Giriş
İttihatçıların Osmanlıcı mı yoksa Türkçü mü oldukları ihtilaflı bir konudur. İttihatçıların ideolojisi, kendi söylemleri ve çıkardıkları gazetelerin yayın politikasına göre “İttihad-ı Anasır” yani bütün Osmanlı uluslarının birliği esasına dayanmaktaydı. Buna bağlı olarak izledikleri politika Osmanlıcılıktı. Osmanlıcılık kavramı hakkında farklı bakış açıları bulunmaktadır: Bazı araştırmacılar, Osmanlıcılık politikasının “Türk Milliyetçiliği” ile aynı anlama geldiğini[1] ve bunun bir Türkleştirme politikasından başka bir şey olmadığını, İttihat ve Terakki Partisi’nin “Osmanlıcılık” politikası izlerken bile gerçek niyetinin bütün unsurları “Türkleştirmek” olduğunu bu nedenle parti üyeleri arasında gayrimüslim ve Türk olmayanlara rastlansa bile bunların yönetim kademesine asla sokulmadıkları görüşünü savunmaktadır.[2] Bazıları ise Osmanlıcılık fikrinin Osmanlı’ya bağlı unsurlar arasında yayılan milliyetçilik akımlarını engellemek için ortaya çıktığını ifade etmekte, Ermeni ve Arap vatandaşlar arasında milliyetçilik eğiliminin iyice artmasından dolayı imparatorluğun dağılacağı endişesi taşıyan yöneticilerin İslamcı ve Osmanlıcı politikalarına sımsıkı sarılarak bunun önüne geçmeye çalıştığını düşünmektedir.[3] Bir başka görüşe göre ise Türk milliyetçiliğinin kültürel ve dinî birlik olduğu şu şekilde ifade edilmektedir:[4] “Osmanlılar döneminde Balkanlarda oluşan Müslüman Türk topluluğu aşiret, kabile, hatta soy kimliklerinden geniş çapta ayrılarak ilk kez halk liderleri idaresinde yeni bir topluluk meydana getirmiş, zamanla modern millete götürecek bir siyasi topluluk kurmuştur. Bu topluluk ırka değil kültür ve ortak dine dayanan bir millet idi ve Türk asıllı olmayan diğer tüm Müslümanları da içine almaktaydı. Buradaki “millet” kimliği görünürde etnik bir anlam taşıdığı için 19. yüzyılda Balkanlarda türeyen Yunan, Bulgar, Sırp etnik milliyetçiliğine benzer tarafları vardı ve zamanla İttihat ve Terakki döneminde bir Türk milliyetçiliği olarak kolayca ortaya çıkabilmişti. Yine de Rumeli'de ve Anadolu’da oluşan Türk kimliği Balkanlardaki Hıristiyan milliyetçiliğinden farklıydı. İttihat ve Terakki’nin milliyetçiliği, Osmanlı döneminde Balkanlarda Anadolu Türkmen, Yörük, (Oğuz) göçlerinin ortaya çıkardığı “Türk” kimliği gibi kültürel idi ve din birliğine dayanmaktaydı. Unutulmaması gereken bir gerçek vardır; Rumeli'de ve Avrupa’da yaşayan Müslümanlar etnik kökenleri ne olursa olsun daima “Türk” olarak görülmüş ve öyle adlandırılmıştır.”
İttihatçıların Türkleştirme politikaları izlediği konusunda çeşitli kaynaklarda bazı iddialara yer verilmektedir. Bu iddialar şu şekilde örneklendirilebilir: “Jön Türkler Hıristiyan unsurların değerli olduğunu anlamışlardı; Abdülhamit’in yaptığı gibi onları yok etmek istemiyorlardı; ama Osmanlı Devletinde ayrı partnerler hâlinde işbirliği yapmayı da hiç istemiyorlardı. ‘Milletler’ kurum olarak, Abdülhamit’in mutlakıyeti kadar nefret uyandırıyordu. ‘Millet’ ilkesi yerine, programlarına ‘Osmanlılaştırma’ prensibini koydular. Türkler, Türk olmayanları sırtlarında kambur gibi taşımak istemiyorlardı; tekdüze Türk varlığına kavuşmak arzusundaydılar. Parlamentoda bu program, orta öğrenimde Türkçenin tek ve mecburi dil olması maddesiyle ifadesini buldu. Ermeni delegeler Serbest Fırkayla birlikte bu öneriye itiraz ettiler.”[5] diyerek bu politikanın temelinde Türkçenin okullarda zorunlu dil hâline getirilmesi olduğunu ima etmektedirler. Öte yandan aynı yazarlar bu fikirlerini beyan ettikleri paragrafın sonunda “1914-15 kışında, stratejik başarısızlıklar yüzünden, fetih ve prestij umutları vaktinden önce söndü; 1912’deki gibi başarısızlığa uğranıldı ve Jön Türkler yurt içinde “Osmanlılaştırma” siyasetine dört elle sarıldılar. Osmanlılaştırma, Jön Türkler için bir takıntı hâlini almıştı. Savaş açtıktan sonra ilk eylemleri kapitülasyonları reddetmek oldu. Türkçe, imparatorluğun resmî işlerinde kullanılan tek dil hâline getirildi ve bu da indirilen son darbeydi. Sadece bir yıl arayla atılan bu adımlar, Alman müttefikleri arasında şaşkınlık yarattı. Bu ruh hâli içinde Ermeni sorununu ele aldılar; o sırada, Ermeni olayı önemli bir aşamaya girmişti.”[6] şeklindeki görüşleriyle İttihatçıların izlediği politikanın “Türkçülük mü?” yoksa “Osmanlıcılık mı?” olduğu konusundaki kararsızlıklarını ifade ederler.
Bu yöndeki bir başka görüşe göre; “Balkan Savaşlarındaki büyük kayıplardan sonra İttihat ve Terakki, Türk olmayan unsurlara güvenilemeyeceği tezini geliştirdi. Öte yandan Osmanlı parlamentosunda unsurlar arasında hoş olmayan davranışlar gözlenmeye başlandı. Unsurlar birbirlerini yok sayıp kaldıramamaya ve birbirlerini tehdit ve küfürlerle provoke etmeye başladılar. Bu sadece azınlıklar arasında değil parlamentonun tüm üyeleri için geçerliydi. Özellikle Balkan Savaşından itibaren azınlık üyeler, İttihatçılarla, bazı yasaları Türkleştirme olarak algıladıklarından söz dalaşına girdiler. İttihat ve Terakki’ye karşı ortak tavır alabildiler. İttihat ve Terakki, Balkanlardaki Osmanlı Müslümanlarının başına gelenleri gündeme getirip azınlıkları tehdit etti. Detaylı bir program olmamasına rağmen İttihatçı önderler vatan demografisini kuvvet yardımıyla değiştirip homojenize etme konusunda daha azimli hâle geldiler. Parti ideologu Ziya Gökalp, sıklıkla Osmanlı toprakları dışındaki Müslümanlara odaklanarak imparatorluğu Türkleştirmek konusunu işlemekteydi. Gökalp'e göre bu yeni bir Türkiye olacaktı.”[7] Benzer bir başka görüşe göre; “Türkçü görüş, kendisine en iyi ortamı, Balkan Savaşının getirdiği bunalım yıllarından sonra İttihat ve Terakki’de bulmuştu. İttihatçı yöneticiler, Türk olmayan unsurları Türkleştirmeye ve bu ülkeyi Türklerin vatanı yapmaya karar vermişlerdi. Aslında bu da ulusçuluğun bir başka yönden ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Türkçülük ideolojisinin hâkimiyeti alanına giren İttihatçılar, Osmanlı Devleti’ni, tamamen Türklerden oluşan dikensiz bir gül bahçesi yapmayı hedef olarak seçmişlerdi. Bu vatanı Türk olmayan unsurlarla paylaşmaktan vazgeçmişler ve bu yönde gerekli uygulamaları hayata geçirmeye karar vermişlerdi.”[8] İddialar bu kadarla sınırlı değildir. Bu çalışmada; İttihatçıların ideolojileri ile Türkleştirme politikası izleyip izlemediklerinin araştırılması amaçlanmaktadır.
İttihatçıların İzlediği Politika ve Tarih Yazımındaki Çelişkiler
İttihat ve Terakki’nin izlediği politikalarla ilgili iddialar ne derece doğrudur? Bu soruyu cevaplandırabilmek için o dönem politikacılarıyla aydınlarının fikir ve davranışlarını, dünyanın ve Osmanlı Devleti’nin hızlı bir siyasî değişim sürecine girdiğini göz ardı etmeden irdelemek gerekir: İttihat ve Terakki Türk milliyetçisi bir hareket olarak kurulmadı. Jön Türkler kendilerini devletin sorunlarını çözmeye çalışan entelektüel elitler olarak görüyorlardı. İttihat ve Terakki’nin bazı yayınlarında Panislamik temalara rastlansa da Jön Türklerin çoğu bunu pragmatik olarak yapmaktaydı. Kendi dünya görüşlerini anlatmaktan çok kamuoyunun desteğini almaya çalışıyorlardı. Kendi aralarındaki yazışmalarda bunlardan bir kısmı laik olduğunu ifade ediyordu. Jön Türklerin güçlü oldukları dönemlerde çıkarılan yasalar bunu açığa vurur. Yargının laikleştirilmesi, evliliklerde kadın haklarındaki artış ile bağlılık ve sadakatin öne çıkarılmasıyla unsurlar arasında vatandaşlık kavramının geliştirilebileceği düşüncesi ve bu konuda gösterilen çabalar bu duruma örnek oluşturmaktadır.[9]
II. Abdülhamit döneminde aydınlar arasında Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük akımlarıyla ilgili olarak yapılan tartışmalar II. Meşrutiyet’in ilanından sonra da devam etti. Burada en çok dikkat çeken husus aydınların bu fikirlerin tamamından etkilenebildiği, bir fikre mensup olduğunu ifade eden bazı aydınların zaman zaman bazı konularda fikir ayrılığına düştükleri kişilerin görüşlerini savunabildikleridir. Mesela İslam birliğine önem vermesiyle tanınan II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Kanun-ı Esasi’yi ilan etmek suretiyle Osmanlıcılık fikrinin en önemli uygulayıcısıdır. Yine Müslümanların birliğine önem veren şair Mehmet Akif’in şiirlerinde Türkçü düşünceye rastlamak mümkündür. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Şinasi gibi aydınlar ise Osmanlıcı fikirleriyle tanınırlar. Hatta bu isimler, Osmanlı Devleti’nde bütün unsurların yönetime katılmasıyla devletin kötü durumunun düzeleceğine inandıkları için 1876 yılında Meşrutiyet ve Kanun-ı Esasi’nin ilan edilmesine ön ayak oldular ve devletin kötü durumunun nasıl düzeltilebileceğine dair tartışma ortamı oluşturulabilmesi için zemin hazırladılar. Taner Akçam, Osmanlı Devleti’nde hem Müslüman hem de gayrimüslim ahalinin yönetime katılıp kendini ifade etmesi yolunda çalışmalar yapan isimlerin Türkçülük (dolayısıyla) ırkçılık yaptıklarını iddia etmekte[10] ve 1910 yılına gelindiğinde Osmanlı okullarında Türk tarihi dersi öğretilmediğini, Türklüğün Osmanlılar döneminde aşağılama unsuru olarak kullanıldığını, Türklerin ne Türk milliyetçiliğiyle ne de Türk dilinin gelişimiyle ilgilendiklerini belirterek çelişkili görüşler ortaya koymaktadır. Akçam, Türk milliyetçiliğiyle hiç ilgilenmeyen bazı aydınların Balkan Savaşlarından hemen sonra birdenbire ırkçı söylemler ve uygulamalar içine girdiklerini, bilinçaltındakilerin açığa çıktığını ifade etmektedir.[11]
Hâlbuki Akçam, daha sonra yaptığı başka bir çalışmada; Dadrian’ın bazı çalışmalarında[12] tarihi geriye doğru okuduğunu belirterek Dadrian’ın 1915 öncesinde yaşanan her olayı, 1915’e doğru atılmış “Bilinçli adımların bir parçasıdır” şeklindeki değerlendirmesini eleştirmek suretiyle bir bakıma kendi kendini de eleştirmiş olur. Akçam, “Karmaşık tarihsel süreçlerin ve gelişmelerin süreç içinde bunları yapan aktörlerin ve çözüm yollarının radikalleşmesi olarak değerlendirmek yerine başta var olan kesin bir niyeti hayata geçirmenin fırsatlarının doğmuş olması ve bu fırsatların niyet doğrultusunda kullanılması şeklinde açıklamayı tarih yazımı metodolojisi açısından sorunlu...” bulmaktadır.[13] Osmanlı’nın son döneminde yapılan her icraatı 1915’e doğru atılan adım olarak değerlendirme eğilimini devam ettiren Fuat Dündar, Anadolu’yu Türkleştirme projesinden söz ederek bunun resmen Babıâli baskınından sonra İttihatçıların iktidara gelmesiyle başladığını söyler. İttihatçıların milleti askerleştirmeye çalışarak büyük bir ordu kurup onu “vatanı savaşa hazırlamak" la görevlendirdiğini iddia eder.[14] Hâlbuki Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Balkan Savaşlarındaki kayıplarının ardından Birinci Dünya Savaşı belirtilerinin ortaya çıkmasıyla Osmanlı Güç ve Osmanlı Genç Derneklerinin kurulduğu kabul edilmektedir. Burada göz ardı edilen bir başka konu da İttihatçı hükümetin vatandaşlar arasında ayrım yapmadan hepsini askerliğe hazırlamak istemesidir. Balkan ve I. Dünya savaşlarında sadece Müslümanlar değil Ermeniler de orduya alınmış ve cephelere gönderilmiştir. Öte yandan Osmanlı Devleti için hatta Türk devletleri için ordu-millet kavramı yeni bir şey değildir. Bahsedilen Goltz Paşa’nın yenilik programı Osmanlı ordusunda XVII. yüzyıldan beri uygulanmaya çalışılan “Batılılaşma” programının bir parçasıdır. O hâlde bu tarih yazımının diğer bir problemi olayları kronolojik bir bütünlük içinde değerlendirmeyip sadece o ana odaklanması ve bu nedenle de sağlıklı sonuçlara varamamasıdır. Osmanlı eğitim sistemine bağlı okullarda kademeli olarak 1869 yılından itibaren önce erkek öğrencilere ardından kız öğrencilere okutulmak üzere konan jimnastik derslerinin milleti askerleştirmek için konduğu iddiası da bu yanlış sonuçlardan biridir.[15]
Aydınların bilinçaltının açığa çıktığı iddiasında bulunabilmek için onların Osmanlılık fikrine dair yazıp söylediklerine bir bütün olarak bakmak gerekmektedir. Bahsedilen aydınların Osmanlıcılık fikri hakkındaki söylemlerinden bazı sözcüklerin özenle seçilmesi suretiyle öne sürülen iddiaların ispat edilmeye çalışılması tarih yazımı için doğru bir yol olarak kabul edilmemektedir. Ancak yukarıda adı geçen Türk aydınların çoğu, eğitim veya diğer sebeplerle Avrupa’da bulunmalarından dolayı Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki koludur. Avrupa’daki siyasetçilerin, yazarların Türklük aleyhine neşriyatlarının fazlalığı zaman zaman onların Türklük ve Türk milliyetçiliği konularına eğilmelerine sebep olmuştur. Bu durum onların ideolojilerinin Türkçülük olduğu anlamına gelmez.[16]
Batı yayılmacılığına karşı dünya Müslümanlarının desteğini alma fikrine dayanan İslamcılık ideolojisinin tarihsel, geleneksel, yerel dayanakları vardı ancak Türkçülük çok yeni bir kavramdı. Balkanlardan Çin’e kadar yaşayan tüm halklar arasında birlik bulunduğu duygusu da çok yenidir. Bu ideoloji, daha önce devletin yapısına verdiği zarardan dolayı düşman telakki edilip reddedilen ve bir virüs gibi Balkanları kısa sürede sararak devletin büyük zarar görmesine sebep olan milliyetçilik akımlarına değil birçoğu Avrupalı olan bilim adamlarının çeşitli araştırmalarına ve Rus Çarlığının Türkçe konuşan sakinlerinin millî, kültürel ve etnik kimlik bilinçlerine dayanıyordu.[17] Yusuf Akçura[18], Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali gibi Rusya doğumlu aydınlar tarafından ortaya atılan Pan Türkizm, Çarlık Rusya’sının yayılmacı Panslavizm politikasına verilmiş bir cevaptı.[19] Bu doğru olmakla beraber Avrupa kaynaklı akımlar da Türk milliyetçiliğine etki etti. Çünkü Osmanlı Devleti’nde Türk kimliği İslam aidiyeti ile özdeşleşmişti. İnsan Türk, Kürt, Çerkez, Arap ya da Arnavut olmadan önce Müslüman’dı. Türk olmak hiçbir ayrıcalık sağlamıyordu. Bunun tek istisnası idareye dâhil olabilmek için Osmanlı Türkçesini bilme gereğiydi. Üstelik “Türk” teriminin aşağılayıcı bir anlamı da vardı: İstanbulluların kaleminde ya da ağzında, bu sözcük XIX. yüzyılın sonuna doğru “köylü, kaba saba adam” anlamına geliyordu. “Türklük” önce XIX. yüzyılda Rumlar, Bulgarlar veya Ermeniler gibi Hıristiyanlar, sonra da Arap ve Arnavutlar gibi Müslümanlar arasında milliyetçilik hareketlerinin ortaya çıkmasıyla şekillendi.[20]
Her ne olursa olsun burada önemli olan nokta, bürokratik ve entelektüel Osmanlı burjuvazisinin Osmanlı Devleti’ne derinden bağlı olduğudur. Yapısal dönüşümlere karşın ve hatta 1908’in liberal devriminden sonra bile eskisiyle yenisiyle bu grubun Türk millî kimliğiyle özdeşleşme fikrinin yayılıp yüceltilmesinde hiçbir çıkarı, dolayısıyla da ilgisi yoktu. Çünkü onlar, iç içe geçmiş insanlardı ve güçlü bir dış baskının olduğu bir ortamda böyle bir yola gidilmesinin merkezden kopmak demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Hasan Kayalı, Osmanlı tarihçilerinin yaptığı Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler ayrımının akılları karıştırdığını, buna karşın herhangi bir faydası da olmadığını öne sürüyor. Kayalı, Jön Türklerin oluşumunun ve amaçlarının Yeni Osmanlılara göre belirgin bir şekilde Osmanlılık esasına dayandığını ima ediyor.[21] Kayalı, Türkçenin resmî dil olarak belirlenmesinin 1876 Anayasası’nda yazılı olduğuna işaret ediyor ve bunun 1908 Devrimi’nden sonra da Anayasa’da değiştirilmeden bırakıldığına dikkat çekiyor. Bundan sonra II. Meşrutiyet hükümetinin eğitim politikası, ilkokullarda ders olarak yalnızca Türkçenin okutulacağını garanti altına alıyor ve aynı zamanda öğrencilerin ileride normal olarak devlet görevi alacağı için ortaokul, lise ve yüksek öğrenim kurumlarında da eğitim dili olarak Türkçe kuvvetle teşvik ediliyordu. Başka bir deyişle bu, "azınlıkların” zorla "milliyetsizleştirilmesine” yönelik bir program değildi. Devlet dili olan Osmanlı Türkçesi’nin kamu yaşamının tüm alanlarında kullanılması, İttihatçı merkezileşme programı için vazgeçilmez bir durumdu. Dolayısıyla toplumun birliğini hedefleyen İttihat ve Terakki Partisi, sadece 1913’te değil 1908 ve 1909’daki programlarında da eğitim dilinin Türkçe olmasını kabul ederek devletin resmî dilinin tüm Osmanlı uyruklarına öğretilmesini savunuyordu.[22] İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1 Mart 1910 tarihinde hazırlayıp Selanik’te neşrettiği bir risalede bunun gerekçelerini çeşitli örnekler vererek şu şekilde açıklamıştır:[23] "Millet-i Osmaniye; muhtelif din ve milletlere mâlik Türk, Arap, Arnavut, Kürt, Ermeni, Rum, Bulgar ve Yahudi... gibi kavimlerin bir araya gelmesinden hasıl olan heyettir. Bu kavimlerin arasında gerek lisanca ve gerekse din ve mezhepçe ayrılık olduğu hâlde bunların hepsine Millet-i Osmaniye nasıl denir? Filhakika bu muhtelif kavimlerin ayrı ayrı dilleri varsa da birbirlerine meramlarını anlatmak yazmak için bir ikinci lisana muhtaçtırlar. Mesela Ermeni’nin Rum’a meramını anlatması için her ikisinin de birbirlerinin lisanını bilmelerine ihtiyaç var. Bunun gibi Yahudiler Bulgarlara, Sırplara, Araplara dillerini anlatmaları için de aynı ihtiyaç mevcuttur. Bu hâlde Osmanlı memleketinde bulunan bir anasır diğer anasırlara fikrini bildirmek için ayrı ayrı her birinin lisanını öğrenmeğe muhtaç kalır. Buna da imkân yoktur. Bu imkânsızlığın önünü almak için Osmanlıca lisanı vücuda gelmiştir. Osmanlıca öğrenen Arap, Kürt, Türk, Ermeni, Bulgar, Rum...hepsine maksadını kolayca bildirebilir. İşte bu kavimlerin asıl dilleri başka olmakla beraber resmî lisanları birdir, o da Osmanlıca’dır.” İttihat ve Terakki Cemiyeti, resmî dilin Osmanlı Türkçesi olmasını Osmanlı topraklarında yaşayan unsurlara yönelik bir dayatma değil onların ihtiyacı olarak görüyor ve bunun gerekliliğine samimiyetle inanıyordu.
1913’teki parti programında “Mekâtib-i iptidâîye-i umumiye i tâliyede Türkçe’nin yalnız lisan olarak tedrisi mecburî olmakla beraber her mahallin ana lisanı lisân-ı tedris olacaktır. ” denerek yerel dillerde eğitim de güvence altına alınıyordu.[24] Kongrenin siyasî programındaki ilk madde eskiden beri itibar gören tevsi-i mezuniyet hükmü, yani yerel yöneticilere idarî hak ve yetkilerin verilmesiydi. 1913 programında en çok göze çarpan konulardan biri de imparatorluğu ekonomik olarak Avrupa’ya bağımlı kılan kapitülasyonların açıkça kınanmasıydı. Bu durum Araplarla Türkler arasındaki problemi azaltmış, hatta Araplar arasında İttihatçıları destekleyenlerin sayısı hızla artmıştır.[25]
1913 sonrası dönemde, Balkan savaşlarından ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin darbesinden sonra Osmanlı hükümeti siyasetinin giderek daha fazla Türkçü olduğunun iddia edildiği dönemde bile hükümet hâlâ devletin bütünlüğünü korumak için İslamcı tezleri kullanmaktaydı.[26] Türkçülüğün en önde gelen savunucuları da bu fikri İslamcı görüşle birlikte işlediler. Dr. Nazım, Ahmet Rıza Bey ile ilgili bir değerlendirmesinde Ermenilerin en çok çekindikleri ve korktukları adamın Ahmet Rıza Bey olduğunu belirterek “Ermeni gazeteleri okunduğunda Ahmet Rıza Bey’in ne kadar samimi bir Müslüman olduğu görülecektir.”[27] ifadesini kullanmak suretiyle Türkçülük ideolojisini savunanların Müslüman kimliklerini de öne çıkardıklarını vurgulamaktadır.
Osmanlı Türklerinin bir kimlik arayışı içinde olduğunu düşünen Paul Risal’ın, Ağustos 1912’de “Mercure de France” mecmuasında yayımladığı “Les Turcs a la Recherche D’une ame Nationale” adlı makalesi daha sonra tercüme edilerek Türk Yurdu Dergisi’nde yayımlandı. Risal makalesinde; Meşrutiyet’in ilânından sonra Türkçülük fikrinin önem kazandığını belirterek Türk milliyetçiliğinin şoven karakterden uzak ve daha ziyade Fransız milliyetçiliği ile benzerlikler taşıdığını söylüyordu. Risal, Osmanlı aydınları arasında Avrupa’nın bilim ve tekniğinin alınmasına dair tartışmalar yapıldığını ve bu tartışmaların Tanzimat’ın ilân edilmesinden beri devam ettiğini belirterek birçok aydının Müslümanların da gayrimüslimlerin yaptığı gibi Avrupalılaşmaya açık olması gerektiğini savunduğunu ifade ediyordu.[28]
İttihat ve Terakki Partisi’nin 1910’da Selanik’te yaptığı kongrede Türkçülük politikası çerçevesinde Ermenileri yok etme kararı alıp bu kararı planlı olarak uygulamaya koyduğu iddiası ortaya atılmaktadır.[29] Cemiyet1910 Kongresinde; halka hizmet eden bir kuruluş hâlini almakta ve meclisteki grubu ile halk arasında bir köprü rolü oynayacağını söylemektedir. Bu suretle cemiyet ile onun meclisteki grubu (fırka) birbirini tamamlayan fakat sahaları ayrı iki yapı olarak mütalaa edilmektedir.[30] Kongrede, Merkez-i Umumi’nin üye sayısı yediye çıkarılarak Hacı Adil Bey, Doktor Nazım, Eyüp Sabri, Ömer Naci, Ziya, Hayri ve Mithat Şükrü Beyler üyeler olarak belirlendi.[31] Maarife verilen önem vurgulandı, okul sayısının artırılması kararlaştırıldı. Kongre beyannamesinde “Millet-i Osmaniye” vurgusu yapıldı.[32]
Kongrede alınan kararların içeriği ve gayrimüslim ahalinin geleceğiyle ilgili bazı kararlar alındığı iddiası uzun süre Osmanlı kamuoyunu meşgul etti. Hatta bazı Ermeni murahhasları bulundukları yerin valiliğine giderek kongrede alınan kararların gayrimüslim ahalinin durumunu ne şekilde etkileyeceğini öğrenmeye çalıştı. Erzurum Ermeni Murahhasası’nın valilik makamına giderek Azadamart gazetesinde 10 Aralık 1910 tarihinde yayımlanan İttihat ve Terakkinin kongresinde alınan kararlarla ilgili haberin tekzip edilmediğini, buna göre alınan kararların Ermenilerin öteden beri sahip olduğu imtiyazları ortadan kaldırdığını, bunun da Ermeniler arasında hoşnutsuzluğa hatta heyecana sebep olduğunu ifade ederek söz konusu gazete haberini valiye gösterdi. Murahhasa Efendi, okullar ve okulların masraflarıyla ilgili olarak doğrudan doğruya müdür ve öğretmenlerle görüşülmesini ve gayrimüslim okullarındaki öğretmenlerin maaşlarının toptan murahhashanelere değil de doğrudan okul idarelerine verilmesinin kanuna aykırı olduğunu belirtip bu durumun düzeltilmesini talep etti. Ayrıca Muş’ta eğitim müfettişinin Ermeni okullarında Ermeni tarihi okutulmasını men ettiğini, durumun Muş Mebusu Keğam Efendi tarafından Maarif Nazırı’na bildirildiği hâlde müfettiş hakkında işlem yapılmamasının gazetedeki iddiayı kanıtladığını ifade etti.[33]
Bu kongre yabancı ülkelerin özellikle İngiltere’nin ilgisini çekmekteydi. İngiliz Büyükelçinin ülkesine verdiği raporlardan kongrede Osmanlıcılık ve İslamcılık politikasının benimsendiği ileri sürülmektedir. İstanbul Büyükelçisi Lowther tarafından Dışişleri Bakanı Grey’e bildirilen kararlara göre; Makedonya’daki çetelerin ordu gücüyle bastırılıp “İslam Birliği” politikası izlenmesi, Türkiye, Kafkasya, Hindistan ve Mısır’daki Müslüman liderlere güvenerek onlarla işbirliği yapılması gerektiği yönünde kararların öne çıktığı, Jön Türklerin var gücüyle orduyu düzeltmek istese de ekonomik sorunlar sebebiyle bunu başaramadıkları görülüyor.[34] Yine bu rapora göre Osmanlı’nın dış ilişkileri, İngiltere ve Fransa’nın her konuyu para hususuna çekmelerinden dolayı bu ülkelere göre Almanya ve Avusturya ile daha iyiydi ve bu konu da Selanik’teki kongrede konuşuldu. Lowther’ın yıllık raporda bildirdiğine göre İttihatçılar, Kasım ayında Selanik’te Üçüncü yıllık kongreyi yaptılar. Burada genel durumun düzeltilmesi için alınacak başlıca önlemler, jandarma sistemini değiştirmek için gerekli paranın bulunması, Hıristiyan propagandasının durdurulması için ne yapmak gerektiği ve bazı Hıristiyan memurların devlete sadakati konuşuldu. Türk ordusunun; Bulgar Slav Birliği, Yunan Panortodoksluk’u ve Arnavut asilerle baş edecek ve Balkanlarda barışı sağlayacak güce gelmesi gerekiyordu. Kongrede Panislamizm’i yurt dışına yayıp yönetimi İttihat ve Terakki’nin elinde tutmak ve Edirne, Selanik ve Manastır’da ortaya çıkan anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için bazı kararlar alındı. Buna göre;
1- Tüm Makedonya Hıristiyanlarının silahsızlandırılması.
2- Komitecilerle ailelerinin ordu tarafından cezalandırılması.
3- Müslüman göçmenlerin sınırlara yerleştirilmesi.
4- Anti-Hellenik boykotunun Büyük Güçler Girit meselesini çözene kadar devam etmesi, donanma güçlenene kadar bir savaştan kaçınılması.
5- Komiteci Bulgar öğretmen, din adamı ve çiftçilerin sürgün edilmesi.
6- Yeni partiler ve yenilikçi fikirlerin bastırılması.
7- Osmanlıcılık politikasının tam olarak uygulanması için Hıristiyan pro-pagandasının önlenmesi.
8- Panislamizm’in yaygınlaştırılması ve Müslüman ülkelerle yakınlaşma.
9- Anayasal rejime sadık kalma.
10- Bulgaristan, Rusya ve Afrika’dan Müslüman göçmen getirtilmesi.
11- Tüm okulların milliyetsizleştirilmesi ve Türkçenin zorunlu olması.
12- Balkanlarla, ordunun buradaki komitecilerle baş edecek güce gelene kadar iyi geçinilmesi.
13- İtilaf ve İttifak devletleriyle iyi geçinilmesi.
14- Kapitülasyonların kaldırılması.
Büyükelçi, bu kongreden partinin daha güçlü çıktığını, ancak Harbiye ve Ekonomi bakanları arasında ordu bütçesinden dolayı uyumsuzluk ve anlaşmazlık olduğunu ifade ediyor. [35]
İngiliz belgesinde bu şekilde takdim edilen kongre kararları ile Azadamart gazetesinde aynı kongreye atfen yayımlanan metin arasında, bu kararların neden alındığına dair gerekçelere bakılmamasından kaynaklanan bazı farklar bulunduğu görülmektedir. İngiliz raporunda, yeni partiler ve yenilikçi fikirlerin bastırılması yönünde alındığı iddia edilen karar, Azadamart’ta yayımlanan metinde, “İttihat ve Terakkinin nüfuzunu tahrip edip yapılacak ıslahatlara engel olabilecek partilere karşı çıkmak” şeklindedir. Ayrıca İngiliz raporunun 4. maddesinde belirtilen boykotun Yunanistan’ın Osmanlı topraklarındaki emelleri nedeniyle devam ettirilmesi kararlaştırılmıştır. Azadamart’ta yayımlanan metne göre; dış sebeplerden dolayı meydana gelebilecek her türlü olayın önüne geçebilmek amacıyla Makedonya’daki Hıristiyan ahalinin silahsızlandırılması da esas olarak belirlenmiştir. Büyükelçi’nin raporunda 11. maddede ele alınan konu Azadamart’ta, “Dış devletlerin kendi amaçlarına ulaşmak için farklı unsurlar arasında milliyetçi duygular uyandırma çalışmalarının engellenebilmesi için okullarda Türkçenin zorunlu dil hâline getirilmesi, milli duyguların oluşmasını engellemeye çalışıp dini eğitime tahammül göstermesi” [36] şeklinde açıklanmıştır. Bu doğru kabul edilirse hükümet dinî eğitime destek olurken her türlü milliyetçiliğe karşı çıkıyordu. Erzurum Valisi Mehmet Celal, Erzurum Ermeni Murahhasası’nın iddialarını Dâhiliye Nezareti’ne arz etti. Dâhiliye Nezareti, yazıya verdiği cevapta; İttihat ve Terakki Kongresi’nde alınan kararların açık olduğunu ve herkese bildirildiğini, herhangi bir mezhebe ayrıcalık tanıyan hiçbir kararın alınmadığını ve Kanun-i Esasi hükümleri dışında kararlar almanın kimsenin aklına bile gelmediğini ve ayrıca Bulgarca çıkan “Pravda” gazetesinde benzeri haberlerin daha önce de çıktığını ve Merkezi Umumi tarafından tekzip edildiğini, aradan hayli zaman geçtiği için tekrar tekzibine lüzum görülmediğini bildirdi. Ayrıca okullardaki uygulamalarla Patrikhane’nin hukukuna aykırı bir durum olup olmadığının Adliye ve Mezahip Nezareti’ne iletildiği ifade edildi.[37]
İttihat ve Terakki’nin Selanik’te yaptığı kongrenin ardından basında “Osmanlılık” konusu tartışıldı. Ahmet Hilmi, “Osmanlı Ne Demektir?” başlıklı yazısında konuyu şu şekilde ele aldı:[38]
“Osmanlı, Türkiye denilen ülkenin yerli ahalisine denir...Bazılarına göre Osmanlı ve Türk kelimeleri kelimâtı müteradifedendir. Osmanlı demek Türk demektir. Bazılarına göre Osmanlı kelimesi bila kayd-ı şart anasır-ı Müslime demektir. Şu hâlde Osmanlı demek Türkiye’nin yerli Müslim ahalisi demektir. Peki bu çok farklı düşünceler nasıl çözülecek. Bunun yolu; “İttihad-ı Anasır” “Hukuk-ı Anasır” olarak yorumlamaktır. Türkler, (hâkim millet olması) Meşrutiyet’in ilanından sonra “Anasır-ı Müdür” oldular. Müslüman unsurların bu ortamda yok olma tehlikesi yoktur. Araplar ve Arnavutlar, Türkler tarafından itibar görmüş, lisanları korunmuştur.
Bahusus arada dinen dahi iştirak mevcut olduğundan Osmanlı Heyet-i Hâkime-i Müdiresi, Osmanlı hükümeti her asırda bu iki anasırın iştirak ve muavenetiyle teşkil etmiştir. Kürtler için de aynı mütalaa doğrudur. Vatan ve müdafaa-i vatan hakkında anasır-ı Müslime arasında hiçbir ihtilaf fikr-i nazarı yoktur. Yedi asırdır olduğu gibi bundan sonra da vatanı müdafaa icap ettikçe feday-ı cana bil- işaret muhyadırlar. Müslümanlarla Türkler arasında bir ihtilaf yoktur. Arapça lisanı, resmî dil olmasa da dinin dili olduğundan lisan-ı umumî gibidir. Bu yüzden bu lisanın yücelmesine Türkler de çalışmıştır. Arnavut ve Kürtlerin lisanlarını ıslah etmesi Türklere zarar vermez.
Türklerin vatanın idaresindeki en büyük arzusu eskiden olduğu gibi şimdi de Türkçenin tüm unsurlar tarafından öğrenilmesidir. Bunu şart görüyorlar. Bir memlekette resmî ve müşterek bir lisan bulunması zaruridir. Yabancıların lisanlarını öğrenmek mecburiyeti hissedilen şu asırda memleketin lisan-ı resmiyesini öğrenip bu vesileyle şu vatana hizmetten istikafla müsavatı sağlamak ve menafi-i mevcudeden istifade etmemek doğru olamaz.
Peki gayrimüslimler için durum nedir? Din birliği yoksa da bu bugüne kadar problem değildir. Gayrimüslim vatandaşlarımızın şu itirafı yapmaları gerekir. ‘Bu memleket Osmanlı memleketidir. Türk memleketi olmamalı!’ diyorlar. Şüphe yok ki bize göre de Osmanlı(ya) yalnız Türk, Arap, Arnavut, Çerkez, Kürt gibi Müslüman unsurları değil aynı zamanda Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp, Ulah, Musevi gibi gayrimüslim unsurlar da dâhildir. Hiçbir vakit Osmanlılığın vahd-u kıyasası ne Rumluk, ne Ermenilik, ne de Musevilik olur.
Vatan menfaatlerini Türkler gibi düşünmek hususuna gelince, bunu diğer Müslümanların da iştirakinden ziyade Türkiye yerlilerinin nokta-i nazarı demek olan bir hususa gayrimüslim vatandaşlarımızın samimiyetle iştirakleri lazımdır. Bu şart öyle meşrudur ki kabulü hâlinde hiçbir problem kalmaz. Mesela Girit’in elimizde kalması Türkiye’de yaşayan tüm Müslümanların menfaatine iken gayrimüslimlerin de menfaatinedir. Buna karşı çıkılmamalıdır.
Türkler tamamen aradan çıksa bile “İttihad-ı anasır” sağlamak için bir “müsebbib-i ittihad” şarttır. Türkiye’de bu sebep Türklük ve Türklerdir. Bundan ne hâkimiyet ne de tahakküm manası çıkabilir. Ancak bu sayededir ki bir Bulgarla Rum birbirini sevecek, ittihad edebilecektir. Türkler hâkimiyetini Osmanlılık uğruna terk etti. Osmanlılık bizzarure, Türklerin beynelanasır hatt-ı vasıl olmasını Türk lisanının Osmanlı lisanı ve lisan-ı resmî bulunmasını icap eder.
Türkler hâkimiyeti terk ettiler. Bu hâkimiyeti Yunan veya Bulgar fikriyle yücelecek bir anasıra tahsis için terk etmediler. Burası düşünülür ve bu hakkı teslim edilirse ortada tezat kalmaz. O vakit “Osmanlı demek Türkiye’nin her birisi demektir.” hakikati tezahür eder. Çünkü o vakit ırken, lisanen, dinen ayrı, ve fakat vatan-ı müşterekin hakkında aynı hisle mütehassıs adamlardan müteşekkil bir “Osmanlı Milleti” meydana gelmiş olacaktır. Bu hakikati hepimizin düşünmesi lazımdır, fikrindeyiz.”
Kévorkian’a göre; 1909 Anayasası Müslümanlarla gayrimüslimleri kanunlar önünde eşit hâle getirse de bu şerren mümkün olmadığından Müslümanların bunu kabul etmesi söz konusu olamazdı ve gayrimüslimler de bunu bildikleri için Osmanlı olmak istemiyorlardı. Osmanlılık politikasının eşitlik getireceğine inanmıyorlardı.[39] Lewy'e göre; 1910 Kongresiyle ilgili iddiaları devam ettirenler iddialarını sağlam delillere dayandıramazlar. Bu delillerden ilki İngiltere’nin Manastır'daki yardımcı konsolosu Arthur B. Geary’nin elinde olduğu iddia edilen Talat’ın gizli konuşma metnidir. Ancak 28 Ağustos’ta yayınlanan bu metin Osmanlıcılık siyasetinden daha öte bir şey belirtmez. Dolayısıyla Türkleştirme iddialarına kanıt olamaz. Gösterilen ikinci delil ise Erzurum Posta Müdürü ve aynı zamanda kongre üyesi olan Galip Bey’in kongrede konuşulanları yakın arkadaşı bir Katolik Ermeni ve Erzurum Fransız konsolosu yardımcısı olan Dikran Surabiyan’a itiraf etmesidir. Son olarak gösterilen kanıt ise Trabzon Murahhası Naslian’ın anılarıdır. Ancak bu belge ve kanıtların yanlışlarla dolu olduğu ve dayanak teşkil etmeyeceği Taşçıyan, Ternon gibi Ermeni yazarlar tarafından dile getirilir.[40]
Balkan Savaşı’ndan Sonra Osmanlı Aydınlarının Fikrî Yapısı ve Ruhsal Durumu
Balkan Savaşının mağlubiyetle sonuçlanması Müslüman aydınları derinden etkilediyse de onlar arasında bir fikir birliği oluşturamadı. İslamcı aydınlar yenilgiyi “Hıristiyanlığın İslamiyet’e yeni bir saldırısı, Haçlı zihniyetinin bir sonucu” olarak değerlendirmekteydi. Osmanlı aydınları arasında Batıcı fikirleriyle tanınan Abdullah Cevdet Bey, Osmanlı ordusunun Midye-Enez hattına çekilmesi üzerine 13 Şubat 1913’te şu sözleri söyledi:[41] “…..Çatalca’da patlayan topların sesleri kulağıma geliyor. Edirne'ye atılan gülleler göğsümü dövüyor. Bunların cümlesine mukavemet edecek gücümüz yok değil. Fakat beni öldürmek isteyen, amansız pençesiyle beynimi karıştıran bir tereddüt var: Bu tarrakalar, bu darbeler bizi uyandırabilecek mi? Yoksa her zaman ve her devirde olduğu gibi birtakım bal kabakları, Anadolu’ya yegâne saha-i faaliyet-u ifsatları kalmış olan Anadolu’ya yayılarak halka bozgun sebeplerimizi kendi kafalarına göre anlatmaya koyulacaklar mı? Efendim, ceyşi İslâm mağlup olur muydu? Lâkin Allah bize kızgındır. Namaz kılmıyorlar, oruç tutmuyorlar, bahusus ve bahusus zekât vermiyorlar, İstanbul’da hanım kızlar kollarına eldiven takıyorlar ilâh...Hep bunlardan dolayı askerler mağlup oldu diyecekler mi? Halk da İstanbul’ da setre pantolon giyen ve kulaklarını feslerinin altına gizlemeyen ne kadar efendi veya bey varsa cümlesine lanet ve tekfir bombardımanı yaptıktan sonra kemâfi’s sabık: Elmelikullah! diyerek uykularına dalacak mı? Ah beni korkutan bu ihtimaldir. Bulgarların topları değil, Bulgarların topları değil. Bana, cânım Çatalca’da, Edirne’de yangın varken, devletin hayatı tehlikedeyken, hiç Anadolu filan düşünülür mü? demeyiniz. Hayatımızın her anını Anadolu’dan alıyoruz. O bizim kalbimiz, kafamız ve havamızdır.”[42] Osmanlı aydınları ve siyasîleri arasında yaşanan bu tartışmaları bazı tarihçiler farklı değerlendirerek Abdullah Cevdet’in konuşmasını “Türkiye’nin Asya topraklarında çok daha büyük potansiyel tehlikelerden duyduğu kaygıya” bağlayarak açıklayıp bu sözlerin söylendiği günlerdeki siyasî ve askerî durumla partiler arasındaki rekabet ve husumeti görmezden gelirler ve Abdullah Cevdet’in siyasî aktörlere yönelik sözlerinin Ermenilere karşı söylendiğini iddia ederler. [43]
Fikir çatışmaları ve duygusallığın hat safhaya çıktığı bu ortamda, 1914’te Meclis-i Mebusân’ın açılışının yapıldığı törende konuşan Meclis-i Mebusân Reisi Halil Bey şu konuşmayı yaptı:[44] “...Tarihimizin büyük bir hatası vardır. Ondan bu defa kendimizi korumalıyız. Harbetmek kâh muzaffer, kâh mağlup olmak her millete mukadderdir. Başka milletler harben kaybettikleri vatan parçalarını unutmazlar, gelecek nesillerin önünde onları daima canlı tutarlar. Onlarla birlikte felaket sebepleri de daima yaşar. Bu suretle aynı sebeplerin felaketli neticelerinden geleceği korurlar. Bu yüce kürsüden milletime tavsiye ederim: Unutmamasını! Hürriyet ve Meşrutiyet meşalesi nurunun beşiği olan sevgili Selanik'i, yeşilManastırı, Kosova’yı, İşkodra’yı, Yanya’yı, bütün güzel Rumeli’yi unutmamasını tavsiye ederim (Unutmayacağız sesleri). Muallimlerimizden, muharrirlerimizden, şairlerimizden, bütün fikir adamlarımızdan hududun öte tarafında kurtarılacak kardeşler, tahlis edilecek vatan parçaları bulunduğunu bugünkü ve yarınki nesiller önünde, dersleriyle, yazılarıyla, şiirleriyle bütün manevi nüfuzlarıyla daima canlandırmalarını rica ederim. Ancak bu suretle felaketimizi, yenilgilerimizi hazırlayan hataların tekrarından geleceğimizi koruyabiliriz.”
Aynı yazar Meclis-i Mebusân Reisi Halil Bey’in açış konuşmasında vurguladığı “Yaşadıklarımızdan ders çıkarıp aynı hataları yapmamalıyız.” önerisini de aynı yaklaşımla değerlendirmektedir.[45] Bu hatalardan kastedilen ordunun durumu ve hükümetin idarî yanlışlarıdır. Balkan mağlubiyetinden sonra bunlarla ilgili birçok yazı yazılmış[46] ve ordunun durumunu iyileştirmeye yönelik kapsamlı bir çalışma başlatılmıştır.[47]
Türk aydınlarının ise genel olarak Ermeni Islahatı konusuna karşı çıkmadıkları görülmektedir. Islahatın gecikmesinin Büyük Devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda konuya müdahil olmalarından kaynaklandığını düşünenler vardı: Örneğin Yunus Nadi Bey, 13 Şubat 1914’te Tasvir-i Efkâr’da çıkan yazısında şunları söylüyordu:[48] “Hükümet geçen sene bu vakitten beri Anadolu ıslahatını ortaya koymuş, hatta Anadolu’yu altı müfettişlik bölgesine ayırmayı o zamandan tasarlamıştı. Fakat daha sonra mesele Doğu Anadolu Islahatı adı altında beynelmilel bir meseleye dönüştürüldü ve bir senedir bizi oyaladı.
Meselenin bugün gelmiş olduğu nokta başlangıcından pek farklı değildir. Sadece bir yıldır ıslahat konusunda oyalanmış bulunuyoruz. Bu durum elem vericidir. Hâlbuki hükümet ve Osmanlı milleti bu ıslahatı daha samimi şekilde kendiliğinden uygulama niyetindeydi. Avrupalı devletlerin işe karışmasının hiçbir zararı olmadıysa bile ıslahatın bir sene gecikmesi gibi zararı olmuştur.
Avrupalı bazı devletler Hıristiyanlık vesilesine istinaden fuzuli müdahaleler ile meseleyi bazı vilayetlerde nüfus tahriri ile münasafeten temsil esasına riayet olunsun gibi cidden ve hakikaten zaid gayretleri ile memleketimizin bir kısm-ı hayatında alelade hayat cereyanına imkân bırakmamak zihniyetine salik olduklarını ispat etmiş oluyorlar. Hükümetin kendi yapacağı işlerin uluslararası meseleler hâline getirilmesi iyi bir ruh hâlini yansıtmaz.”
Islahatın Osmanlı Devletinin problemlerinin çözümlenmesi için önemli olduğunu ifade eden Türkçülük fikrinin önderlerinden Ahmet Ağaoğlu düşüncelerini şu şekilde ifade etmekteydi:[49] “Bugün elimizde bir proje var. Bunu tatbik edeceğiz. Tarafsız Avrupa devletlerinden celb edilen umumi müfettişlerden yana ümitliyiz. Ümidimizin dayanağı, siyasî ihtirasa bağlı çalışmalardan uzak kalmalarındandır. On sene önce Rumeli ıslahatını Avrupa kontrolü çerçevesinde gerçekleştiren müfettiş ve memurların nasıl bir felakete yol açtıklarını unutmadık. Mösyö Hoff ve Mösyö Westenek’in hüsn-ü niyetinden eminiz. Şarkî Anadolu Vilayâtı bizim için her zaman endişe merkezi olmuştu. En müthiş şekiller orada tahsin eder, diplomatik hâdiseler orada ika u ihtira edilirdi. Hain propagandacılar için bir kitle, bir saha teşkil eylemişti. Bugün bir kabile ayaklandırılır, yarın bir ihtilâf ihdas olunur, hükümet asker sevk eder, bu sevkiyât-ı askeriye de büsbütün başka manalar da tefsîr edilirdi. Fakat bugün, Şarkî Anadolu Vilayâtı’nda bir müfettiş-i umumî bulunacak, hadisâtı yakından tetkik edecek, anasır-ı muhtelifenin münasebât-ı ihtilafiyesini anlayacak, hiçbir ecnebi onun harekât-ı icraatına karşı itiraz edemeyecektir. Şarkî Anadolu ıslahatının tatbiki, Ayestefanos ve Berlin Antlaşmalarından dolayı bizimle Rusya arasında bir ihtilafa yol açan gerginliği de ortadan kaldıracaktır. Artık Rusların bölgeye asker gönderecekleri ile ilgili tehditler kâbil değildir... Şaibe ve şüpheler kalkacaktır…”.
Bu dönemde kamuoyunda Türk unsura daha çok önem verilmesi gerektiği yönünde yayınlar ve talepler arttı. Ancak böyle bir ortamda siyasî bir parti olan İttihat ve Terakki, imparatorluğun bütünlüğünü koruma zorunluluğundan dolayı Osmanlıcı bir politika izlemekteydi ve bunun dışında davranması beklenemezdi.[50]
Gerçekten İttihatçılar tüm Osmanlı unsurunu Türkleştirme çabası içinde miydi? Bu konuda o dönemde yapılan tartışmalara katılan cemiyetin ideologlarından Tanin gazetesi yazarı Babanzade İsmail Hakkı Bey’in değerlendirmesi ilginçtir. Babanzade İsmail Hakkı Bey’e göre cemiyet, Osmanlılığı Türkleştirmek olarak görüyorsa bu, “Granit taşını iğne ile delmeye çalışmak gibi olur.” ki imkânsızdır. Osmanlılaştırmaktan maksat bir cemaate verilen imtiyazları ortadan kaldırmak da değildir. Tam tersine Kanun-ı Esasi’de gayri Türk unsurlara verilen imtiyazlara dokunulmadığı gibi kanunlar birçok kez onların lehine çalıştırılmıştır. Babanzade açısından Osmanlılaştırmak; “Osmanlı Devletinin bütün fertlerine bir Osmanlı kalbi vermek, ortak bir vatan üzerinde yaşayan fertlerin vatana olan borcunu aynı şekilde ödemesi ve dış dünyaya karşı bu birlikteliğin korunmasıdır.” Türkçenin resmî dil olması ise imkânsızlığın sonucudur. Nitekim yazar, “Türkçeyi kaldırırsak hangi unsur vardır ki diğer unsurun lisanını lisan-ı resmî olarak telakki etsin?” diye sormaktadır.[51] Ahmet Rıza Bey’in Türkçülük hakkındaki görüşleri ise şu şekildedir:[52] “Türkçülük; Türkleri, Osmanlıyı teşkil eden halklardan siyaset olarak ayıran, dolayısıyla vahdetimizi ve birbirimize rabıtamızı kıran bir amil olarak düşünülüyorsa, hiçbir zaman Türkçülük gibi güzel bir isimle anamayacağım. Bu fikrin tamamen aleyhindeyim. Bunu kanunlarımıza da mugayir bulduğum gibi, devletin umumi siyaseti içinde zararlı görürüm. Türkçülükten maksat, Osmanlıyı teşkil eden halklar içinde en çok hırpalanmış, hep hamisiz kalmış, mert, asil bir halka, hususi olarak yardım etmek, onun sosyal bakımdan yükselmesine çalışmak, ona ilim ve kültür, servet ve refah getirmek, Türk unsurunun toprağa olan bağlılığını artıracak sebepleri hazırlamak; kısacası Türklerin fikrî ve sosyal seviyelerini, asrımızla ahenkli bir vaziyete getirmekse, bu fikri kabul ederim.”
Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Türk milliyetçiliği fikrinin Osmanlı topraklarındaki dönüşümüne bakmak gerekir. Bu fikrin öncüleri; İsmail Gaspıralı[53], Yusuf Akçura gibi Rusya’dan gelenler ve Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Ömer Seyfettin gibi Osmanlı topraklarında yetişenler olarak iki farklı gruptan oluşmaktaydı. Osmanlı topraklarında yetişenler için Tanzimat’ın ortaya çıkardığı “Osmanlılık” ile “Türkçülük” aynı anlama geliyordu ve Osmanlı Devleti’ne bağlı olarak yaşayan tüm unsurları bir arada tutma amacını taşıyordu. Rusya’da doğup büyüyen aydınlar ise Türkçülüğü bütün dünya Türklüğünün birleşmesi anlamına gelen “Turancılık” olarak görüyordu. Çünkü bir yandan çeşitli milletlerden oluşan imparatorluklar dağılırken bir taraftan da aynı milletten halkların oluşturduğu çeşitli ülkelerin birleştirilmesi için savaşılmaktaydı. Almanya, İtalya ve Romanya bunun en güzel örnekleriydi ve bu örnekler farklı yerlerde yaşayan Türklerin bir araya getirilmesi için ilham kaynağı oldu.[54] Bu düşünce içerisinde zaman zaman sadece Türkçülüğü çağrıştıran söylemlere rastlansa da Ziya Gökalp ve diğerleri buna sıcak bakmadılar. Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde görev alması onun görüşlerini daha önemli kıldı.
Ziya Gökalp ve Türkçülük Fikri
Ziya Gökalp, eğitim, dil ve ortak dine dayanan bir birliktelikten bahsetti. Nitekim Osmanlıların asırlarca devlet politikası olarak uyguladığı “Devşirme Sistemi” dikkate alınırsa Gökalp’in ırkçılığı çağrıştıracak Türkçülük fikrine karşı çıkışının Osmanlı Devleti’nin tarihi yapısına daha uygun olduğu görülür. Türklerin çoğu Arnavut ya da Çerkez köklerini gururla anlatırlar. Dolayısıyla “saf ırk” ya da “üstün ırk” anlayışı taraftar bulamadı. Hâlbuki Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılmış sadeleştirilmiş Türkçe düşüncesi geniş ölçüde kabul görüyordu. YusufAkçura, 1909’da İstanbul’a döndükten sonra buna benzer fikir ayrılıkları ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İttihad-ı Anasır politikası izlemesi sebebiyle Talat Bey ve Ziya Gökalp’in bütün ısrarına rağmen partiye(İttihat ve Terakki) üye olmayı reddetti.[55] Türkçülük, imparatorluk koşullarında bir kültürel milliyetçilik hareketiydi: Yani Türk devletinin olmadığı bir ortamda ortaya çıkmıştı. O hâlde toprak bütünlüğü bakımından Türkçülüğün nereye doğru gideceği tamamen hayali ve açık uçlu bir soruydu. Öte yandan katı Türkçüler bile “Büyük Türkiye” ülküsünün gerçek dışı niteliğini fark etmişlerdi; onların programı, daha çok bir millî yeniden doğuştu, yani siyasî birlik amacı gütmeden tüm Türk dünyasında bir uyanış ve modernleşme işlevini yerine getirmeyi hedefliyordu.[56] Ziya Gökalp de Osmanlı devrindeki Türkçülük hareketinin başarısız olduğunu kabul edenlerdendir.[57]
Türkçülük fikrinin ideologu kabul edilen Ziya Gökalp, “millî vicdan ve şuur” dan söz ederek Türkçülük akımını savunuyordu.[58] Gökalp’e göre Türkçülük, Türklerin kültürel birliğidir. Türkler dışındaki diğer Osmanlı halkları da kendi millî kültürlerin de muhtardır. Kendi edebiyatını, kendi dilini, kendi kültürünü neşredebilir. “Sadece Osmanlı lisanı vardır” demek Türk kültürüyle beraber diğer unsurların kültürünü de reddetmek olur. Ziya Gökalp, “Osmanlı tabiri yalnız devletindir, Devlet-i Osmaniye’ye tâbidir. Fakat Devlet-i Osmaniye içinde Arap milleti, Türk Milleti, Ermeni milleti var. Müteaddid birçok milletler var. Bu, bilakis her milletin milliyetini tasdik ediyor ve Osmanlı Devletinin de kuvvetlenmesini temin ediyor. Çünkü Osmanlı Devleti ancak mütekabil hürmet esasına müstenit bir ittihad-ı anasıra istinat edebilir. Yoksa hepimiz Osmanlıyız, milletimiz yoktur demekle ittihad-ı anasır olamaz. Bilakis bunu unsurlar reddederler.” diyerek Türk olmayan unsurların kendi kültürlerinde özgür olmaları gerektiğini savunur.[59]
Ziya Gökalp’in bütün Türklerin “kültürel birliği” anlamına geldiğini belirttiği “Turan” fikrinden etkilendiği görülür. Hatta 1911’de Genç Kalemler’de yayımlanan Turan manzumesi büyük ilgi görmüştür. Gökalp; “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!”, diyerek “Turan” idealini düşsel bir fikir olarak ortaya koymuştur. Abdullah Cevdet de buna İçtihat’ta “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan!” şeklinde cevap vermiştir. Abdullah Cevdet, Turan fikrinin bir hayal olduğunu, kendisinin Turan’dan Batı medeniyetini örnek almayı anladığını yazdı.[60] Ziya Gökalp 1918’de “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” şeklindeki tanımını Yeni Mecmuanın 51. sayısında yayımlanan “Türkiyecilik ve Türkçülük” konulu makalesinde tekrarlasa da bunun bir hayal olduğunu[61] aynı yıl yazdığı ve vatanı somut olarak tarif ettiği şiiri yazmak suretiyle kabul edecektir. Gökalp, bu şiirde vatanı; dil, din ve amaç birliği taşıyan ve bu yönleriyle de millet olarak tanımlanan insanların huzur içinde yaşadığı yer olarak tanımlar.[62] Öte yandan “Lisan” şiirinde de Türk halklarının Türklüğünü korumuş olan ortak bir Turan dilinden söz etmesi, siyasî yayılma amacı taşımadığı gibi, manevi bir birlik duygusu ve dil, edebiyat, kültür bakımından benzeşme dışında somut bir birleşme de öngörmediğinin delilidir. Gökalp, Türklük ile ilgili olarak yazdığı şiirlerinde yabancı düşmanlığına yer vermez.[63]
Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesinden sonra açılan ve Türk milliyetçiliği fikrini savunan derneklerle bunların yayın organlarının genellikle dil ve eğitimde birliği savundukları, özellikle dilde sadeleşmeyi temin etmek için çalışmalar yaptıkları ve bu çalışmalarını bütün Osmanlı tebaasını bir arada tutmak için yaptıkları görülür. Çünkü Fuat Köprülü, İzzet Ulvi gibi Türkçülere göre Osmanlıcılığı temin etmenin tek yolu Türk milliyetçiliğinden geçiyordu. Onlar, kendi millî benlikleri oluşan unsurları Türk milliyetçiliğini idrak etmeden anlamanın imkânsız olduğunu savunuyorlardı. Dolayısıyla Türkçülerin hiçbir çalışmasında diğer unsurları dışlayan bir anlayış yoktu.[64] İzzet Ulviye göre Türklük, Osmanlıları birbirine bağlayan büyük bir bağdır. Söylenenlerin aksine Türklüğe çalışmak Osmanlılığın mühim bir uzvunun güçlenmesi ve Osmanlılığa büyük bir hizmet olacaktı.[65]
Türkçülük fikrinden etkilenen aydınların bunu Osmanlılığın en önemli bağı olarak görmelerinin önemli kanıtlarından biri de bazılarının etnik kökenlerinin Türk ırkından olmayışıdır. İttihatçıların sadrazam olarak atadıkları Sait Halim Paşa Arap,[66] cemiyetin kurucularından Mehmet Reşit Çerkez, Abdullah Cevdet ise Kürt’tür. İdeolojinin fikir babası Ziya Gökalp’in de Diyarbakır doğumlu olmasından dolayı Kürt olduğu yönünde iddialar vardır. Gökalp, İstanbul’a gittiği ilk yıllarda Diyarbakırlı olmasından dolayı kendisine Kürt dendiğini, o güne kadar aile büyüklerinden buna dair herhangi bir şey duymadığını, ama yine de şüpheye düşerek araştırdığını söyler. Kültürel ve mezhepsel yönden kendi ailesinin durumunu ve Diyarbakır bölgesinin yapısını inceler. Bunun sonucunda Diyarbakır ahalisinin Kürtçeye benzeyen ama Türkçeye özellikle Azerbaycan şivesine daha yakın bir dil kullandığını, ancak bu dili sadece Kürtlerle iletişimlerinde kullandıklarını, kendi aralarında ise tamamen Türkçe konuştuklarını tespit eder. Gökalp ayrıca Kürtlerin büyük kısmının Şafii mezhebine inandığını, kendi ailesiyle beraber Diyarbakır’ın büyük kısmının Hanefi mezhebinden olduğunu ifade eder ve Türklüğünden asla şüphesi olmadığını da ekler.[67]
İttihat ve Terakki’nin, devletin yönetici kadrosundan ve farklı unsurlardan üyeleri vardı. Bunlar arasında Türklerin yanında Arap ve Arnavutlar bulunmaktaydı. İstanbul’un önde gelen eğitim kurumlarından mezun olanların çoğu anayasanın yürürlüğe konmasını, sultanın yetkilerinin kısıtlanıp reformlar yapılmasını istiyorlardı. Bu yönde oluşan platform o kadar genişti ki radikal Taşnak milliyetçileri için bile yer vardı. Ancak bu birlikte yol almanın sonuçlarının ne olacağı belli değildi. Merkeziyetçi yönetim anlayışının devam edip etmeyeceği, bölgesel yönetim talepleri ve kültürel çeşitliliğin nasıl uzlaştırılacağı belli değildi. Bu sorular Jön Türkler arasında daha iktidara gelmeden ayrışmaya sebep olacak kadar derin ve büyüktü. Bu nedenle İttihat ve Terakkinin önde gelen isimleri, imparatorluğun modern ve güçlü bir yapıya dönüşmesinin kitleler arasındaki ayrışmayı durdurup vatanseverlikle ve kendi kimlikleriyle hükümette yer alabilecekleri anlayışını geliştirdi. Bu da Osmanlıcılık, yani imparatorluk içindeki çeşitli unsurların kimliklerinin eşit olmasını savunan bir görüştü. Böyle bir kimlik için etnik ve dinsel açıdan arındırılmış bir kültürel yapının nasıl kurulacağı belirlenemedi.[68]
İttihatçıların İdeolojileri
İttihatçıların ideolojik görüşleri içinde temelleri Yeni Osmanlılar tarafından atılmış olan Osmanlıcılık en önemli yeri tutuyordu. Meşrutiyet yönetimi çerçevesinde Osmanlı Devletinin tüm halklarının aynı düşünce etrafında birleşmesi düşüncesi İttihatçıların ezici çoğunluğu tarafından kabul görmekte ve bu cemiyet tarafından her fırsatta dile getirilmekteydi.[69] Buna göre, “Şura-yı Ümmet”, “Meşveret” gibi yayın organlarında Osmanlı unsurlarının vatanseverlik heyecanıyla bir birlik oluşturması, Müslim ve gayrimüslim halkların politik sorunların çözümünde görüş birliğine varmalarının temini için çaba harcanması yönünde yayınlar yapılarak “ortak vatan” konusuna vurgu yapılıyordu. Örneğin Samipaşazade Sezai Bey, Şura-yı Ümmet’te; tüm imparatorluk halklarının bir tek vatanları olduğunu belirtiyor ve “Aynı gök altında doğmuş, aynı iklimde büyümüş, aynı havayı solumuş yüreklerin, tehlikeden kaçıp sığınacakları, acılarını dindirecekleri yer vatanın sinesidir.” diyordu.[70] Gökalp, “31 Mart olayından sonra Osmanlıcılık fikri eski nüfuzunu kaybetmeye başladı. Vaktiyle Abdülhamit’e “İslam İttihadı” fikrini vermiş olan Alman Kayseri bu fırsattan istifade ederek Sultanahmet Meydanında bu fikri işleyen bir miting yaptırdı. Bugünden itibaren memleketimizde gizli “İttihad-ı İslâm” teşkilatı yapılmaya başladı. Genç Türkler Osmanlıcı ve İttihad-ı İslamcı olmak üzere iki muarız kısma ayrılmaya başladılar.” diyerek Meşrutiyet’in ilânından sonra ülkenin fikri yapısının oluşmasında bile dış mihrakların etkisini anlatmaktaydı.[71]
İttihat ve Terakki Partisi’nin 1910’da Selanik’te yapılan kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılan Ziya Gökalp, Merkez-i Umumi’ye atandı ve bu görevi aralıksız olarak sürdürdü. Dolayısıyla İttihatçılar onun fikirleriyle tanışıp etkilendiler. Hatta bazı ileri gelen İttihatçılar, özellikle Enver Paşa Türkçülük fikrini savunan bazı cemiyetlere maddi ve manevi destek sağladı. Ama bu durum izlenen Osmanlıcılık ve İslamcılık fikrini temel alan devlet politikasını değiştirmedi. Ziya Gökalp’in 1908—1918 arasında kültür ve eğitim konularında partinin en önemli ideologu olduğu doğruydu ama o, hiçbir zaman parti politikasını belirleyenler arasında yer almamıştı. Zaten onun siyaset kuramı da tümüyle anlaşılmış olsaydı bile, uygulamaya dökecek nitelikte sayılmazdı. Siyasî kargaşa, ideolojik bölünmeler, partilerin çokluğu ve kültürel-psikolojik kararsızlıklarla şaşkınlıkların hâkim olduğu bu yıllarda, İttihat ve Terakki Partisi de bir sürüklenme içerisindeydi. İktidarının ilk yıllarında eski dönemin bürokratlarıyla ittifak yaparak gücünü pekiştirmeye çalıştı. Dolayısıyla İttihatçılar birlik görüntüsü vermekten uzaktı ve partide ciddi iç bölünmeler yaşanmaktaydı.[72] Sonuçta iki farklı milliyetçilik biçimi İttihat ve Terakki Partisi’nin bünyesinde birleşti: “Devlet çıkarlarını dikkate alan bürokratik türde milliyetçilik ve sivil toplumdan çıkmış “millet”sorununa daha duyarlı bir milliyetçilik.”[73]
İttihat ve Terakki Partisi’nin siyasî ideolojisi hiçbir zaman kesin bir devrimci ve milliyetçi biçim alamadı. İmparatorluktaki halkların temsilcisi olmak isteyen bir parti olarak “yamalı bir ideoloji” ile yetinmek zorunda kaldı. İdeolojisinde Türk milliyetçiliğine de yer vermekle birlikte bunu partinin genel doktrini hâline getirmedi.[74]
Yönetimdeki etkisini her geçen gün daha fazla hissettiren İttihat ve Terakki Partisi’nin, kendisine muhalif grupları bastırarak takip ettiği eşitlik prensibine dayanan Osmanlıcılık ideolojisinden vazgeçip Türkçülük ve İslamcılık siyaseti izlemeye başladığı[75] görüşünde olanlar varsa da devlet tarafından desteklenen ve uygulanan politika pan-İslamizm ve Osmanlıcılıktı; genelde belirtildiği gibi Türk milliyetçiliği değildi. İttihatçı çevrelerde artan bir milliyetçi bilinçlenme vardı ve bu, Yusuf Akçura’nın etrafında toplanmış Türk Ocağı ve onun yayın organı Türk Yurdu Mecmuası etrafında toplananlar tarafından temsil ediliyordu. Ancak bu grup düşüncelerini çok açık ifade edebilse ve özellikle basında sesi çok duyulsa da hükümet uygulamalarında, özellikle hükümetin dış politika ideolojisi üzerinde etkisizdi. Bunun sebebi sadece kısmen pragmatikti ve daha çok hem yönetici seçkin sınıfın hem de seferberlikte olan genel halk kitlelerinin bilinç düzeyiyle ilgiliydi. İmparatorluktaki halkın büyük kısmı Müslüman’dı ve henüz simgeleri olmayan milliyetçilik yerine dinî dayanışma isteğinden daha kolay etkileniyorlardı. Halifelik ve saltanatı kuşaklardır birleştirmiş olan Osmanlı Hanedanı’nın sahip olduğu büyüleyici özellik de dinî çağrıları kolaylaştırıyordu- [76]Türk milliyetçiliğini esas alan Türk Ocağı’nın yayın organı Türk Yurdu’nda, Akçumoğlu* imzasıyla yazılan bir yazı, İttihat ve Terakki’yi “...sırf Türklük esası üzerine kurulmuş bir fırka-i siyasîye teşkilini, menfaat-i vatan ile kabil-i telif görmüyorlar.” sözleriyle eleştirmektedir.[77]
Bu ideoloji; millî devletlerini kurma konusunda Sırp, Bulgar, Yunan milliyetçilerinin başarılı savaşlarını örnek alan unsurların, Osmanlı Devleti’nden ayrılma eğilimlerine karşılık Meşrutiyet’in ilan edilerek kardeşlik ve eşitlik gibi ne getireceği belli olmayan kavramların vaat edilmesiyle vazgeçebilecekleri kadar birleştirici değildi. Ancak İttihat ve Terakki’nin 1907 Kongresi, ayrılıkçı emelleri olan partilerle geçici de olsa ittifak yapmakla sonuçlandı.[78] Bu, “İmparatorluğun dokunulmazlığı ve bölünmezliği” fikrini savunan İttihatçılar için çok önemli bir adımdı. İttihatçılar, devletin ekonomik ve siyasî açıdan bağımsız olabilmesi için yabancıların Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmalarının önüne geçilmesi ve kapitülasyonlara son verilmesi düşüncesini savunuyorlardı. Sayıları az da olsa cemiyet üyelerinden bazıları “Türkçülük” ile ilgili fikirler ortaya koyuyorlardı. Ama bu siyasî olmaktan çok kültürel amaçlar taşıyan bir görüştü.[79]
“Türkçülük mü? Osmanlıcılık mı?” tartışması Birinci Dünya Savaşının sona ermesinin hemen ardından Türk basınının en çok zaman ayırdığı konulardan biri oldu.[80] Aynı dönemde çıkarılan İstikraz Kanunu (İç borçlanma)’ndan devletin farklı etnik ve dinî grupları arasındaki bağları sıkılaştırma imkânı vermesini bekleyenler de vardı. İmparatorluktaki azınlıkların, Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin istikraza gösterdikleri aşırı ilgi nedeniyle Osmanlı Devletine bağlılıklarını ifade etmelerini uman Yunus Nadi istikrazın, “Ortak bir vatanın, ırk ya da din farkı gözetmeksizin ortak evlatlarının mucizesi” anlamına gelebileceğini düşünmekteydi. Bu dönemde en çok söylenen söz “İstikraz, Osmanlı Milleti için bir imtihandır.”[81] idi.
Türkiye’de çeşitli fikirlerin tartışılması neredeyse Tanzimat Fermanının ilan edildiği döneme kadar götürülebilir. Bu fikirlerin uygulanabilirliği yöneticiler tarafından nasıl karşılandıklarıyla ilgilidir. Sadrazam Said Halim Paşa, genelde İslamcı bir ideolojiyi benimsiyordu. Türkçülük fikrinin ortaya koyduğu esaslara ise karşı çıkıyordu. Ona göre; “Milliyetçilik genelde milletlerarası özelde ise Müslümanlar arasındaki ilişkileri engelleyecek boyutlarda olmamalıydı. Sadece kendi milleti için çalışıp üretmek bireysel bencilliğin millileştirilmesi demektir. Millet nasıl fertlere çok şey kazandırıyorsa milletler arasındaki bir yakınlaşma ve dayanışma da milletlere çok şey kazandıracaktır.”.[82]
“Enver Paşa, Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu fikirlerin neresindedir?” sorusuna Şevket Süreyya’nın cevabı şu şekildedir:[83] “Enver Paşa ne Türkçü ne de Turancıydı. Çünkü o her şeyden önce Osmanlıcıydı. Hâlbuki Gökalp Osmanlılığı eritir. Enver Paşa, yalnız Harbiye Nazırı ve Genelkurmay Başkanı değildir. Aynı zamanda Başkumandan vekilidir. Yani ordu onun elinde ve emrindedir. Memleket ise artık Birinci Dünya Savaşına girmiştir. Kaldı ki Enver Paşa’nın iktidarı yalnız bu kadarla da kalmaz. Enver Paşa demek artık ve aynı zamanda İttihat ve Terakki demektir. İttihat ve Terakki’nin adı ise Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Fazla olarak da Padişah, aynı zamanda halifedir. Yani bütün dünya Müslümanlarının dinî reisidir. O hâlde Osmanlı hükümeti aslında Osmanlıcı-İslâmcı bir devlettir. Nitekim Enver Paşa da hem Osmanlıcı hem de İslâmcıdır. Nutuklarında yazılarında Türkçülüğün Turancılığın adı geçmez.” Talat Paşa, cemiyet içinde liderlik ve kişilik özellikleriyle herkesin takdir ve sevgisini kazanmış biri olarak öne çıkmaktaydı.[84]
Mondros Mütarekesi’nden sonra Türkiye’de yönetim mevkiinde bulunanlar ve diğer bazı İttihatçılar Ermeniler tarafından öldürüldü. Ermeniler, ilişkilerin bozulmasının sorumluluğunu İttihatçılarla birlikte Türkçülük ideolojisini savunanlara yükleyip onlardan bazılarının ölüm şekillerini bile yanlış ele almaktadırlar.[85]
Balkan Savaşları’ndan sonra da Türkçü ideolojiyi savunanların temel tezlerinde bir değişiklik olmadığı Ziya Gökalp’in bazı sözlerinden tespit edilebilir. Gökalp, Balkan Savaşlarından sonra 1913 yılında “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak[86]” adını verdiği bir yazı dizisi yayınladı. Gökalp, yazısında Tanzimat aydınlarının “Osmanlı Ulusu” oluşturmak için yanlış yol seçtiklerini vurgulayıp “ Osmanlılıktan maksat ‘devlet’ ise zaten her Osmanlı tebaası bu devletin bir ferdi idi. Yok, bundan maksat lisanı Osmanlıca olan yeni bir ‘millet’ yaratmak idiyse Osmanlıca Türkçeden başka bir şey olmadığı için bu yeni millet başka nam altında bir Türk milleti olacaktı...Bu Tanzimat tuzağına yalnız Türkler düştü.” diyerek Türkler ulusal kimlik kazanırlarsa çeşitli uluslar arasında itilaf sağlanabileceğini savunmaktaydı.[87] Ziya Gökalp, adı geçen yazı dizisinde şunları söylüyordu: “Acaba Türklerde milliyetçilik duygusunun uyanmasından fayda mı, yoksa zarar mı doğdu?” sorusunu sorduktan sonra şu şekilde cevaplamaktadır: “Hiçbir zararını gören ve gösteren yoktu; faydaları ise sayılamayacak kadar çoktur: Türkçenin yalınlaşması, dilbilgimizin yabancı kurallardan kurtulması,.millî uyanışla birlikte onun ayrılmaz bir parçası olan dinsel bir uyanışın başlaması, bağlı olduğumuz ümmetle beynelmilelliğin belirlenmesi, ekonomi, millî spor ve millî ahlakın gelişmesi, gençlerde bir ülkü uğrunda ölmek duygusunun doğması, diğer uyruklarla ortaklık duygusu dolayısıyla anlaşabilmenin kolaylaşması, her birey tarafından millî sorumluluğun duyulup üstlenilmesi. Türk kavmi kendini anlar anlamaz, Arapların gelişmek için ihtiyaçlarının ne olduğunu anladı. Öteki uyrukların ihtiyaçlarını da ancak bu yeni anlayışın ışığıyla görecektir.” Gökalp, Türkçülüğün Osmanlılığın karşıtı değil en büyük yardımcısı olduğunu savunuyordu.[88] Onun bu görüşleri, İttihat ve Terakki hükümeti tarafından desteklenmese bile İttihat ve Terakki Partisi içinde destek gördü.[89]
İttihat ve Terakki Partisinin, 1913 yılında yapılan kongresinde Ziya Gökalp’in “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” formülünün benimsendiği ve bunun da Türk Yurdu yazarlarınca sevinçle karşılandığı görülür. Türk Yurdu aynı zamanda İttihat ve Terakki’nin aynı kongrede tartıştığı, özellikle sadrazam ataması ile ilgili bazı hususları, Padişahın yetkilerini kullanamayacağı endişesinden dolayı eleştirmektedir.[90]
Türkçü Dernekler ve Osmanlı Hükümetinin Türkçü Derneklerle İlişkileri
İttihat ve Terakki Partisinin Genç Kalemler, Türk Derneği,[91] Türk Yurdu gibi derneklere destek olmasının en önemli sebebi Meşrutiyet’in ilân edilmesinden sonra ortaya çıkan karşı devrim hareketi ve güçlü muhalefet partilerinin kurulmasıydı. İttihatçılar bu koşullarda Meşrutiyet’in önemini kavrayacak gençlerin yetiştirilmesi yoluyla asıl devrimin toplumun zihniyetinde yapılmasını arzuluyordu. Türk Ocağı’nın, 25 Mart 1912 tarihinde kurulduğu, Tanin gazetesinde mesul murahhas Halis Turgut tarafından kamuoyuna duyuruldu. Kültürel, sosyal ve ekonomik alanda gelişme kaydedilmesine yönelik çalışmalar yapan Türk Ocağı’nın 1913’ten başlayarak düzenli toplantı, konferans, konser vb. faaliyetlerle daha fazla kitleyi çektiği ve bu yüzden daha büyük bir mekâna taşındığı görülür. Bu dönemde Türk Ocağı’nın amaçlarını açıklamada en önemli kaynak olan Türk Ocağı’nın Nizamnâme-i Esâs-ı Dâhilisi’ne göre “Cemiyetin maksadı, akvâm-ı İslamiyye’nin bir rüknü mühimmi olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve ilâsıyla ırk ve dilinin kemâline çalışmaktır.”[92] Görüldüğü gibi Türk Ocağı Nizamnamesi’nde özünde Türklerin her anlamda geliştirilmesi amaçlanmakla birlikte, Türkçülük, Osmanlıcılık İslamcılık akımlarının henüz ilkelerinin bulanık, amaçlarının açık olmadığı bir dönemin izleri hissedilmekte ve Türk unsuru ancak “akvâm-ı İslamiyyenin bir rükn-ü mühimmi” olarak tanımlanmaktadır. Türklerin vatanı konusunda ise Ahmet Ağaoğlu, “Hayal kadar vâsi ve yine hayal kadar müphem olan Türk âleminin hudud-u hakikiyyesini çizmekten müşkül bir şey yoktur.(...) Fakat biz bugünkü Türk aleminin hududunu, yalnız Türk unsurunu havi, Türk medeniyeti, Türk hayatı, Türk tarz-ı maişeti ile geçinen memalik dairesinde arayacağız.” diyerek vatanı oldukça geniş sınırları olan bir coğrafya şeklinde tanımlamaktadır. Bu dönemde zaman zaman Türklere yönelik atıflar yapılsa da Türk olmayanları eritme yönünde bir eğilim yoktur.[93]
Türk Ocağı Nizamnamesinin dördüncü maddesi, “Ocak maksadını tahsile çalışırken sırf millî ve İçtimaî vaziyette kalacak, asla siyaset ile uğraşmayacak ve hiçbir vakit siyasî fırkalara hâdim bulunmayacaktır.” şeklindedir. Türk Ocağının bu ilk döneminde çeşitli siyasî partiler ve özellikle İttihat ve Terakki Partisi ile ilişkileri konusunda farklı görüşler vardır ve bu görüşler temelde iki tez üzerinde yoğunlaşmaktadır: Türk Ocağı ile İttihat ve Terakki Fırkası arasında organik bir ilişkinin varlığını savunan görüşe göre, Ocaklar bu partinin ideolojik alandaki rehberliğini üstlenmiş ve onun maddi ve manevi desteğinden yararlanarak büyük kentlerde şubeler açmayı başarmıştır. İkinci yaklaşıma göre ise Türk Ocağı bu ilk faaliyet döneminde iktidar partisi karşısındaki göreli özerkliğini korumayı başarmış, hatta Türkçülük anlayışı ile farklı bir konuma sahip olmuştur. İttihatçıların Türk Ocağına nüfuzu daha çok Ziya Gökalp ve Hüseyinzade Ali vasıtasıyla oldu. Yönetim kadrolarına girmeyi başaran bazı İttihatçıların varlığına rağmen Türk Ocağı kurucularının İttihatçılardan bağımsız hareket etmeye çalıştıkları, hatta Yusuf Akçura’nın ocağın bağımsızlığını korumak için de İttihat ve Terakki Partisi’ne üye olmaktan kaçındığı görülür.[94]
İttihat ve Terakki Partisi’nin Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı içinde açıkça siyasal Turancılık ideolojisine yönelmesi sonucunda Türk Ocağı’nın savunduğu Türkçülük fikrinin de ideolojik bir mahiyet kazandığı iddia edilse de ocak ileri gelenleri partinin nüfuzu altına girmemek için büyük mücadele verip o ince çizgiyi korumayı başardılar.[95] Taha Parla, Niyazi Berkes gibi Ziya Gökalp ile ilgilenen tüm araştırmacılar onun ırkçı ve siyasî yayılmacı bir görüşü olmadığını söyler.[96] Heyd, Gökalp’in fikirlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulamaya konduğunun altını çizer. Heyd’e göre Gökalp, İttihat ve Terakki Partisi’nin siyasî bir üyesi olarak sosyal, kültürel ve siyasî programlarla ilgileniyordu ve bu çerçevede kurulan derneklerin gelişiminde büyük rolü oldu. Gökalp ayrıca başta Ermeniler olmak üzere azınlıkların taleplerini araştırdı.[97] Gökalp, bir parti lideri ya da bir ihtilalcı değildi. O, bu inkılâbın gerçekleşmesini isteyen bir partinin içinde bir fikir adamıydı. İnkılâp gerçekleştikten sonra da memlekette yeni bir hayat yaratmak isteyenlerden ayrılmayarak onlara, doğru yolu göstermeyi hayırlı bulduğu için iktidar mevkiindekilerle beraber oldu. Yoksa iktidar mevkii için çalışmadı. Hiçbir zaman kabineye girmeyi amaçlamadı. Onun tek amacı fikirlerinin gerçekleşmesiydi. Aktif politikada doğrudan yer almamış siyasetçilerle arkadaş olmuş ve Merkez-i Umumî’de ancak gençlik teşkilatına memur edilmiştir. Ne iç ne de dış siyasete karışmamıştır. Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’nin maaşlı memuru durumunda da değildi. Fikirlerini açıkça söylerdi ve faaliyetlerinde tamamen serbestti. Bu da kendisine duyulan güvenin bir sonucuydu.[98] Gökalp daha sonra 1919 yılında İngilizler tarafından tutuklandı ve Ermeni tehciri ile ilgili olarak işgal mahkemesi tarafından yargılandı. Onun suçsuz olduğu mahkeme tarafından kabul edildi.
Türk milliyetçiliğini savunan Genç Kalemler, Türk Derneği ve Türk Yurdu dergilerinde yer alan yazılarda daha çok dilde sadeleşme ve Türk kültürüne yönelik yazılar yayınlandığı, bilhassa Ermenileri konu alan bir tek yazı dışında yazı yazılmadığı dikkate alınırsa, bazı yazarların daha önce bahsedilen iddialarının tarihi dayanaktan yoksun ve mesnetsiz olduğu açıkça tespit edilir. 1913 yılında Türk Yurdu dergisinde yayımlanan “Ermeni Millî Şenlikleri” başlıklı bu yazıda;[99] “Anadolu hayatı için pek mühim bir sene olan miladın 1913'üncü yılı Ermeni harfleri icadının 1500’üncü ve Ermeni tabaatının 400’üncü sene-i devriyesine rastgeliyor!...Milletlerin tekamül ve inkişafında, jübileler (sene-i devriyeler)in ciddi faideleri muhakkaktır: Jübile günlerinde millet, maziye icra-yı nazar ederek kat’olunan mesafeyi, gelip geçen vekayii hatırlar; haldeki iktidar ve faaliyetinin derecesini ölçer; istikbâle dair tasavvurlarını, emellerini kuvvetlendirir ve yayar...
413-1513-1913! Bu tarihi rakamlar etrafında, Osmanlı Ermenilerinin üç beş gün evvel yaptıkları şaşalı şenlik, ihtimal ki Ermenistan’ın Bizans ve İran arasında muhafaza-i muhtariyet ettiği devirden beri görülemeyen bir hava-yı serbesti ve cesaretle muhat idi. O hava-yı serbesti ve cesarete hak kazanabilmek için, Ermeni vatandaşlarımızın pek çok çalışmış ve çalışmakta bulunmuş olduklarını itiraf zaruridir... ” yorumu yapıldıktan sonra yazının geri kalan bölümünde şenlikler tasvir edilmiştir: “Halkpek çok ve pek şendi. Ermeni milletinin en aşağı tabakalarına kadar vicdan-ı millî nüfuz etmiştir. Kılık ve kıyafetlerinden balıkçı, kayıkçı, tulumbacı zannolunan kimseler bile şenliğe anlayarak, duyarak, ümitler, emeller besleyerek iştirak ediyorlardı. Kilisenin tesavir-i mukaddese bulunan mahalline bir perde çekilmiş ve böylece kilise kiliselikten çıkarılıp bir nevi konferans salonu hâline getirilmişti. Perdenin üzerine allı, mavili bir resim yapıştırılmıştı. Daha aşağıda çelenkler, resim levhaları dizilmiş ve onlar etrafına kıpkızıl gömlekli küçük çocuklar toplanmıştı. Bir bando mızıka, ilahiler, marşlar ve hatta valsler terennüm ediyordu.. .Perdeye toplu iğneyle yapıştırılan allı mavili resim, “Mayı Hayastan” yani Ermenistan şehri arması imiş. Aşağıdaki resimler, Ermeni harflerini icat eden zatların resimleri imiş. Çelenk onların şerefine komuş imiş. Kızıl gömlekli çocuklara gelince, devr-i sabıktaki Ermeni vaka-i müessifesinden beri bazı mektep çocukları böyle kızıl gömlek giyiyorlarmış.
Kilisekapısı önüne jübileye mahsus kartpostallar, risaleler, resimler, kokartlar, kurdeleler satan adamlar sıralanmıştı. Hepsinden aldım. Kartpostalların bazılarında harf ve matbaa mucitlerinin resimleri, bazılarında ise üstüne koca bir taç giydirilmiş “Ma-yı Hayastan” ile yedi Ermeni kralının muhteşem tasvirleri vardı. Kurdeleler kırmızı ve mavi renklerde idi. Halkın çoğu bu kurdelelerden takmıştı ve oralarda dolaşan vatandaşlarının bayramlarına samimiyetle tok, hâr-ı mütebessim ve mesut çehresinden pekiyi anlaşılan bir Türk komiser efendi bile resmî kaputunu o kurdelelerle tezyin eylemişti. ”
Bu manzara, Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne bağlılığının neredeyse tamamen sona erdiğini ve kendi millî devletlerini kurmak için hazır olduklarını ortaya koymasına rağmen bu yazı ile Türk Yurdu yazarları Ermeni milletinin kendi millî değerlerine verdiği önemi gıpta ile karşılamaktaydı.
Sonuç
Jön Türkler içerisinde farklı din, ırk ve farklı dünya görüşlerine mensup insanlar vardı. Jön Türk hareketinin başlangıcında “Türk Milliyetçiliği” bir ideoloji olarak öne çıkmamaktaydı. Hatta kamuoyunun desteğini kazanmak için Islamî söylemlerin daha çok kullanıldığı görülmektedir. Jön Türkler, farklı fikir akımlarından hepsinden de aynı anda etkilenebilmişlerdir. Çünkü onlar için kendi benimsedikleri fikirler değil devletin problemlerinin çözümlenmesi en önemli konuydu.
Türkçülük kavramı Osmanlı aydınları için çok yeniydi. “Türk” olmanın Türkçe bilme dışında herhangi bir ayrıcalık getirmediği kabul edilen bir durumdur. Dolayısıyla son derece sınırlı sayıda aydın tarafından ortaya atılan ve daha çok Balkanlardaki gelişmeler ve Rusya’nın Panslavizm akımına cevap şeklinde ortaya çıkan bir akımdır. Öte yandan milliyetçilik hareketleri Osmanlı Devleti’nin en büyük düşmanı olarak kabul ediliyor, devletin varlığını devam ettirebilmesi için millî hareketler onaylanmıyordu. Devletin devamı ve birliğinin sağlanması için “Ortak dil” yani Türkçe en önemli vasıta olarak kabul edilmişti. Zaten öteden beri devlet memuru olmanın en önemli anahtarı Türkçe bilmekti. Bu iletişim sağlamak için zorunlu görülen bir durumdu. Öte yandan Osmanlı unsurlarının kendi dillerini, devlet desteğiyle açtıkları okullarda öğretmelerinin yolu açıldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, bazı kongrelerinde gayrimüslim unsurların Türkleştirilmesiyle ilgili kararlar aldığı bu kongrelerin yapılmasından hemen sonra bazı gazetelerde öne sürülmüş, ancak cemiyet bunu derhal yalanlamıştır. Ancak bu iddialar aralıklarla devam ettirilmiş, hatta günümüze kadar ulaştırılmıştır. Bu da iddiayı ortaya atanların kendi ayrılıkçı amaçlarını meşrulaştırma gayreti içine girdikleri izlenimi uyandırmaktadır. İddiaların temelinde o dönem gazetelerinde yazılan bu haberlerin yer alması ve cemiyetin yayınladığı tekzip metinlerinin görmezden gelinmesi nedeniyle iddia dayanaksız görünmektedir.
Türkçülük fikrini savunan aydınlar arasında görüş birliği yoktu. Bazıları bundan Osmanlı Devleti’nin varlığının korunmasını anlarken bazıları Türklerin kültürel birliğini anlıyordu. Bu akımın öncülerinden Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Partisi’nde aktif görev aldı. Ama Yusuf Akçura, görüşlerine müdahale edilebileceği gerekçesiyle bundan şiddetle kaçındı. Ziya Gökalp, Türkçülük fikrinin güçlenmesinin Osmanlı bünyesindeki diğer kültürlerin serbest olmasıyla gerçekleşebileceği görüşünü ve Türklerin kültürel birliğini savundu. Ziya Gökalp ve bazı Türkçüler, Türkçülükle ilgili çalışmaların Osmanlılığı güçlendireceğine inanıyordu.
İttihatçılar ideolojik olarak Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirlerini savundu ve buna uygun bir siyaset yürüttüler. Parti içerisinde Türk Milliyetçiliğini savunanlar olsa da bu hiçbir zaman partinin siyasi doktrini hâline gelmedi. Dolayısıyla uygulanma şansı bulmadı.
KAYNAKÇA
Arşiv Belgesi
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA); Dâhiliye Siyasi (DH. SYS), 53/7, lef 1-3, (1329 Ra 01).
Yayımlanmış Belgeler
British Documents on Foreign Affairs: Reports and Papers From the Foreiign Office Confidential Print, General Editors, Kenneth Bourne and D. Camerun Watt, part I, series B, The Near and Middle East 1856-1914, Editör, David Gillard, volume 20, The Ottoman Empire under the Young Turks 1908-1914, University Publications of America, Doc.28, Inclosure in Doc.27. Annual Report on Turkey for the year 1910.
Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kardaşlarına Hediyesidir, Selanik 1326.
Türk Ocağı’nın Dâhili Nizamnamesi, İstanbul 1329.
Süreli Yayınlar
“İttihad ve Terakki Yıllık Kongresi”, Türk Yurdu, Yıl 3, Cilt 5 (1913-1914), S.49, (19 Eylül 1329/2 Ekim 1913), Tanin Matbaası, İstanbul 1914.
“Türk Aleminde”, Türk Yurdu, Cilt 1, Yıl 1, Sayı 21, (23 Ağustos 1320/5 Eylül 1912), s.353-354.
“Türklük Duygusu Osmanlılık Fikrine Mani mi?”, Türk Yurdu, İZZET ULVİ; 1/16, 14 Haziran 1328.
“Ermeni Milli Şenlikleri”, Türk Yurdu, sene 3, sayı 51, 13 Teşrinievvel 1329.
“Türkler Bir Ruh-ı Milli Arıyorlar”, Türk Yurdu, Yıl: 2, Sayı: 25, 18 Teşri-nievvel 1328.
İctihad, Numara: 52, 31 Kanunusani 1328, s.1.
Tanin, No: 1249, 10 Şubat 1327.
Tasvir-i Efkâr, numara: 256, 15 Şubat 1910.
Tasvir-i Efkâr, numara: 994, 13 Şubat 1914.
Tasvir-i Efkâr, Numara: 213, 4 Kanunusani 1910.
Araştırma ve Tetkik Eserler
AHMAD, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çev. Sedat Cem Karadeli, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2010.
AHMAD, Feroz; İttihat ve Terakki, çev. Nuran Yavuz, Kaynak yay., İstanbul 1984.
AHMET REFİK, Kafkas Yollarında İki Komite İki Kıtâl, haz. Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yay., İstanbul 1998.
AKÇAM, Taner, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge, Ankara 1999.
AKÇAM, Taner, 1915 Yazıları, İletişim, İstanbul 2010.
AKÇURA, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., Ankara 1976.
AKIN, Rıdvan, Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketi 1908-1918, İstanbul, Der Yay., 2002.
ARAI, Masami, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, çev. Tansel Demirel, İletişim, İstanbul 2008, 4.baskı.
ATEŞ, Sanem Yamak, Asker Evlatlar Yetiştirmek, İletişim, İstanbul 2012.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, cilt II, İstanbul 1976.
AYDOĞAN, Erdal, “Ziya Gökalp’in Ölümünün Türk Kamuoyu ve Basındaki Yansımaları”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi, 10/2, 2007.
AYDOĞAN, Erdal, İttihat ve Terakki’nin Doğu Politikası (1908—1918), Ötüken, İstanbul 2005.
BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı, Ziya Gökalp, İstanbul 1996.
BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, fasikül 14, MEB Yay., İstanbul 1978.
BAYAR, Celal, Ben de Yazdım, cilt 4, Sabah Kitapları, İstanbul 1997.
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu Batı Yay., İstanbul t.y.
Biz İttihatçılar, İbrahim Temo&Ahmet Rıza, Örgün Yayınevi, İstanbul 2009.
BLEDA, Mithat Şükrü, İmparatorluğun Çöküşü, Destek Yay., İstanbul 2010.
BRYCE, James&TOYNBEE, Arnold, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916, çev. Attila Tuygan-Jülide Değirmenciler, cilt 2, Pencere Yay., İstanbul 2006.
BÜLBÜL, Kudret, Said Halim Paşa, Kadim Yay., Ankara 2006.
ÇAKMAK, Fevzi, Garbî Rumeli’nin Suret-i Ziyâı ve Garb Cephesi, İstanbul. ty.
DADRIAN, Vahakn N., Ermeni Soykırım Tarihi Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya Etnik Çatışma, çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yay., İstanbul 2008.
DADRIAN, Vahakn, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller Toplu Makaleler Kitap 1, çev. Attila Tuygan, 2. Baskı, Belge Yay., İstanbul 2007.
DADRIAN, Vahakn, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, çev. Attila Tuygan, Belge Yay., İstanbul 2005.
DÜNDAR, Fuat, Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği 1913—1918, ed. Kerem Ünüvar, İletişim, İstanbul 2008.
EYİCİL, Ahmet, İttihat ve Terakki Liderlerinden Doktor Nazım Bey, Gün Yayıncılık, Ankara 2004.
GEORGEON, François, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930), çev. Ali Berktay, YKY, İstanbul 2009.
GÖKALP, Ziya, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Haz. Kemal Bek, 2. Baskı, Bordo — Siyah, İstanbul 2005.
GÜNAY, Nejla, “Atatürk Döneminde Türkiye’de Beden Eğitiminin Gelişimi ve Gazi Beden Terbiyesi Bölümü”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 85, Yıl: Mart 2013, ss. 73-99.
HANİOĞLU, M. Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İletişim Yay., İstanbul.
HEYD, Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, çev. Kadir Günay, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1979.
KARACA, Erdem, “Ahmet Ağaoğlu’nun Kaleminden Şarkî Anadolu Islahatı (1913-1914), Gazi Akademik Bakış, cilt 3, sayı 6, Yaz 2010, ss. 15-26.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, cilt VIII, TTK, Ankara 1983.
KARPAT, Kemal H., Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, Timaş Yay., İstanbul 2010.
KAYALI, Hasan, Jön Türkler ve Araplar, TVYY, İstanbul 1998.
KÉVORKIAN, Raymond H.,, Le Génocide des Arméniens, Odile Jacob, Paris 2006.
KOÇAK, Fatma Müge, Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun Çöküşü, Ayraç Yay., İstanbul 1999.
KURT, Ümit, “1915 Yazıları Vesilesiyle Yeniden Ermeni Meselesi”, Toplumsal Tarih, sayı 198, Haziran 2010.
KUSHNER, David, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), çev. Şevket Serdar Türet&Rekin Ertem&Fahri Erdem, Kervan Yay., İstanbul 1979.
LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları (TTK), Ankara 1984.
LEWY, Guenter, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, The University of Utah, Salt Lake City 2005.
MACFIE, A.L., Osmanlının Son Yılları 1908—1923, çev. Damla Acar&Funda Soysal, Kitap Yayınevi, İstanbul 2003.
NATALI, Şahan, Biz Ermeniler ve Türkler, çev. Nihal Aktan, Pérî Yay., İstanbul 2008.
IZRAIL, Nesim Ovadya, 1915 Bir Ölüm Yolculuğu Krikor Zohrab, Pencere Yay., İstanbul 2013.
PARLA, Taha, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, haz. Füsun Üstel&Sabir Yücesoy, Deniz Yay., İstanbul 2009.
PETROSYAN, Yuri Aşatoviç, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, çev. Mazlum Beyhan&Ayşe Hacıhasanoğlu, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1974.
POMIANKOWSKI, Joseph, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküşü “1914—1918 I. Dünya Savaşı”, çev. Kemal Turan, 3. Baskı, Kayıhan Yay., İstanbul 2003.
RISAL, P., “Les Turcs a la Recherche D’une ame Nationale”, Mercvre de France, Directeur. Alfred Vallette, Paris, No: 364, Tome: XCVIII, 16 Août 1912, pp. 673-707, http://gallica.bnf.fr/ark:/12148/bpt6k2017063/f7.image.langEN (9/10/2014).
ROSHWALD, Aviel, Ethnic Nationalism and the Fall of Empires Central Europe, Russia and the Middle East, 1914-1923, Routledge, London and New York 2001.
SAFA, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, Kültür Bak. Yay., Ankara 1981.
SAKLI, Ali Rıza, “Osmanlı Döneminde Türk Milliyetçiliği”, Akademik Bakış Dergisi, sayı: 33, Kasım-Aralık 2012, ss. 1-16.
SARAY, Mehmet, İsmail Gaspıralı (1851-1914), Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yay., Ankara 1987.
SARINAY, Yusuf, Türk Milliyetçiliğinin Tarihî Gelişimi ve Türk Ocakları, Ötüken, İstanbul 2005.
SHISSLER, A. Holly, İki İmparatorluk Arasında Ahmet Ağaoğlu ve Yeni Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2005.
ŞAPOLYO, Enver Behnan, Ziya Gökalp, Güven Matbaası, İstanbul 1943.
ŞEKER, Nesim, “Türklük ve Osmanlılık Arasında: Birinci Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de ‘Milliyet’ Arayışları Ya Da ‘Anasır Meselesi’”, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, der. Eric Jan Zürcher, İletişim, İstanbul 2006.
ŞIRACIYAN, Arşavir, Bir Ermeni Teröristin İtirafları, çev. Kadri Mustafa Orağlı, Kastaş Yay., İstanbul, 2006.
TANSU, Samih Nafiz, İttihâd ve Terakki İçinde Dönenler, anlatan Galib Vardar, İstanbul, YZY, 2003.
TANYU, Hikmet, Ziya Gökalp ve Türk Milliyetçiliği, Elips Yay., Ankara 2006.
“Tehcir ve Taktil” Divan- Harb-i Örfî Zabıtları İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922, der. Vahakn N. Dadrian-Taner Akçam, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2008.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, cilt I: II. Meşrutiyet Dönemi, Hürriyet Vakfı yay., 2. Baskı, İstanbul 1988.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, cilt III, 4. Baskı, İletişim yay., İstanbul 2009.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul 2001.
ÜNGÖR, Uğur Ü., CUP Rule in Diyarbekir Province, 1913-1923, University of Amsterdam, Department of History Master’s Thesis “Holocaust and Genocide Studies”, 2005.
ÜSTEL, Füsun, İmparatorluktan Ulus Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yay., İstanbul 1997.
YILDIZ, Ahmet, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim Yay., İstanbul 2001.