması öngörülen cemiyet, İstanbul’daki olaylar hakkında Ankara’ya bilgi akışı sağlayacaktı. Bazı meşhur çete reisleri İstanbul’da bir ihtilâl çıkarmak amacıyla seçilmişti. Bu eylemi kişi başına 1000 lira karşılığında gerçekleştireceklerdi. Fedailerin toplam sayısı 17 idi ve görevleri de General Harington başta olmak üzere İngiliz polis komutanı General Ballard, Yunan askerî temsilcisi, Hürriyet ve İtilaf Partisi başkanı Sadık Bey ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yi öldürmekti. Bu husus, Millî Müdafaa Cemiyeti başkan yardımcılığını vekâleten yürüten Ali Galip Paşa’nın Halâs-ı Vatan’ın İstanbul şubesine gönderdiği mektuplarla belgelenmişti. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un 10 Eylül’de Lord Curzon’a gönderdiği kapalı telyazısı bu iddiayı doğrular mahiyetteydi. Nitekim bu yazıda, adı geçenlerin İstanbul’a geldiğini, Moda’daki bir evde toplantılar yapıldığını, Harington’un bu kişileri yakalamak için kimi evlerde arama yapmayı tasarladığını bildiriyordu. Bir güç gösterisi mahiyetinde olmak üzere de tüm İngiliz filosunun Karadeniz Boğazı’ndan geçmesi için hazırlık yapıldığını ekliyordu[3]. Bu konuyla ilgili olarak Mü’telifîn Kuvâ-yı İşgaliye Baş Kumandanı General Harington tarafından 11 Eylül 1921 tarihinde Harbiye Nezareti’ne bir muhtıra verilmişti[4]. Muhtırada General Harington, bazı kötü niyetli kişilerin İstanbul işgal kuvvetleri aleyhinde eylemlerde bulunmak üzere gizli bir teşkilat kurmuş olduklarına dair elinde açık deliller bulunduğunu bildiriyor ve derhal önlem alınmasını istiyordu. Bu kişilerin belirtilen eylemleri gerçekleştirmek için Ankara’dan para aldıklarını, O’nun görevinin de İşgal kuvvetlerinin güvenliğini doğrudan doğruya tehdit edecek bir durumu önlemek olduğunu vurguluyordu. İşgal Kuvvetleri Başkomutanı olarak verdiği emirlerin yerine getirilmesinden bizzat Harbiye Nazırını sorumlu tuttuğunu da ekliyordu[5].
Polis Genel Müdürü Esad Bey[6] basına verdiği demeçte, takip edilen kimselerin 12-13 kişiden ibaret olup, bunların hepsinin bulunduğunu söylüyordu. Hükümet başta olmak üzere böyle bir durumun ortaya çıkmasını İstanbul'da hiç kimse hiçbir zaman arzu etmez, bu gibi eylemlere cüret edenleri araştırıp tutuklamak için gerekli önlemleri aldık diyordu. Meselenin kendilerine zamanında haber verilmesi işin memnuniyet verici yanıydı.
12 Eylül'de Harbiye Nazırı Ziyaeddin Paşa Sadareti muhtıra konusunda bilgilendirmişti[7]. Aynı gün gazetelerde İşgal Kuvvetleri tarafından, İstanbul'da asayişi bozucu bazı olaylar meydana geleceğine dair bir duyuru yayınlatılmıştı[8]. Bu duyurunun bir örneği irtibat subayı tarafından Harbiye Nazırı Ziya Paşa'ya teslim edilmişti[9]. Hükümeti hayli telaşlandıran bu duyuru metni de 11 Eylül tarihli muhtıranın bir benzeriydi. 14 Eylül tarihinde Sadaret'ten Harbiye ve Dahiliye Nezaretlerine mahrem ibaresiyle gönderilen yazıda da İtilaf İşgal Kumandanlığının 11 Eylül tarihli muhtırasına atıfta bulunularak; adı geçenlerin İstanbul'da bir ihtilâl çıkaracakları, Türk Hükümeti’ne teslim edilmiş savaş malzemelerini ele geçirip dağıtacakları, Hindistan ve Büyük Britanya İmparatoru hazretlerinin sadık askerleri arasında hoşnutsuzluk yayacakları, önemli mevkilerdeki müttefik subayları katledeceklerinin belirtildiği bildirilerek kullanılan sert üslûba dikkat çekiliyordu. General Harington muhtırada, İtilaf işgal kuvvetlerinin ‘hükm-i nüfûzunu’ devirmek amacıyla İstanbul’da kurulduğunu iddia ettiği teşkilâtla ilgili olarak ellerinde kesin deliller bulunduğunu bildiriyordu. Bu girişimin başarıya ulaşmaması için de hâl-i hazırda bulunan teçhizattan fazla olduğuna karar verilen tüfeklerin İtilaf Devletleri muhafazası altına verilmesini, 48 saat içinde Nişantaşı’ndaki Harbiye Mektebi’nin kapatılmasını, İtfaiye Alayı karakolları için gönderilecek tüfeklerin azaltılmasını, ikinci bir emre kadar İtilaf kuvvetleri idaresinde bulunan depolardan silah ve benzeri askerî malzemenin çıkarılarak nakledilmesine izin verilmemesini ve adı geçen teşkilâtla ilgili oldukları bildirilen kişilerin yedi gün içinde kendilerine teslim edilmesini istiyordu[10].
Notanın gereklerini yerine getirmekten başka çare göremeyen Tevfik Paşa hükümeti hemen faaliyete geçmiş, 12 Eylül 1921 tarihi akşamından itibaren tutuklamalara başlanmıştı. Götürülmek istenenler arasında yer alan Nakkaşpaşalı Ağır Topçu Kaymakamı Yanyalı Mustafa Bey, daha sonra ilgisi olmadığı anlaşılarak serbest bırakılmıştı. Muğlalı Erkânıharp Kaymakamı Mustafa Bey ise gizlendiği için bulunamamıştı. Listede adı geçen kişiler tutuklanmak üzere aranırken, isim benzerliği dolayısıyla mağdur olanlara da rastlanıyordu. Örneğin arananlar arasında yer alan Çankırılı Mehmet’i bulmak için ne kadar Çankırılı Mehmet varsa hepsini toplamışlardı[11]. İşgal kumandanlığı tarafından 22 kişinin tutuklanması istenmişken isim benzerliği yüzünden 14 kişi daha alınmış, bunlar daha sonra kefaletle serbest bırakılmıştı[12]. 14 Eylül’de Dahiliye Nezareti bu listede bulunan sivil kişilerin izlenme ve tutuklanmalarının polis ve jandarmaya ait bir iş olduğunu belirterek bu konudaki sorumluluğun Harbiye Nezareti’ne düşmeyeceğini bildirmişti[13]. Bu kişilerin tutuklanmalarıyla ilgili Harbiye Nezareti tezkeresi Bakanlar Kurulu’nda okunduktan sonra adı geçenlerin ısrarlı bir takip sonucu ele geçirilip teslim edilmeleri gerekli görülmüş, 15 Eylül’de bu konudaki emrin süratle yerine getirilmesi istenmişti[14]. Harington, hakkında kesin delillere sahip olduğunu bildirdiği teşkilât üyelerinin isimleriyle, bu maksat için İstanbul’a getirilmiş olan bazı çete reisleriyle fedailerin isimlerinin kendisinde bulunduğunu söylediği halde verdiği listedeki isimlerin pek çoğunun kimlik bilgilerinde bir açıklık yoktu. Bunların yakalanması için verilen sürenin bitimine çok az zaman kaldığından, polisin işini kolaylaştırmak üzere adı geçen kimselerin hüviyetlerinin General Harington’dan soruşturulması için de yardımcı olunması bildirilmiş[15], İtilaf İşgal Kuvvetleri’nden bu kişilerle ilgili yeterli açıklama istenmişti[16].
16 Eylül 1921 tarihinde İngiliz Askerî Mümessilliğinden Harbiye Nezareti’ne gönderilen tezkerede kullanılan üslûpsa ibret vericiydi. Halâs-ı Vatan Cemiyeti üyesi olduğunu iddia ettikleri üç kişiden ‘katiller’ diye bahsediliyor, bunların tutuklanmış ve İngiliz zabıtasına teslim edilmiş olmalarından Başkumandanın memnuniyet duyduğu ifade ediliyordu. Osmanlı Harbiye Nezareti’nin tutuklanması istenilen kişilerle ilgili olarak daha fazla bilgi verilmesini istemesi takdir ediliyor, fakat başkumandanın da aynı sıkıntı içinde bulunduğu belirtiliyordu. Bu kişilerin ‘meşhur çete rüesası’, ‘kahraman gönüllüler’ olarak nitelendirildiği, bunların dikkatleri üzerlerine çekmekten sakınmaları konusunda özel talimat aldıkları üzerinde duruluyordu. Her zaman olduğu gibi adı geçenleri küçültmek ve söz konusu eylemleri para karşılığında yapacak oldukları izlenimini vermek için de, İstanbul’a getirildiği söylenen ‘külliyatlı miktarda bir paradan’ söz ediliyordu. Harington’un, Osmanlı Harbiye Nezareti’yle Osmanlı İstihbarat Teşkilâtı’nın alacağı önlemler sayesinde, Mü’telifin zabıtasına göre ‘daha büyük bir suhûletle’ bu kişilerin yakalanabileceğini düşündüğü, şimdiye kadar gerçekleştirilen tutuklamaların da bunu teyid ettiği vurgulanıyordu. Başkumandan gerçekleştirilen tutuklamalardan ötürü Osmanlı memurlarını tebrik ediyor ve bulunması istenen kişiler İtilaf memurlarına teslim edilene kadar, ‘işbu mesâi-i azimkârâneye’ devam olunacağını ümit ediyordu[17]. Dönemin Harbiye Nazırı Çürüksulu Ziyaeddin Paşa da 17 Eylül’de, Harington’un bu yazısıyla ilgili olarak Dahiliye Nezareti’ni bilgilendirmişti[18].
Harbiye Nazırı Ziyaeddin Paşa’nın 17 Eylül tarihinde General Harington’la yaptığı görüşme tutanağında yer alan ifadelerse inanılacak gibi değildi. Harington, ortaya çıkan durumun münasebetsiz olduğundan başlayarak çok daha fazla şey bildiğini fakat bunun Osmanlı makamlarınca önemsenmediğini bildirmişti. Tutuklanmaları istenilen diğer kişilerin aranmasına devam edilmesi, bu ve buna benzer başka teşkilâtı yok etme hususunda önlemler alınması ve bu gibi olayların ortaya çıkmasına engel olunması durumunda yedi günlük süreyi kaldırabileceğini söylemişti. Osmanlı memleketinin içinde bulunduğu durum dolayısıyla hiç kimsenin kendisi kadar üzgün olmadığını belirtmişti. Ancak, her şey normale dönünceye kadar ‘mütareke hâli’ sürecek, ‘işgal kuvvetleri toprağınızda, donanma limanınızda kalacaktır’ diyerek adeta timsah gözyaşları dökmüştü[19]. Aynı tarihli Kuva-yı İşgaliye Kumandanlığı beyannamesi, Osmanlı makamlarının azimli çabaları karşısında adeta birtakım ihsanlarda bulunuyordu. Osmanlı memurlarının göstermiş oldukları ‘halisâne teşrîk- i mesai’ nedeniyle birtakım şartlarla yedi günlük müddetin bir hükmünün kalmadığı ilan ediliyordu. Bu şartların birincisi, istenilen kişilerin teslimi hususunda Osmanlı memurlarının çalışmaya devam etmeleri, ikincisi de şehrin huzur ve sükûnunu ve müttefik işgal kuvvetlerinin güvenlik ve selâmetini tehdit eden hiçbir teşkilâta izin verilmemesiydi. Bu şartlara uyulduğu takdirde, halk işi ve gücüyle meşgul oldukları sırada saygı göreceklerine emin olabilirler denilmişti[20]. Yine 17 Eylül’de General Harington tarafından Harbiye Nazırı’na yazılan mektupta kullanılan ifadeler de Osmanlı Devleti’nin 1921 yılının son aylarında içinde bulunduğu acıklı durumu göstermesi açısından önemlidir. Harington, verdiği emirlerin geciktirilmeden yerine getirilmesini sağlayan çabalardan ötürü sevinçli olduğunu belirtiyordu. Yedi günlük süreyi kaldırarak insanî bir harekette bulunmasının Osmanlı makamlarının gösterdikleri iyi niyetten kaynaklandığını da ekliyordu. Bu iyi niyetin sürdürülmek istendiğini ispat etmek fırsatını kazandırmak için de gerekli göreceği önlemleri alacağını bildirmişti. Kendisini, emri altında bulunan bütün askerî kuvvetleri -deniz kuvvetleri dâhil- kullanmak gibi üzücü bir zorunluluktan kurtarmanın yolunun, bu iyi niyeti devam ettirmekten geçtiğini de ima ederek aba altından sopa göstermişti[21].
Harington’un tavrı, Hükümeti son derece etkilemiş olmalıydı. Nitekim Harbiye Nezareti’ne gönderilen 21 Eylül tarihli Sadaret tezkeresinde Emniyet kuvvetlerinin göstermiş oldukları sürat ciddiyet ve iyi niyetin adı geçen General tarafından takdir edildiği bildiriliyordu. Bununla beraber, istenilen şahıslardan geri kalanlarının aranmasına aralıksız devam edilmesi isteniyordu. Bu ve buna benzer örgütlenmelerin ortadan kaldırılması hususunda önlem alınarak herhangi bir olaya meydan verilmemesine dikkat çekiliyordu. Muhafaza edilen savaş malzemesinin kaybı İtilaf İşgal Kuvvetleri aleyhinde bir hareket sayıldığından buna bir son verilmesinin istendiği de hatırlatılıyordu. Ancak adı geçen kişilerin kimliklerine dair elde yeterli ve açık bilgi bulunmamasının araştırmayı zorlaştırdığı da kaydedilmişti. Her türlü fesat girişimlerine imkân tanınmaması için askerî ve emniyet makamlarının sıkı önlemler almakta olduğunun, savaş malzemesinin kayıplardan korunması hususunda bu işle ilgili memurlara daha sıkı ve şiddetli emirler verildiğinin Harbiye Nezareti tarafından General Harington’a bildirilmesi de isteniyordu. Sanıkların sorgulanmaları esnasında Osmanlı subaylarının bulunmasının ayrıca yazılması da emrediliyordu[22].
Osmanlı zabıtası, İngiliz istekleri karşısında telaşlanan Bâbıâli’nin emirlerine uygun olarak çalışmaya devam etmişti. 12 Ekim 1921 tarihinde Osmanlı Harbiye Nezareti’nden Dâhiliye Nezareti’ne[23] ve Dâhiliye Nezareti’nden de Polis Genel Müdürlüğüne yazılan yazılarda[24], ‘teşkilât-ı hafiye’ hakkında bazı değerlendirmeler içeren İngiliz Askerî Mümessilliği’nin 8 Ekim 1921 tarihli yazısından bahsedilmişti. Bazı hususları bildirmek üzere General Harington tarafından görevlendirildiğini belirten İngiliz askerî mümessili Miralay Bekoys, suikastla ilgili kişilerin ayrıntısıyla tarif edilmemiş olduğunu söylüyor, Osmanlı memurlarının bu konuda daha fazla bilgi toplayabileceği üzerinde duruyordu. General Harington, Osmanlı memurlarının istenilen kişileri arama ve tutuklamaya çalışmaya devam etmesini, Kaymakam Muğlalı Mustafa ve Hafız Besim Beyler örneklerinde olduğu gibi, bundan böyle tutuklanacaklar arasında bulunanların kaçmalarına sebebiyet verilmemesini istiyordu. General Harington, şayet Osmanlı makamları bu konuda gereken yardımı esirgemezse kendisinin de Londra’da bundan sitayişle bahsedebileceği imasında bulunarak[25] Osmanlı hükümetini bu hususu daha sıkı takip etmeye mecbur ediyordu. Harington Ekim ayı sonlarında veya Kasım ayı başlarında döndüğünde, meselenin memnuniyet verici bir biçimde takip edilmiş olduğunu görürse, Osmanlı makamlarının gayretlerinin karşılıksız kalmayacağının da ihsas ettirilmesi adeta siyasî bir rüşvetti[26]. İngilizlere ne suretle yaranılabileceğinin açıkça ifade edilmesi gerçekten ibret vericiydi. Kasım 1921’de durumu birçok deliller ışığında yeniden inceleyen Müttefik Kuvvetler Komutanı bu meselede Osmanlı makamlarının iyi niyetini göz önünde bulunduruyordu. General Harington ele geçirilenlerin, suikastı düzenleyenlerin kurbanı olduklarına inandığı için tutuklu kişiler hakkında şiddet göstermemeye karar vermişti. Anadolu ve Malta’daki İngiliz ve Türk esirlerinin mübadele edildiği bir zamanda[27] siyasî suçlamalarla Osmanlı uyruğundaki kişilerin tutuklu olarak alıkonulmalarını dahi arzu etmiyordu. O’na göre müttefiklerin nüfuzu aleyhinde hareket eden bu kişiler, gerçekte mensubu oldukları milleti tarihin vahim bir anında lekelemekten başka bir işe yaramayan suikastçılardı. Mütareke hükümlerine aykırı davranmaktan dolayı bir Askerî Mahkemeye sevk edilecek olan Ekrem Mürsel ve Mehmet Ali Dündar dışındakilerin şartlı olarak serbest bırakılacakları da belirtilmişti[28]. Gerçekte bu sahte iyi niyet gösterisinin arkasında, Anadolu’daki İngiliz esirlerinin serbest bırakılmasını tehlikeye atmamak düşüncesi vardı. Ayrıca, Mütarekenin imza edilmesinin üzerinden üç yılı aşkın bir zaman geçmiş ve bu süre zarfında yaşanan gelişmeler mütarekeyi hükümsüz kılmıştı. Buna rağmen hâlâ mütareke hükümlerine aykırı davranmaktan bahsedilmesi İngilizlerin olayları işlerine geldiği gibi değerlendirdiğinin kanıtıydı.
2 Kasım 1921 tarihinde gazetelerde yayınlanan “Müttefikîn Mehâkim-i Askeriyesi Hakkında” adlı tebliğ, Harington’un gelişmeleri İstanbul’daki nüfuzunu güçlendirmek yolunda kullanmak istediğini kanıtlıyordu. Tebliğe göre, İstanbul’un işgali dolayısıyla Beyoğlu ve Galata’da görev yapan mahkemeler yeni talimatlar uyarınca ceza hükümleri vermekte devam edeceklerdi. Buna göre mahkemeler adlî, cezaî ve askerî olmak üzere üç taneydi. Adlî mahkemeler, bir subaydan oluşup, zahmetli hizmet olarak nitelendirilen toprak kazmak ve taş taşımak gibi cezaları da içeren veyahut içermeyen günlük hapis ve beş Osmanlı lirasını aşmayan para cezaları verebilecekti. Ceza mahkemeleri ise, iki veya bir subayın yanı sıra Harington tarafından atanan diğer bir subaydan oluşacaktı. Bu mahkemeler zahmetli hizmet cezalarıyla, ayrı ayrı veya birlikte çekilecek 6 aylık hapis ve 400 Osmanlı lirasına kadar hükümler vermeye yetkili olacaklardı. Askerî mahkemeler, İngiliz ordusunun usûlüne göre üç subaydan oluşup, avukatın bulunup bulunmadığını dikkate almaksızın toplanıp zahmetli işler cezaları, birlikte veya ayrı ayrı hapis cezalarıyla idam hükümleri verebilecekti. Yine tebliğe göre; Fransız ve İtalyan tebaası bu mahkemeler tarafından yargılanamayacak, bu talimatlar, İngiltere Krallığının Osmanlı ülkelerindeki yüksek mahkemesini bağlamayacaktı. Ancak bu mahkemeler, müttefik orduların, işgal altında bulunan Osmanlı arazisindeki güvenlik ve çıkarlarını bozacak saldırılarda bulunan Britanya tebaasını, Fransız ve İtalyan tebaası hariç olmak üzere bütün müttefik hükümet tebaasını yargılayabilecekti. Yine bu mahkemelerin konsolosluk mahkemeleri bulunmayan veya eski anlaşmalardan yararlanmayan tarafsızlar tebaasını, müttefik hükümet tebaasına karşı saldırıda bulunan ve müttefik polis komisyonunun emirlerini ihlâl eden Osmanlı tebaasını da yargılaması öngörülüyordu. Askerî mahkemeler, adı geçen mahkemelerden hangisi tarafından yargılanacağını General Harington’un belirleyeceği bütün kişileri ve İngiliz ordusunun güvenlik ve çıkarlarına karşı saldırıda bulunacak herhangi millete mensup kişileri yargılayabilecekti. Bu mahkemelerin izni olmaksızın ne Divân-ı Harbin kararlarına ne de diğer mahkemelerin kararlarına dair bir dilekçe verilemeyecekti. Divân-ı Harbin “usul-i muhakeme kanununun” askerî kanun olduğu da ilân ediliyordu. Gerçekleşmesi muhtemel bütün saldırılarla ilgili yargılamalar, Osmanlı ceza kanunu veya müttefikler arası askerî makamlar veya polis heyetinin kanun hükümleri gereğince yapılacaktı. Osmanlı Ceza Kanunu gereğince verilen en yüksek nakdî cezanın on misli arttırılarak altın hesabıyla ödeneceği de belirtiliyordu. Zanlılara, kendilerini bizzat veya mahkemece onaylanmış, dava vekili sıfatını taşıyan bir avukat tarafından savunmak fırsatı bahş olunduğu da ifade ediliyordu. General Harington, Mahkemeler tarafından verilecek hapis cezalarının kendisinin uygun göreceği hapishanede çekileceğini, para cezalarının da haciz yoluyla alınacağını ekliyordu. Mahkeme kararlarına karşı verilen dilekçelerin İstanbul İşgal Kuvvetleri Ordusu kanun subayına sunulması gerektiğini ve bu dilekçelerle ilgili verilecek kararların kesin olduğunu da söylüyordu. Bu talimatnamenin 1 Kasım tarihinden itibaren uygulamaya konacağı ve mütarekeden beri yaşanan ve zaman aşımına uğramayan saldırılan da kapsayacağı belirtiliyordu. Ceza mahkemesinin ve Divân-ı Harb’in adresi olarak da Beyoğlu’ndaki Kroker Oteli[29] gösteriliyordu. İlginç olan, bu ağır şartları içeren talimatnamenin sonunda 22 Eylül tarihinde İstanbul’da imza edildiğine ilişkin bir not bulunmasıydı. Bu düzenleme, Halâs-ı Vatan Cemiyeti’ne ilişkin iddiaların gündeme getirilmesinden yalnızca on gün sonra gerçekleştirilerek İstanbul’da adeta bir işgalci terörü estirilmek istenmişti[30].
11 Kasım 1921 tarihinde daha önce kefaletle serbest bırakılan Hüseyin Hüsnü’den başka 12 kişi daha tahliye edilmişti[31]. Hüseyin Hüsnü’nün nerede bulunduğunun bildirilmesi de isteniyordu[32].
İngilizlerin, Kasım ayının sonlarına gelindiği sırada hâlâ bu işle ilgili görünmelerinin nedeni, sarsıldığını düşündükleri nüfuzlarını kuvvetlendirmek amacına yönelikti. Nitekim Osmanlı Hariciye Nezareti’ne ait bazı belgeler bu düşüncemizi doğrulamaktadır. Şimdiye kadar ortaya konan belgelere göre bu sorun Osmanlı hükümetini son derece telaşlandırmıştı. Hâlbuki yine Osmanlı hükümetinin dışişleri belgelerinden anlaşılmaktadır ki İngilizler, İtilaf İşgal Kuvvetlerinin nüfûzunu kırmak amacıyla kurulduğunu iddia ettikleri Halâs-ı Vatan Cemiyeti’yle ilgili olarak Osmanlı hükümetine baskı yaparken, müttefikleri olan Fransız ve İtalyanlar aynı düşünceyi paylaşmıyorlardı. Nitekim Paris’teki Osmanlı murahhası Nabi Bey’in gayet ciddi bir kaynaktan öğrendiğine göre Fransa hükümeti yaşanan bu olayları komedi olarak nitelendiriyor ve hiçbir önem vermiyordu. İstanbul’daki Fevkalade Komiserler de anılan suikast dolayısıyla asayiş ve genel güvenliğin iddia edildiği üzere tehlikeye düştüğü hususunu son derece şüpheli görüyorlardı. Fransız ve İtalyanlar artık saklanamayacak biçimde ortaya çıkan İngilizlerle aralarındaki nüfûz mücadelesinde bir koz olarak kullanıldığını düşündükleri bu olayları ciddiye almıyorlardı. Hatta Fransız Dışişleri, bu suikast meselesiyle ilgili olarak General Harington’un hareket tarzı hakkında İngiltere hükümetinin gayet ciddi bir şekilde dikkatini çekmiş, Harington’un siyasî mahiyeti açık olan bu olayda diktatörce yetkiler kullanamayacağının, fevkalade komiserleri emrivakiler karşısında bırakamayacağının da altını çizmişti. İtalya’nın da benzer girişimlerde bulunması, İngiltere hükümetini General Harington’dan açıklama isteme noktasına getirmişti. Ayrıca Fransız siyasî çevreleri bu mesele karşısında Bâbıâlinin izlediği isabetli ve temkinli siyaseti de takdir etmişlerdi[33].
Sonuç
Türk Millî Mücadelesi’nin belirli bir noktaya gelmesiyle birlikte kontrolü kaybetmeye başladıklarını hisseden İşgalciler için artık her şey mübâhtı. Kendi çıkarlarını tehdit ettiklerini iddia ettikleri kişilerin, vatanlarını kurtarmak adına giriştikleri eylemlerin meşruluğu karşısında çaresiz kalan İşgalciler, İstanbul’dan ayrılana dek bu küstâh yaklaşımlarını sürdürmüşlerdi.
Öyle anlaşılıyor ki, İtilaf İşgal Kuvvetleri Başkomutanı General Harington, “Halâs-ı Vatan” adı verilen bu teşkilâtı, İstanbul’da giderek zayıfladığını gördüğü İngiliz nüfuzunu güçlendirmek için bahane etmişti. Haddinden fazla ürkmüş görünmesinin ardında bu niyetini gerçekleştirmek düşüncesi yatıyordu. Ancak gösterdiği şiddetli tepkilerin tipik bir işgalci psikolojisinden kaynaklandığı da inkâr edilemez. Çünkü istenmediklerini bildikleri yabancı bir ülkede bulunuyorlardı. Aslında suç ve suçlu olarak nitelendirilemeyecek olaylar ve kişiler karşısında yalnızca işgalci hukuku olarak adlandırılabilecek uygulamalarla ayakta kalmaya çalışıyorlardı. İşgal Kuvvetlerinin bu bilinçli tavrı, kuşkusuz her dönem için ders çıkarılması gereken örneklerden biridir.