GİRİŞ: BASIN TARİHİMİZ VE “TANİN”
“Tanin”[1], tarihimizin üç ayrı devresinde (II. Meşrutiyet, Millî Mücadele ve II. Dünya Savaşı) aynı başyazar tarafından çıkarılmış önemli bir gazetedir. Bu başyazar, ünlü gazeteci ve siyasetçi Hüseyin Cahit’tir (Yalçın)[2]. Gazetenin bir başka özelliği de, her defasında çok ses getirmiş olmasıdır.
Birinci Tanin 2 Ağustos 1908’de, yani II. Meşrutiyet’in ilanının ertesinde Hüseyin Cahit (Yalçın), Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım (Kadri) tarafından çıkarılmaya başlandı. Tevfik Fikret ile Hüseyin Kazım bir süre sonra gazeteden ayrıldılar. Falih Rıfkı, Aka Gündüz ve Fazıl Ahmet gibi gibi gençlerle yeni bir yazar kadrosu oluşturan Hüseyin Cahit, ara seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası’ndan İstanbul mebusu oldu ve gazete adeta bu partinin yayın organı haline geldi. 31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) sırasında saldırıya uğrayan ve yağmalanan gazete, ayaklanmanın bastırılmasından sonra yayın yaşamına devam etti. Sert eleştirileri ve heyecan uyandıran yazıları yüzünden siyasal iktidar tarafından sık sık kapatılan Tanin, başka adlar (Cenin, Renin, Senin, Hak gibi) altında da yayımlandı. Mehmet Cavid, Asım (Us), Adnan (Adıvar), Selanikli Tevfik Beylerin makalelerinin de zaman zaman yayımlandığı Tanin’in imtiyazı, 30 Ocak 1914’te İttihat ve Terakki Fırkası’na devredildi.
İşgal altında bulunan İstanbul’a 15 Temmuz 1922’de, yani Malta’dan ayrıl-dıktan onbeş ay sonra dönen Hüseyin Cahit, Ermenice yayımlanan bir gazeteyi (Ceride-i Şarkiye) satın almış, Tanin adıyla gazete çıkarmasına izin verilmeyince, Renin adını verdiği akşam gazetesini 14 Teşrinievvel 1338’de (27 Ekim 1922) çıkarmış, yaklaşık bir ay sonra da bu gazeteyi sabah gazetesine dönüştürerek Tanin adıyla yayımlamaya başlamıştır[3]. Takındığı muhalif tutumla sık sık siyasal iktidarın şimşeklerini üzerine çeken ve ara sıra geçici kapatma cezalarına çarptırılan bu ikinci Tanin, 1925 yılında Takrir-i Sükun Kanunu’na dayanılarak temelli kapatıldı ve Hüseyin Cahit, Çorum’da ömürboyu sürgüne mahkum edildi.
Tanin, Hüseyin Cahit Yalçın tarafından 1943-1947 yılları arasında bir kez daha yayımlandı. Bu üçüncü Tanin, II. Dünya Savaşı yıllarında müttefiklerden, özellikle İngiltere’den yana bir yayın politikası izledi.
Bu makalede, ikinci Tanin’in (1922-1925) dönemin siyasal olaylarına (özellikle de, Cumhuriyet’in ilanına ve Hilafet’in kaldırılmasına) bakışı ve siyasal iktidarla ilişkileri ele alınmıştır.
I. Cumhuriyet’in İlanı Sürecinde Tanin’in Tutumu
Kurtuluş Savaşının Eylül 1992’de fiilen zaferle sonuçlanmasından kısa bir süre sonra, Cumhuriyet’in ilanına varacak sürecin önemli dönemeçlerinden biri geçildi: 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. Bunu sağlamaya yönelik 308 sayılı Karar’da,[4] “... Hakimiyeti şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şekli hükümeti(n)...” 16 Mart 1920’den itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylendiği belirtilmekteydi[5]. Saltanatın kaldırıldığı gün Refet Paşa komutasındaki Türk ordusunun Trakya’ya girmesini, Rumeli’ye bu “ikinci geliş”i, bazı basın organları, “tarihin muazzam günü”[6] olarak niteleyecekti. Mustafa Kemal Paşa’nın parti (fırka) kurma fikri birçok basın organı tarafından desteklenirken, Paşa’nın partiler üstü ve tarafsız lider olarak kalmasını isteyen kimi yakın çalışma arkadaşları (Rauf Bey, Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar) ile kimi gazeteciler (Hüseyin Cahit ve Ahmet Emin) bu fikre karşı çıkmaktaydılar[7]. Gazete’de, Tevfik Paşa’nın Lozan Barış Konferansına[8] İstanbul ve Ankara Hükümetlerinin birlikte katılması yönünde Ankara Hükümeti’ne yaptığı önerinin yanıtsız bırakıldığından söz edilmektedir[9]. Hüseyin Cahit, Ankara Hükümeti’nin yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu belirten ilk gazeteci olmuş, “milli hakimiyet” rejimlerinin dünyada yaygınlaşmakta olduğu saptamasında bulunmuştur[10].
Hüseyin Cahit, “Kemalilik” diye adlandırdığı Mustafa Kemal’in ilkeleriyle İttihat ve Terakki’nin (İT) ilkeleri arasında bir karşıtlık görmemekte, Mustafa Kemal’in bir siyasal hareket içine girmeyerek tarafsız kalması gerektiğini belirtmektedir. “Kemalilik bir meslek-i siyasi (siyasi eğilim) değildir. Bugün Kemali olmayan hiçbir Türk tasavvur edilemez.”[11] Hilafet ile saltanatın birbirinden ayrılmasını, Ankara’nın “... devleti asrileştirmek, medeniyet ve Avrupa fikirleri dairesinde bir temele istinat ettirmek hususunda attığı kat’i adım.” olarak görmektedir.
“... Diyebilirim ki hükümet-i milliyenin en büyük zaferi Sakarya değil, Dumlupınar değil, bu adımdır. İşte şimdi memlekette hakiki bir fırkanın bayrağı açılıyor. Medeniyet ve irfan fırkası, esaslı ve ciddi ıslahat fırkası, dünyevi bir devlet fırkası.”[12]
Mustafa Kemal Paşa, 15 Ocak 1923 günü Eskişehir’de yaptığı konuşmada, “cumhuriyet” sözcüğünü ilk kez telaffuz etmiş, Hilafete yetki vermenin ulusal egemenlikle bağdaşmayacağını belirtmiştir. Ertesi günkü İzmit konuşmasında da, ulusal egemenlik ve cumhuriyet vurgusu yapmış, Ankara’nın başkent olmasının ve Fırka kurulmasının gerekçelerini açıklamıştır. Paşa’ya göre, yapılan devrim, Meşrutiyet ve daha önceki devrimlerden farklıdır[13]. Muhalif basına göre, Cumhurbaşkanı fırkalar karşısında bağımsız kalmalıydı[14]. Tanin’in muhalif bir yayın organı haline geldiği kanısında olan Ankara, bu gazeteye yönelik eleştirilerinin dozunu artırmıştır. Hüseyin Cahit ise, Ankara’yı bazı konularda eleştir-mesinden ötürü kendisinin muhalif bir kişi sayılmasından yakınmaktadır.
“(...) Tanin’e muhalif diyorlar... Bugün müdafaai milliye şeklinde vücud bulmuş bir hükümetimiz var ki, hiçbir Türk buna muhalif olamaz. Çünkü o zaman muhalefet değil, hıyanet yapmış olur. (...) Benim zihnimde taraftarlık kelimesi dalkavukluk manasile müteradif (eş anlamlı) değildir. İnsanların layuhti (hatadan arınmış) olduğuna, bir adama mevkii iktidara gelmek ve esasen haiz olmadığı zeka, vukuf, ihata, liyakat ve kabiliyetin de mintarafillah (Allah tarafından) geleceğine kanaatim yoktur. Zannederim Meclis-i Milli de bu kanaattedir ki, arada sırada vekillerini değiştiriyor. (...) Şurasını da söyleyeyim ki, icraatı hükümette elde hurdebin (büyüteç) ile kusur aramak taraftarı da değilim. (...) Acı olan hakikati gazete sütunlarında görmekten hoşlanmayanlar belki buna ‘muhalefet’ diyebilirler. Fakat ben bunun memlekete ‘hizmet’ olduğuna kaniyim.”[15]
Basında iktidara yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmı özgürlüklere ilişkindi. Mustafa Kemal Paşa’nın bir diktatörlük kurmasından endişe ediliyordu. Çok partili bir yapıda olan İngiliz Parlamentosu’nun özgürlüklerin de güvencesi olduğuna 1923 yılının ilk aylarında bazı basın organlarında değinilmişti. Hüseyin Cahit de, kişisel özgürlüklerin önemine değinmekteydi[16].
Ankara’nın mı yoksa İstanbul'un mu başkent olması gerektiği konusunda 1922 yılı sonlarına doğru başlayan tartışmada, Hüseyin Cahit, İstanbul’un tercih edilmesi yönünde kamuoyu oluşturmaya çalışmakta,[17] İkdam ve diğer bazı basın organlarından bu düşüncesine destek bulmaktaydı. Mustafa Kemal ise, 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te yaptığı konuşmada, başkentin kıyıdan uzak ve merkezi bir yerde, yani Anadolu’da bulunmasının yararları üzerinde durmuş, açık bir biçimde Ankara’yı tarif etmişti. Hüseyin Cahit’e göre, Ankara başkent yapılırsa, İstanbul’dan bir Türk ve Müslüman göçü başlayabilirdi: “... Tahripkar tenkitlerden korkarak merkezini değiştiren bir hükümetin hiçbir zaman kimseye telkin-i hürmet ve itimat edemeyeceğini de hesaba katmalıdır.” Bu görüşleri savunmakta olan Hüseyin Cahit, birkaç ay sonra bu ısrarından vazgeçecektir. Mustafa Kemal Paşa, Eskişehir nutkunda, yapılan devrimin Meşrutiyet ve daha önceki devrimlerden ne denli farklı olduğunu vurgulamıştır. Hüseyin Cahit ise, ulusal hükümeti 1908 hareketinin bir devamı ve kardeşi görmekte, Mustafa Kemal’in parti kurma isteğine ise karşı çıkmaktaydı[18].
Hüseyin Cahit, Hükümet çevrelerinde ve Hükümet yanlısı basında kendisine karşı olumsuz tutum takınılmasından ve her türlü değerlendirmesinde gizli bir amaç aranmasından yakınmaktaydı[19]. Kendisine yöneltilen eleştirilere karşın, o, bildiği yolda yürümekte kararlıydı[20].
Ağa Han ve Emir Ali’nin Hilafet ve bu makamın İslam dünyası bakımından önemi konusunda Türk Hükümeti’ne yazdıkları mektubun 5 Aralık 1923 günü Tanin’de yayımlanması nedeniyle Hüseyin Cahit İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştır[21].
Nisan ayında seçimlerin yenilenmesi kararının alınmasıyla birlikte, eski İT’ciler, kendilerinden söz ettirmeye başlamışlardır. Bunlar özellikle İstanbul ve çevresinde etkili görünüyorlardı ve bazı konularda Ankara’dan farklı düşündüklerini saklamamaktaydılar. Bununla birlikte, İT’liler seçimlerde Mustafa Kemal’i ve Birinci Grup’un[22] adaylarını destekleyeceklerini bildirmişlerdi[23]. Hüseyin Cahit, İkinci Grup mensuplarının Meclis dışında bırakılmasını doğru bulmamaktaydı.
“...Mademki birinci grup, dar bir fırka halinde kalmak istemeyerek, memleketin bütün diri, münevver ve teceddüt perver kuvvetlerini toplamağa çalışan bir heyet-i mecmua şeklinde tecelli ediyor; fırkacılığın dar zihniyetile muhakeme yürütmeyerek, intihabatta taraftar değil, aynı yüksek mefkureye müteveccih muktedir kimseler seçmeye ehemmiyet verilmelidir.”[24]
Hüseyin Cahit, Hükümetin eski mutlakıyet idaresini çağrıştıracak uygulamalardan kaçınmasını istemekte[25] ve yeni fırka kurulması arayışlarını da özenti saymaktaydı[26].
Lozan Konferansının gidişatının ve Hükümet icraatlarının muhalif İstanbul basını tarafından sürekli olarak eleştirilmesinin bir nedeni de, İstanbul basını üzerinde Ankara Hükümetinin denetiminin olmamasıydı[27]. Mustafa Kemal, gazetecilerle İzmit’te gerçekleştirdiği toplantıda, Hilafetin Müslüman ülkelerin gelişmesini engellediğini ileri sürmekte ve Hükümeti sürekli eleştirdiği ve devrim için yapılacak programlara yeteri kadar yer vermediği gerekçesiyle basından, özellikle de İstanbul basınından yakınmaktaydı[28].
Rauf Bey Hükümeti’nin istifası sonrasında yeni hükümet 13 Ağustos 1923’de Ali Fethi (Okyar) Bey tarafından kurulmuştur[29]. 13 Ekim’de Ankara’nın Başkent ilan edilmesini ise, İstanbul basını iyi karşılamamıştı[30]. Gündemde olan konu, yeni devlete “cumhuriyet” adının konulup konulmayacağı, bunun ne zaman açıkça ilan edileceği ve cumhuriyetin Batıdaki gibi bütün kurumlarıyla yerleştirililip yerleştirilemeyeceğiydi[31].
Eylül ayında cumhuriyet rejiminden ve devletin adının Türkiye Halk Cum-huriyeti olacağından söz edilmeye başlanmıştır. “Halk” sözcüğünün bolşevizmi çağrıştırdığını söyleyen Hüseyin Cahit, Türkiye Cumhuriyeti adını önermekte, Mustafa Kemal Paşa’nın hem Fırkanın Genel Başkanı hem de Devlet Başkanı olmasına karşı çıkmaktaydı. Bu durum, ona göre, demokratik açılıma engel olurdu[32].
Hüseyin Cahit’in de aralarında yer aldığı muhalif İstanbul basınına göre, hazırlanmakta olan yeni Anayasa Tasarısında Cumhurbaşkanlığı ile Meclis ve Parti Başkanlıklarının aynı kişide birleşmesine olanak tanıyan maddelerin yer alması, Mustafa Kemal’in diktatörlüğe yönelmesine neden olabilirdi[33]. Tanin Başyazarı’na göre, egemenliğin İngiltere, Fransa ve Belçika’daki gibi bir ulusal hükümet biçiminde kullanımı yararlı olurdu. Cumhuriyet hukuken ve fiilen var olduğu için, Cumhuriyetin ilanından kaçınılmamalı ama, bütün yetkiler Meclis’e bırakılmamalıdır[34].
Cumhurbaşkanı olduğu zaman Mustafa Kemal Paşa’nın Parti ve Meclis Başkanlıklarını bırakmasını isteyenler olduğu gibi, Paşa’nın daha geniş yetkilerle donatılmasını ve Mussolini ve Lenin gibi bir diktatör olmasını savunanlar da vardı. Suphi Nuri’ye göre, Meclis ve Hükümet ülkeyi ileri götürememişti, Halk Fırkası bir fikir partisinden çok menfaatperest topluluğunu andırmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa meydana çıkmalı, yönetimi ele almalı ve herkesi kurtarmalıydı[35]. Hüseyin Cahit ise, Mustafa Kemal’in halen sahip olduğu mevkiyi bırakıp diktatörlük istemeyeceğini, çünkü onun vatanı için çalıştığını ve bu yüzden sevildiğini, diktatörlük istemesi halinde, birkaç kişinin dışında yanında kimsenin kalmayacağını belirtmekteydi. Ona göre, Mustafa Kemal şayet Vahdettin’in yerine geçmek için yola çıkmış olsaydı, Türk Ulusunu yanında bulamazdı. Mustafa Kemal yalnız değildi, onunla birlikte savaşan ve bu yolda canlarını veren birçok vatan evladı vardı. Mustafa Kemal diktatörlük mevkiine çıktığı gün nüfuzunu kaybedecekti. Halk, diktatörlüğü asla kabul etmeyecekti[36].
Anayasa değişikliğine ilişkin tasarının Meclise sunulmadan önce kamuoyunda tartışılmasını[37] gerekli gören Hüseyin Cahit, Halk Fırkası’nı açık olmamakla suçlamaktaydı[38].
Cumhuriyet, basının hiç beklemediği bir anda, 29 Ekim 1923’te ilan edildi. Bazı basın organları, değişik gerekçelerle, Cumhuriyetin ilanından sonra da Hükümeti eleştirmeye devam ettiler. Basın cumhuriyetin bütün kurumlarıyla işletilmesini istemekteydi; yalnızca yönetim şeklinin adının değişmesi yeterli değildi[39]. Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki tepkilerin bir kısmı kişisel sürtüşme ve çekememezlikten kaynaklanmaktaydı[40].
Cumhuriyet, Hüseyin Cahit’e göre, “alkış ile, dua ile, şenlik ve şehriayin” ile yaşayamaz, ancak doğru idare ile yaşayabilirdi. Cumhuriyet bir tılsım olmadığı gibi Millet Meclisi’ne de bir tılsım yapılmamıştı. Her işin kendiliğinden düzeleceğini sanmak hataydı. Çareler yine insanlar tarafından bulunacaktı. Asıl sorun, Cumhuriyetin yönetim biçimi değişikliği ile birlikte zihniyet değişikliği getirip getirmediği ve vekillere devlet adamı kafasını hediye edip etmediği idi. Hüseyin Cahit, “cumhuriyet”in en iyi yönetim biçimi olduğuna inandığını ancak, bu sözcüğün putlaştırılmaması gerektiğini belirtmekteydi. Asıl önemli olan cumhuriyetin yönetime uygulanmasıydı. Anayasa değişikliği tasarısının Fırka grubuna bile getirilmeden birkaç saat içerisinde yasalaştırılmasını yadırgamaktaydı[41].
İsmet Paşa başkanlığındaki ilk “Cumhuriyet” Hükümetinin, eski kabinenin hemen hemen aynısı olduğuna işaret eden Hüseyin Cahit, yeni hükümete güvenmemekteydi[42]. Cumhuriyetin ilanını bir “emri vaki” olarak niteleyen Rauf Bey'e Hüseyin Cahit’ten destek gelmekteydi. Tanin Başyazarı, iyi bir şey yapmak için kötü bir yol tutulduğu kanısındaydı[43]. Parti başkanlığı ile cumhurbaş-kanlığı görevi aynı kişide birleşmemeliydi[44].
Cumhuriyet’in ilanının yarattığı sevince katılmayan kişi ve gazetelerin varlığına Nutuk’ta işaret olunmakta[45] ve bu konudaki suçlamaların bazıları ise doğrudan doğruya Tanin’e ve onun Başyazarına yöneltilmektedir[46].
“Bu muharrir ve emsalinin, cumhuriyeti[n] tarzı ilânda, cumhuriyet esasatına mütaallik kanunda gördükleri kusur ve noksanları tenkid etmelerini samimî telâkki edebilmek için çok sâf olmak lâzımdır. Eğer bu muharrirler, cumhuriyetin ilânı günü yaygara tarzında hücumlara başlamayıp, evvelâ, cumhuriyet ilânını hüsnü telâkki etseler, samimî karşılasalardı... efkârı umumiyeyi tereddüt ve teşettüte [düzensizliğe] sevk edecek, tarzda değil, fakat cumhuriyetin iyi ve onun ilânının pek musip [yerinde] olduğunu efkârı umumiyeye telkin eder yazılar yazsalardı; ondan sonra yapacakları her türlü tenkidatın samimiyetini iddiada haklı olabilirlerdi. Fakat, gördüğümüz sureti hareket böyle olmamıştır.”[47]
II. Hilafetin Kaldırılması Sürecinde Tanin’in Tutumu
8 Kasım 1923 tarihli Akşam’da, cumhuriyetin ilanı ile birlikte Hilafet sorununun gündeme geldiği, Halifenin istifayı tercih ettiği bildirilerek bütün İslam ülkeleri temsilcilerinin İstanbul’da toplanıp yeni halifeyi seçecekleri belirtilmekteydi. Ertesi gün bu haber Tanin de tekzib edildi. 10 Kasım’da ise, Lütfi Fikri’nin Halifeye yazılmış açık bir mektubu Tanin de yayımlandı. Mektubunda istifa söylentilerini çıkaranları gelecek nesillerin lanetleyeceğini belirten Lütfi Fikri, haberin tekzib edilmesinin gönüllere su serptiğini belirtti. Fakat, istifa olayının ebediyete kadar gömülmesini istedi. Bazı hallerde bazı görevler için istifanın yerinde olacağını ileri süren Lütfi Fikri, Halifenin istifasının vatan ve İslam âleminin aleyhine bir durum teşkil edeceğini söyledi. Lütfi Fikri, büyük sorumluluk nedeniyle Halifenin istifa edemiyeceğini belirterek, Halifenin istifa etmesi halinde Osmanlı Hanedanının hem Hilafeti hem de Osmanlı Hanedanının Halifelik hakkını kaybedeceğini ve vatan dışına çıkmak zorunda dahi kalacağını yazdı. Akşam’daki habere de değinen Lütfi Fikri, Hilafetin Türk Ulusunun elinde bir hazine olduğunu, bu hazinenin elimizden çıkmasını kendimizin istediğini belirterek, Halife istifa ederse yeni Halifenin belki şimdi Türklerden seçilebileceğini, fakat ileride kimin nereden halife seçileceğinin bilinmediğini söyledi. Halifeye de seslenerek, istifa etmesi halinde, vatana, ulusa, tarihe ve atalarına karşı sorumlu olacağını belirtti.
Akşam’daki habere değinerek, Hüseyin Cahit, barışın sağlandığı ve ileriye dönük planların yapıldığı, hala birçok sorunun halledilemediği bir ortamda hilafet konusunun gündeme getirilmesini doğru bulmadığını belirtmektedir. Akşam’da çıkan haberde, istifa durumunda Hilafetin şekli ve seçiminin de değişeceğini belirten Hüseyin Cahit, halife seçiminin yasada açıkça belirtildiğini, Akşam’ın bu haberi mebus olan bir ortağından öğrenmiş olabileceğini ileri sürdü. Hüseyin Cahit, arkadan verilmiş bu emrin yakında uygulamaya konacağını, yine emrivaki karşısında bulunulduğunu ve arkadan verilen bu kararın onay-lanacağını söyledi. Cumhuriyeti de bir oldubitti olarak gören Hüseyin Cahit, Hilafet konusunda Meclise hiç olmazsa görünüşte hürmet gösterilmesini istedi. Ona göre, Millet Meclisinin bu kadar kayıd altında kaldığını ve dışarıda verilen kararları onay mevkiine indirildiğini görmek cidden üzücü bir olaydır. Hüseyin Cahit, Halifenin yeni sisteme göre seçilmesi halinde Hilafetin Türklerin elinden çıkabileceğini, bu durumda beş on milyonluk Türkiye Devletinin İslam dünyasında hiçbir öneminin kalmayacağını, “Avrupa nazarında küçük ve kıymetsiz bir hükümet mevkiine düşeceğimizi” belirtti. Bu, ona göre, ulusçuluk değildir. Milliyet hissini kalbinde duyan her Türk Hilafete dört elle sarılmak mecburiyetindeydi. “...çünkü Hilafet Türklük için bir kuvvettir. Hilafeti Türkiye hududlarından dışarıya çıkaracak surette hareket etmek intihardan farksızdır.”
Hilafetin Türklerde kalmasının İslam dünyasınca da kabul edildiğini belirten Hüseyin Cahit, neden yokken bir halife seçiminin uygun olmadığını, toplanacak olan temsilcilerin halifeyi Türklerden seçseler bile kimi seçeceklerinin bilinemeyeceğini ileri sürdü. Hüseyin Cahit, Reisicumhurun halife seçilmesi halinde laik, demokratik cumhuriyetten uzaklaşılmış olacağını ve Saltanatla Hilafetin ayrılmasının anlamsız kalacağını söyledi. Kaldı ki, diğer İslam ülkeleri temsilcilerinin gelecek yıllarda halifeyi hangi ülkeden seçecekleri de belli değildir. Hilafetin her halukarda Türklerde kalması için önlem alınmasını istedi[48]. Hilafetin kaldırılması konusu hükümet taraftarı basın tarafından sık sık gündeme getirilirken, önde gelen yazarlar da Hilafet kurumunu eleştiriyordu. Yakup Kadri, Aralık ayı içerisinde Akşam’da yayınlanan bir makalesinde, Hanedan ve damat maaşlarının cumhuriyet bütçesinden ödenemiyeceğini söyleyince büyük bir tepki gördü.
Mustafa Kemal’e göre, Cumhuriyet ilanına yönelik bu eleştirileri yapanların amacı, hiç olmazsa Hilafeti kurtarmaktı[49]. Cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul’da kimi kişiler ve bazı gazeteler Halifeye de bir rol vermek isteğine kapılmışlardır. Halifenin görevden çekildiği ya da çekileceğine ilişkin gazetelerde söylentiler ve yalanlamalar yayımlanmıştır. Sorun bir söylenti niteliğinde olmadığı gibi, bir yalanlama ile çözümlenecek ölçüde önemsiz de değildir. Cumhuriyet ilanının yeniden bir halifelik sorununu ortaya çıkardığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Gazi Mustafa Kemal’e göre, bu kişi ve çevreler, hem kendilerini halifelik görevlerini saptamaya çağırmaktalar, hem de Müslümanlık dünyasının hoş görmeyeceğini belirterek gözdağı vermeye çalışmaktadırlar. Tanin de yayımlanan Lütfi Fikri Bey imzalı Halifeye açık mektubu, buna örnek olarak göstermekte ve bu mektubu değerlendirmektedir[50].
“Efendiler, ecnebiler, hilâfete taarruz etmiyorlardı. Fakat, Türk milleti taarruzdan kurtulmuyordu. Hilâfete taarruz edenler, mileli İslâmiyeden, Türkü çekemiyenler değildi. Fakat, Çanakkalede, Suriyede, Irakta, İngiliz bayrakları altında Türklerle uruşan mileli İslâmiye idi. Türk milletine kolaylıkla taarruz etmek için mahfuziyeti tercih olunan hilâfetin, ortadan kaldırılmasını ‘Türklük için bir intihardır’ diye tavsif eylemek; hilâfeti ortadan kaldırmak için, biz, Türkler teşebbüsatta bulunuyoruz sözleriyle cumhuriyetin hedefini tasrih ve ilân etmek, şüphesiz tesirsiz kalmadı.”[51]
Lütfi Fikri Bey’in Tanin’deki bu yazısının, ertesi gün aynı gazetede Başyazar tarafından kaleme alınan “Şimdi de Halifelik Sorunu” başlıklı yazı ile desteklendiğine Nutuk’ta işaret edilmiştir.
“11 Teşrinisani [Kasım] 1923 tarihli Tanin’in ‘şimdi de hilâfet me-selesi’ unvanlı başmakalesi okununca, cumhuriyetin ilânına mâni olamıyanların, hilâfet makamını, herçibadabat [ne pahasına olursa olsun], tutabilmek gayret ve faaliyetine geçtikleri anlaşılır. Bu makalede, şehzade mektuplarını neşrederek, efkârı, hanedan lehinde perverde etmeye [sevdirmeye] çalışan Tanin’in, hanedan hukukuna karşı çirkin taarruz yapılmış ve bunu yapanın, Fırkamızın hasülhas [en seçkin] zümresinden bulunmuş olduğu ve hükümeti cumhuriyeyi millet nazarında fena göstermek için, ne söylemek lâzımsa onlar; yazıldıktan sonra, halifenin istifası şayiasına temas edilerek ‘arkadan arkaya verilmiş bir karar karşısındayız’ deniyor ve ‘Millet Meclisinin bu kadar kayıt altında kaldığını, hariçte verilen kararları tescil mevkiine indirildiğini görmek cidden elîm oluyor’ sözleriyle, Meclis, aleyhimize teşvik ediliyor... Cumhuriyet ilânını kabul eden Meclisin hiç olmazsa hilâfetin ilgasını, emrivaki yapmamasını temine çalışıyordu.”[52]
Hüseyin Cahit’in halifeliğin bizden gitmesinin olası sonuçlarına, Türkiye’nin Müslümanlık dünyasında hiçbir öneminin kalmayacağına ilişkin görüşleri de Nutuk’ta yorumlanmaktadır. Mustafa Kemal’e göre, halifeliğe dört elle sarılmak zorunda bulunan bir yönetim biçiminin cumhuriyet olamayacağını anlayabilmek için de büyük bir yetenek gerekmez[53].
Cumhuriyet ilanının öncesinde ve sonrasında Rauf Bey, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa ve Refet Paşa’nın önderliklerinde bir grubun Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı bir düzen kurduklarına, orduda bazı faaliyetlere giriştiklerine, Meclisin dinlenme dönemine rastlayan aylarda milletvekilleri üzerinde ve yeni seçimde başarı kazanamayan İkinci Grup üyeleri aracılığıyla bütün yurtta, ulusu kendilerine karşı kışkırtmak için çalışma fırsatını elde ettiklerine, yurt içinde birtakım gizli örgütler kurmaya ve girişimler yapmaya da başladıklarına, aralarında Tanin in de yer aldığı bazı gazetelerle işbirliği yaptıklarına ve bu gazetelerde yönetimi karalama amaçlı imzasız yazılar yayımladıklarına Nutuk’ta değinilmektedir[54]. Yine, Nutuk’a göre, Rauf Bey, Tevhid-i Efkar ve Tanin’i, Cumhuriyetin ilanı konusunda yaptığı konuşmayı silah olarak kullanmakla suçlamıştır[55].
İstanbul muhalif basınının üzerinde durduğu bir diğer konu da Halifenin “konumu”ydu. Hüseyin Cahit’e göre, “Halife ya vardır, ya yoktur. Varsa, O’na hürmet etmek ve gerek zatını gerek hilafete karşı hiss-i ta’zim bekleyen milyonlarca Türk’ün ve müslümanın hissiyatını rencide etmemek lazım.”[56] Nasıl ki Cumhurbaşkanı aleyhinde yapılacak eleştiriler suç kapsamına alınmıştır; benzeri bir yasa da, halife için çıkarılmalıydı.
Ülkemizde başka fırkaların da bulunmasını istediğini belirten Hüseyin Cahit, bundan sonra Türkiye’ye istibdat rejiminin getirilemiyeceğini söyleyerek dolaylı yoldan Halk Fırkası’nı suçlamaktaydı. Halk Fırkası’nın bazı hareketlerinde İstibdat havası sezdiklerini ve onu uyardıklarını, eleştirileriyle hükümete doğru yolu göstermeye çalıştıklarını ileri süren Hüseyin Cahit, eleştiri yapmanın basın olarak kendilerinin görevi olduğunu belirtmekteydi[57]. Kendisi ve gazetesi cumhuriyet taraftarıdır, yoksa “Kızıl Cumhuriyet” taraftarı değil. Kendileri hiçbir irtica hareketini desteklememekte ve hiçbir makam ve mevki peşinde koşmamaktadırlar; diktatörlükten ve diktatörlüğe doğru gidilmekte olunmasından korkmaktadırlar[58].
İstanbul basınının Hilafet konusundaki duyarlılığını bilen Ankara, Hilafet lehine yayın yapan basına gözdağı vermek istiyordu. Bu sıralarda Ağa Han ve Emir Ali'nin gönderdikleri mektupların muhalif gazetelerde yayımlanması Hükümete aradığı fırsatı vermişti. İstanbul'a bir İstiklal Mahkemesi gönderildi[59]. Mahkemenin gönderilmesi kararının alındığı gün, Hüseyin Cahit Hilafeti savunmaktaydı[60].
İstanbul'da çalışmalarına başlayan mahkeme, Tanin başyazarı Hüseyin Cahit ile yazı işleri müdürü Baha, İkdam başyazarı Ahmed Cevdet ile sorumlu müdürü Ömer İzzettin, Tevhid-i Efkar başyazarı Velid Ebüzziya ile sorumlu müdürü Hayri Muhiddin Bey'i ve Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey'i gözaltına aldı, sonra da tutukladı. 12 Aralık 1923’te Halid Ziyanın (Uşaklıgil) Başkanlığında ve bütün İstanbul gazetecilerinin katılımıyla toplanan Matbuat Cemiyeti, görüşlerini üç maddelik bir metinde toplayarak BMM'ne gönderdi: Söz ve yazı özgürlüğünün saklı kalacağı konusunda hükümetin ve İstiklal Mahkemesinin verdiği güvencenin memnuniyetle karşılandığı, İstiklal Mahkemesi’nin adaletle iş göreceğine inanıldığı belirtildikten sonra, tutuklanan gazetecilerden ‘vatanın çıkarlarına aykırı ve suiniyete dayanan bir hareket’ beklenemeyeceğine olan inanç vurgulanıyordu[61].
Emir Ali ve Ağa Han’ın mektubu, gazetecilerin yargılanması ve onlara gözdağı verilmesi için bir bahane idi. Çünkü, daha önce Londra’daki İslam Cemiyeti Komitesinin Dahiliye Vekaleti’ne gönderdiği 27 Eylül 1923 tarihli bir başka mektup Tanin de yayınlandığı halde herhangi bir takibat yapılmamıştı[62]. İsmet Paşa’ya gönderilen bu yeni mektup ise, içişlerimize karışmak olarak algılanmış ve henüz İsmet Paşa’ya gelmeden gazetelerde yayımlanmasının[63] suç teşkil ettiği ileri sürülmüştü. 15 Aralık 1923’te başlayan duruşmalar 2 Ocak 1924’e kadar sürmüştür. Savcı, Ağa Han ve Emir Ali tarafından gönderilen ve Halifeye siyasi güç kazandırmayı amaçlayan mektubu yayımlamakla, Hilafetin kaldırılması durumunda sünni müslümanlığın büyük felaketle karşılaşacağı yolundaki propagandalara bilerek veya bilmeyerek aracı olunduğu için, gazetecilerin Hıyanet-i Vataniye Yasasının ilgili maddelerine ve Matbuat Yasasının 11 inci maddesine göre müştereken sorumlu tutulmalarını, Hüseyin Cahit’in cumhuriyetçi fikri savunmuş olmasının dikkate alınmasını ve yazı işleri müdürlerinin beraatlerini istemiştir. Sanıkların avukatları ise, cumhuriyete karşı işlenmiş kasıtlı bir suç unsuru bulunmadığını ve mektubun güncel haber olarak yayınlandığını, bu nedenle fiilin Hıyanet-i Vataniye ve Matbuat Yasaları kapsamına girmeyeceğini belirtmişlerdir[64].
Hilafet sorunu konusunda basında yapılan tartışmalar Ankara tarafından iyi karşılanmamaktaydı. Muhalif basın, cumhuriyetin tüm kurumlarıyla işletilmesini istiyor, tepeden inmeciliğe ve oldubittilere karşı çıkıyordu. Sorunların kamuoyunda ve Meclis’te serbestçe tartışılmasından yanaydı. Hükümet, basına hür tartışma ve eleştiri olanağı tanımamakta, basın özgürlüğüne sahip çıkan kamu görevlilerini de (Matbuat Umum Müdürü Zekeriya Sertel) görevden almaktaydı. Basına yönelik bu sindirme hareketinden sonra İzmir toplantısı yapılmıştı. Bu toplantının üzerinden bir ay bile geçmeden Hilafetin kaldırılması gündeme getirilmiş ve Hilafet “sakin” bir şekilde kaldırılmıştır.
Necmeddin Sadak’ın Hüseyin Cahit’i “En eski cumhuriyetçi olduğunu söylemekle övünenler şeriat ve hanedan savunuculuğuna çıkıyor. Cumhuriyet fikrine en büyük ihanet budur.” biçiminde suçlaması üzerine, Hüseyin Cahit, şeriat ile cumhuriyetin birbiriyle bağdaşmaz şeyler olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır[65].
22 Ocak 1924’te Mustafa Kemal Paşa, “Halife ve bütün cihan, kat’i olarak bilmek lazımdırki, mevcut ve mahfuz olan halife ve halife makamının, hakikatte, ne dinen ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmet-i mevcudiyeti yoktur.” biçiminde bir açıklama yapmış ve Hilafetin tarihi bir hatıra olmaktan öte bir anlamının olmadığını belirtmiştir. 4 Şubat 1924 günü Reis-i Cumhur bir grup İstanbul gazetecisini İzmir’de kabul etmiş, 6 Şubat günü yapılan toplantıda da, Mustafa Kemal Paşa, basından, Cumhuriyetin çevresinde çelikten bir kale meydana getirmelerini istemiştir. Hüseyin Cahit, kendilerinin çelikten bir kale meydana getirdiklerini, Hükümetle aralarında bazı yanlış anlamalar olsa da, esasta hiçbir ihtilafın bulunmadığını belirtmiş ve özgürlüklerin korunması için geniş bir hoşgörü ortamı istemiştir[66]. Şubat başından beri süren bütçe görüşmelerinde Hanedan bütçesine yönelik eleştirilerde bulunulmuş, 27 Şubat günü yapılan görüşmelerde de, bir milletvekili, bundan sonra Türk ulusunun bütçesinde Hilafet için verilecek hiçbir ödenek olmadığını belirtmiştir[67]. 29 Şubat tarihli gazetelerden, hilafetin kaldırılmasının artık an meselesi olduğu anlaşılmaktadır. Mart ayı başında Hilafet kaldırılmış, 6 Mart’ta yeni hükümet tekrar İsmet Paşa tarafından kurulmuş, 20 Nisan’da da yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilmiştir. 22 Nisan’da ise Meclis tatile girmiştir[68].
III. Başka Konularda Tanin’in Takındığı Tutum
Mustafa Kemal Paşa, 16 Eylül 1924’te Trabzon’da yaptığı konuşmada, Reis-i Cumhurluk ile Fırka reisliğinin kendisinde birleşmesinde sakınca görmediğini, 20 Eylül’deki Samsun konuşmasında da, muhalif fırka kurulmasına taraftar olmadığını belirtmiştir. Ekim ayı başından itibaren muhalif bir parti kurma hazırlıklarının olduğu basına yansımıştır. Kurulacak yeni partinin liderinin Rauf Bey olacağı söylenmektedir. Kazım Karabekir ve Ali Faut Paşaların ordudan ayrılmaları ve Refet Paşanın milletvekilliğinden istifasını geri alması, ayrıca bu üç Paşanın kendisine karşı mesafeli davranmaları Mustafa Kemal Paşa’nın kuşkularını artırmıştır. Nutuk’ta belirttiğine göre, Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılması bir yıldır hazırlık yapan komplocuları birbirine daha da yaklaştırmıştı; komplocular siyasi alandaki ve ordudaki hazırlıklarını tamamlamışlar, yaz tatili boyunca da teşkilatlanmışlardı. Ayrıca, bu kişilerin İstanbul’da yayımlanan Vatan, Tanin, Tevhid-i Efkar ve Son Telgraf ile Adana’da yayımlanan Toksöz tarafından da desteklendiği kanısındaydı.
İsmet Paşa Hükümeti, Kasım ayı başında yapılan oylamada, 19’a karşı 148 oyla güvenoyu almış, oylamanın ertesi günü 10 milletvekili Halk Fırkasından istifa etmiştir. Kurulacak yeni partinin adının Cumhuriyet Fırkası olacağının söylenmesi üzerine, 10 Kasım 1924 günü yapılan Halk Fırkası grup toplantısında, tüzük değişikliği yapılarak, Halk Fırkasının adı Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirilmiştir. Halk Fırkasından istifa edenlerin sayısı birkaç gün içinde 40’ı geçmiş, 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) kurulmuş, Kazım Kararbekir 26 Kasım’da bu Partinin başına getirilmiştir. Kurulan yeni Parti, liberalizmi ve halkın egemenliğini esas almaktaydı. Özgürlüklere taraftardı, dini düşünceye ve inançlara saygılıydı. Yerinden yönetimi gerçekleştirmeye söz veriyordu. Cumhurbaşkanının milletvekilliği ile ilişkisinin kesilmesinden yanaydı. 23 Kasım’da İsmet Paşa Hükümeti istifa etmiş, yeni Hükümeti 27 Kasım’da Ali Fethi Bey kurmuştur. Muhalif İstanbul basınının TpCF’yi destekleyen yayınlarında önemli artış olmuştur. Bunun üzerine, CHF, Matbuat Yasasında değişiklik yapılmasını öngören 12 maddelik bir Yasa Tasarısı Layihasını Meclis’e sunmuştur. Muhalif basın, Tasarıyı, basın özgürlüğünü zedeleyeceği gerekçesiyle eleştirmiştir. Bursa’da yapılan milletvekilliği ara seçimlerini CHF adayına karşı Sakallı Nurettin Paşa’nın kazanması, Tanin, Vatan ve Tevhid-i Efkar arasında muhafazakarlık - liberallik tartışmasının başlamasına neden olmuş, Matbuat Yasası değişikliği tartışmaları gündemin ikinci sırasına düşmüştür[69]. Güz, bu dönemde iktidarın eleştirilmesine neden olan bir başka konunun “rüşvet”olduğunu yazmaktadır[70].
Hüseyin Cahit, muhalif görülme pahasına da olsa, Hükümetin kusurlarını söylemeyi kendine görev bilmektedir[71]. Batı Trakya’dan gelen muhacirlere iyi bakılmadığını ve yoktan yere irtica söylentileri çıkarılarak asıl sorunların unutturulmaya çalışıldığını ileri sürmekte[72] ve tek dereceli seçim yapılmasını savunmaktaydı[73]. CHF “herkes”in toplandığı bir yer durumuna gelmişti. Birer kahraman oldukları kabul edilen ve hatta çocuklara da böyle öğretilen Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşalar ile Rauf Bey’e şimdi çeşitli hakaretler yapılmakta ve suçlamalarda bulunulmaktaydı. İsmet Paşa, CHF içindeki bu zümreler konusunda uyanık olmalıydı[74].
TpCF, program ve beyannamesinde, siyasal ve iktisadi liberalizmi savun-maktaydı. Parti, halkın desteği alınmadan yeni devrimler yapılmasına karşıydı. TpCF’ni destekleyen basın (Tanin, Tevhid-i Efkar, Vatan ve Son Telgraf) ise, ülkede özgürlüklerin kısıtlandığını, Meclis’in etkin biçimde çalışmadığını, yalnızca önceden verilen kararları onaylayan bir merci konumuna indirgendiğini ileri sürmekte ve diktatörlüğe gidilmesinden kaygı duymaktaydı. Nutuk’ta Mustafa Kemal, TpCF öncesinin muhalif basınını (Tanin, Tevhid-i Efkar, Sebilür Reşat) ve onların yazarlarını gerçekleri saptırmakla suçlamakta, bu gazetelerin özellikle TpCF’nin kurulması arifesinde yanlı yayın yaptıklarını ileri sürmektedir. CHF’den istifa eden milletvekillerine, sandalye (koltuk) için ayrıldıkları suçlamasında bulunulmuştur. Hüseyin Cahit’e göre, sandalye hiç kimsenin malı değildir, ulusun malıdır, Halk Fırkasından ayrılabilmek için temiz bir maziye sahip olunması gerekir, geçmişi temiz olmayanlar eleştirilere açık olmayacakları için Fırkadan ayrılmayacaklardır. Başyazar, bu yorumuyla, CHF’den ayrılanları iktidara boyun eğmeyen ve geçmişi temiz kişiler, Halk Fırkasında kalanları ise geçmişleri kirli kişiler saymaktaydı[75].
Tanin Başyazarı, İsmet Paşa Hükümetinin 22 Kasım 1924’teki istifasını, TpCF’nin kurulmasından sonra Meclis’te işlemeye başlayan muhalefet ve kontrolün olumlu bir semeresi olarak görmekte,[76] muhalefetin henüz yeni organize olmaya çalıştığı sıralarda CHF’nin Matbuat Yasasında değişiklik yapmayı öngören Yasa Tasarısını Meclise sunmasını ise, yadırgamaktadır. Ona göre, CHF’yi gülünç ve zor duruma düşürmek için bundan daha kötü bir çare muhaliflerin bile aklına gelemezdi[77]. Hüseyin Cahit, Tasarının yasalaşmayacağına inanmaktadır[78]. Hükümet kararıyla gazete kapatılmasını ise keyfi bir tasarruf ve bütün ulusun hakkına tecavüz saymaktadır.
“... Bir gazeteyi Heyeti Vekile kararı ile kapamak gazete muharrir-lerini İstiklal Mahkemesine göndermekten daha ağır, daha gayrı kabil-i tecviz bir harekettir. Adil bir mahkeme huzuruna çıkmaktan hiç kimse perva etmez. Fakat Heyeti Vekile kararı ile bir gazeteyi kapamak, hiçbir hakk-ı müdafaa tanımadan, kanun dinlemeden keyif ve arzu üzerine bir mahkumiyet kararı vermek demektir. İşin en büyük fenalığı da böyle bir kararı keyfi neticesinde zayi olan ve çiğnenen hakkın yalnız bir ferde değil, bütün memlekete ait olmasıdır. Bir gazetenin istinad ettiği hürriyet-i kelamda yalnız gazete sahibinin değil, bütün vatandaşların bir hakkı hissesi vardır. Zahiren bir gazete kapanmış oluyor, fakat tecavüz edilen hak bütün miletindir.” [79]
13 Şubat 1925’te Şeyh Sait İsyanının çıkması sonrasında, Hüseyin Cahit, Fethi Bey Hükümetini, isyan hakkında yeterli bilgi vermemekle suçlamakta, Hükümetin suskunluğunu olayın önemli olduğunun kanıtı saymaktaydı. 21 Şubat günü birçok Doğu ilinde sıkıyönetim ilan edilmiş, isyanda dini bir niteliğinde bulunduğu açıklanmış, 25 Şubat’ta Hıyanet-i Vataniye Yasasında değişiklik yapılmıştır. Fethi Bey, sertlik yanlılarının İstanbul’da da sıkıyönetim ilan edilmesi yönündeki isteklerini reddetmiş, 2 Mart günü Fethi Bey Hükümeti düşürülmüş ve yeni Kabine İsmet Paşa Başkanlığında kurulmuştur. Yeni Hükümet ilk iş olarak Takrir-i Sükun Yasasını çıkarmıştır[80]. TpCF mensupları, Yasa Tasarısı ile Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek basının ve siyasal muhalefetin üzerine gidilmesinden ve temel hakların çiğnenmesinden kaygılanıyorlardı. Milli Müdafaa Vekili Recep Bey ise, Şeyh Sait İsyanının sorumlusu olarak İstanbul basınını göstermiştir. Yasanın kabulünün ardından, biri Ankara’da ve biri de isyan bölgesinde olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurulmuştur. Hükümet, Takrir-i Sükun Yasasının 1. maddesi hükmüne dayanarak, 6 Mart günü, çoğunlukla muhalif olarak tanınan ve TpCF’nı destekleyen, aralarında Tevhid-i Efkarın da bulunduğu birçok basın organını kapatmıştır. Hakimiyet-i Milliye’de Yakup Kadri, Cumhuriyetin ilanından beri İstanbul basınının Cumhuriyet kurumlarına karşı cephe aldığını ve giderek devlet üzerinde bir “Matbuat Terörü” estirerek, özgürlük maskesi altında devrimi yapan kişiliklere ve kurumlara saldırdığını belirtmekte ve isyandan basını sorumlu tutmaktaydı. Çok sayıda basın organı 6 Mart 1925 günü kapatıldı. Hüseyin Cahit, ertesi günkü yazısında, bundan böyle artık siyasal yazılar yerine hatıra, ilmi makale ve hikayeler yazacağını belirtmekteydi[81]. TpCF’nin İstanbul Merkez Şubesinin 12 Nisan’da aranmasını, Tanin, “Dün Gece Terakkiperver Fırka basıldı” biçiminde duyurunca, bu gazetede 16 Nisan’da süresiz kapatıldı. Tanin Başyazarı ve sahibi Hüseyin Cahit tutuklandı ve 20 Nisan’da Ankara’ya getirilerek Cebeci Hapishanesine konuldu. Tanin davası 8 Mayıs’ta sonuçlanmış, yazdığı muhalif yazılar ve Mahkemedeki ifade ve davranışları ile yasadışı yargılanıyormuş hissi yaratarak kamuoyunu kışkırtmaya çalışması göz önünde bulundurarak, Hüseyin Cahit, Matbuat Yasasının 17 nci maddesine göre sürgün cezasına çarptırılmıştır. Hüseyin Cahit cezasını Çorum’da çekecekti[82]. 1925 yılı ortalarında ise, TpCF kapatılmıştır[83].
Hüseyin Cahit Çorum’da sürgün cezasını çekmekte iken İzmir’de 1926 yılı ortalarında Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik bir suikast girişimi ortaya çıkarılmıştır[84]. İzmir’de 26 Haziran’da başlayan yargılamalar 11 Temmuz’da sonuçlanmış ve toplam 15 kişinin idam kararı 13 Temmuz gecesi infaz edilmiştir. Gıyabında idama mahkum edilen Kara Kemal ise yakalanamamış ancak, intihar etmiştir. Suikastin örgütlü bir girişim olma olasılığını değerlendiren Mahkeme, arkasında eski İttihatçıların da olabileceğine kanaat getirdiğinden, 1923 yılında İstanbul’da Cavit Beyin evinde İttihatçıların yaptığı toplantıyı[85] incelemeye almış ve bu toplantıya katılan İttihatçıların Ankara'da yargılanmasına karar verilmiştir. İstiklal Mahkemesi 17 Temmuz'da Ankara'da çalışmalarına başlamış, Mahkemenin talebi üzerine Hüseyin Cahit 25 Temmuz 1926 günü Çorum Valiliğince sorgulanmış ve 1 Ağustos'ta Ankara'ya gönderilmiştir. Karar duruşması 26 Aralık 1926'da yapılmış, Mahkeme Cavit Bey,[86] Dr. Nazım, Hilmi ve Nail Beylerin idamına hükmetmiş, Hüseyin Cahit ise bu davadan beraat etmiştir. İdamlar o gece infaz edilmiş, Hüseyin Cahit sürgün cezasının da kaldırıldığına ve serbest bırakıldığına dair telgrafı Çorum'da almıştır[87].
Mahkemedeki savunması sırasında, Hüseyin Cahit, Türk Devriminin din ile siyaseti birbirinden ayırmakla sağladığı kazançları[88] ve basın özgürlüğünden ne anlaşılması gerektiğine ilişkin düşüncelerini açıklıyordu[89]. Yalçın, anılarında 1920’li yılları ve Mustafa Kemal’e bakışını şöyle değerlendirmektedir:
“Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, zafer kazanmış, rakipsiz bir yıldız halinde yükseliyordu. Düşüncelerimizin arkasında ve derinliklerinde zafer kazanmış komutan general Napolyon’un gölgesi, belki de açık bir biçimde farkında olmadığım halde yaşıyordu. Cumhuriyeti yapanların cumhuriyet sözünü ağıza almakta beni engellemek istemelerini mantık ve düşünme ile açıklıyamıyordum. Açıklayamayınca da içimde bir düğüm beni sürekli rahatsız ediyordu.”[90]
Mustafa Kemal’in kendileri ile temas kurduğu eski İttihatçılar, Anadolu Hareketi karşısında kendilerinin yaklaşımlarını Mustafa Kemal’e bir mektupla bildirmişlerdir[91]. Yıllar sonra kaleme aldığı anılarında, 1920’li yılların ilk yarısında kendisinin Ankara’ya muhalif gibi algılandığını, bunun bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını belirtmektedir[92].
Yalçın, aynı devrede Ankara Hükümeti ile yıldızının karışmamasının ve muhalif sayılmasının nedenlerini şöyle açıklamaktadır:
“Ankara beni kendisinden uzaklaştırmak için neler yapmamıştır, düşünelim. Daha memlekete ayağımı basmamışken, Düyunu Umumiyeye seçilmeme karşı veto etmiştir. Bu, o mevkiye daha münasip, kendilerince daha emin birisini yerleştirmek lüzumundan ileri gelseydi pekala. Fakat, sırf bana şahsi bir düşmanlık olmak için yapıldı. İstanbul'a geldim, milli hakimiyet hakkında duyduğum hayranlığı ve şükran hislerini hararetle ifade ettim. Yeni rejim kuruldu. Cumhuriyete kavuştuk, diye yazılarımda şenlik yaptım. Bu bir kabahat oldu. İT'de başa geçecek kimse kalmamıştır. Paşa isterse başımıza geçsin, beraber çalışırız dedik. Bizi istemediler. Kenarda durduk. Sonunda Lozan Konferansı'nda Rıza Nur'un entrikaları sebebiyle aforoz edildim. Ecnebi Maliye mümessillerine memleketin menfaatine mugayir (ülke çıkarlarına aykırı) olarak hizmet etmek lekesi üzerime sürülmek istendi. Daha sonra dünyanın kaatillikten de ağır bir suçu ile, vatana ihanet isnadı ile İstiklal Mahkemesine verildim. Bereket versin, orada Lozan ihtilafları ve vatana hiyanet sözleri hakiki çehresi ile meydana çıktı. (...) İşte bu hal karşısında benim Halk Partisine muhalif bir fırkaya girmemden daha tabii bir şey olamazdı. Fakat, girmedim ve girmeyeceğim. Çünkü, serbest ve bitaraf çalışmak istemiyorum. Paşanın yaptığı büyük işlerin hayranıyım. Onun ilan ettiği prensiplere candan bağlıyım. Hükümetin aleyhinde görülebilecek yazılar yazıyorsam da ihtilaf esasta ve prensipte değil, tatbikat ve icraattadır. Buna da düşmanlık denmez. Canla başla hakimiyeti milliye ve demokrasi taraftarıyım.”[93]
SONUÇ
Türk Basın Tarihinde Tanin’in ve Hüseyin Cahit’in (Yalçın) ayrı bir yeri vardır. Üç ayrı devrede de Tanin’in başyazarlığını üstlenen Hüseyin Cahit, 1908 yılından ölümüne kadar (1957) gazetecilik yapmış, üretken ve mücadeleci kimliğiyle adından çok söz ettirmiş, zaman zaman siyasal iktidar ile sorunlar yaşamış ve ikinci Tanin macerası (1922-1925) esnasında İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmıştır.
Tanin, işgal altında bulunan İstanbul’a 15 Temmuz 1922’de dönen Hüseyin Cahit’in (Yalçın) Ekim 1922’de (ilk önce başka adlarla ve daha sonra Tanin adıyla) çıkarmaya başladığı gazetedir. Adı, çoğunlukla muhalif İstanbul basını arasında zikredilen Tanin, 16 Nisan 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu uyarınca kapatılmış ve ikinci Tanin macerası son bulmuştur.
Bu makalede, ikinci Tanin’in, yayın yaşamında olduğu dönemin (1922-1925) siyasal olaylarına (özellikle de, Cumhuriyet’in ilanına ve Hilafet’in kaldırılmasına) bakışı ve siyasal iktidarla ilişkileri ele alınmıştır.
Kimi yazarlar, Hüseyin Cahit’in Mudanya Mütarekesi’nden sonra gelişen olaylar karşısında aldığı tavra bakarak, onun, Anadolu’daki yeni siyasi kadrolarla geçinemediğini, özellikle Lozan Konferansı, Cumhuriyetin ilanı, Hilafetin kaldırılması ve ülkenin yönetim şekli gibi konularda tartışmalar içerisine girdiğini, ancak, onun bu muhalefetinin cumhuriyet rejimine ve bu rejimin temel ilkelerine yönelik olmadığını, bu muhalefetin köklerini I. Dünya Savaşı sonrasında tasfiyeye uğramış ve ülkeyi terk etmiş ve daha sonra geri dönmüş İttihatçılar ile Anadolu’da oluşan yeni iktidar çevresi arasındaki ilişkilerde aramak gerektiğini, isabetle belirtmektedirler. Zira, onlara göre, İttihatçılar yeniden dirilmeye, Anadolu’da oluşan yeni iktidar çevresine ortak olmaya çalışmışlar, Hüseyin Cahit, Tanin de bu girişimin sözcülüğünü ve savunuculuğunu yapmıştır. Mürteci olmayan ve cumhuriyetçi olan Hüseyin Cahit ve Cavit Bey gibiler II. Meşrutiyet devrinde asker kökenli Enver Paşa “diktatöryası tecrübesinin” getirdiği endişeden dolayı Mustafa Kemal Paşa’ya inanmamaktaydılar. Başka bir anlatımla, Hüseyin Cahit’in muhalefetinin bir başka sebebini de, Mustafa Kemal Paşanın tek adamlığa gideceğine dair endişesinde ve Anadolu hareketini yeterince tanıyamamasında aramak gerekir[94].
Tanin ve İstanbul basınının bir bölümü, Cumhuriyet’in henüz yeni inşa edilmekte olduğu o yıllarda, bu hassas durumu yeterince dikkate almadan, siya-sal iktidarı, zaman zaman ölçüyü kaçırırcasına ve kıyasıya eleştirmişlerdir. Hüseyin Cahit’in, eski İttihatçıların önde gelenleri (örneğin, Mehmet Cavid Bey) ile olan yakınlığı, siyasal iktidarın ona ve gazetesi Tanin’e mesafeli bakmasına, ondan kuşkulanmasına neden olmuştur.
KAYNAKÇA
Alemdar, Korkmaz, İletişi m ve Tarih, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2001.
Alpkaya, Faruk, Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşu (1923-1924), İletişim, İstanbul,1998.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Cilt II, (9. Basılış), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969
Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, Bateş A.Ş., İstanbul, 1998.
Azman, Ayşe, Türk Basınında Siyasi Bir Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Bölümü, İstanbul, 1994.
Bengi, Hilmi, Gazeteci, Siyasetçi ve Fikir Adamı Olarak Hüseyin Cahit Yalçın, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000.
Bulut, Süleyman, Hüseyin Cahit Yalçın, Milliyet, İstanbul, 1984.
Cevdet Kudret [Suat Hizarcı], Hüseyin Cahit Yalçın, Varlık, İstanbul, 1957.
Çankaya, Ali Mücellitoğlu, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, Cilt III, Mars Matbaası, İstanbul, 1968-1969.
Çetinkaya, Y. Doğan, “Hüseyin Cahit Yalçın”, içinde, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3 Modernleşme ve Batıcılık, (Ed. Uygur Kocabaşoğlu), İletişim, İstanbul, 2002, s. 314-331.
Gazel, A. Ali, H. Cahit (Yalçın) Bey’in Siyasi Hayatı (1908-1913), (Ya-yımlanmamış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, 1998.
Güz, Türkiye’de Basın-İktidar İlişkileri (1920-1927), Gazi Üniversitesi, Ankara, 1991.
Huyugüzel, Ö. Faruk, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebi Eserleri Üzerinde Bir Araştırma, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İzmir, 1984.
İnuğur, M. Nuri, Türk Basınında İz Bırakanlar, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1988.
Kabacalı, Alpay, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1994.
Kandemir, Feridun, Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler, Ekicigil, İstanbul, 1955.
Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, (2. Baskı), Afa, İstanbul, 1996.
Kili, Suna ve Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri — Senedi İttifaktan Günümüze-, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985.
Mehmet Cavid Bey, Şiar’a Mektuplar, (Yayına Hazırlayan: Şiar Yalçın), İletişim, İstanbul, 1995.
Sancaktar, Fatih Mehmet, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Milli Hakimiyet Düşüncesinin Gelişimi ve Hüseyin Cahit Yalçın Örneği (1908-1925), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2009.
Sezgin, Ömür, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Birey ve Toplum, Ankara, 1984.
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre II, C. 6, İçtima Senesi 1, İçtima: 113, Celse 1 (27.2.1924).
Topuz, Hıfzı, 100 Soruda Başlangıçtan Bugüne Türk Basın Tarihi, Davalar, Hapisler, Saldırılar, Faili Meçhul Cinayetler ve Holdingler, (2. Baskı) Gerçek, İstanbul, 1996.
Türker, Hasan, Türk Devrimi ve Basın 1922-1925, Dokuz Eylül Üniversitesi yayını, İzmir, 2000.
Yalçın, Hüseyin Cahit, “Meşrutiyet Devri ve Sonrası: Atatürk Devri”, Halkçı, (29.3.1954).
Yalçın, Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, (Haz. Rauf Mutluay), (2. Baskı), Türkiye İş Bankası, İstanbul, 2000.
Yalçın, Hüseyin Cahit, Tanıdıklarım, YKY, İstanbul, 2001.
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Yalçın’ın 50 Yıllık Hatıraları: Atatürk Devri”, Halkçı, (22.5.1955).
Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, (2. Baskı), Pera Turizm ve Tic. A. Ş., C. II, İstanbul, 1970.
Yücebaş, Hilmi, Büyük Mücahit Hüseyin Cahit, Kültür Kitabevi, İstanbul, 1960.
Yüksel, Nahit, Fikir Hareketleri Dergisi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2005.