Mondros Mütarekesinin ardından yurdun hemen hemen her yerinde millî teşekküller oluşturulmaya başlanmıştı. Bu çerçevede Isparta’da da çeşitli cemiyetler kurulmuştur. Bunlardan ilki Tahirpaşazade Hâfız İbrahim’in kurduğu Cemiyeti İlmiye’dir[1]. İkincisi ise Akkaşzade Süleyman Turgut’un başkanlığını yaptığı Gençler Yükselme Cemiyeti’dir[2]. Cemiyet-i İlmiye, aynı zamanda “Isparta Millî Müdâfaa-i Vataniye Heyeti” idi ve daha sonra bu teşekkül, “Isparta Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” olarak varlığını sürdürecektir.
Isparta’daki bu millî oluşumlar, Yunanlılar tarafından işgali üzerine ilk tepkiyi 11 Haziran 1919’da Hükümet Konağı önündeki meydanda 15000 kişinin katıldığı büyük bir miting düzenleyerek göstermiştir. Mitingde alınan kararlar İtilâf Devletleri mümessillerine ve Paris Barış Konferansına telgrafla bildirildi[3]. Ayrıca, 20 Haziran 1919’da Isparta’da bir miting daha düzenlenerek, Isparta halkının işgaller karşısındaki tutumu, 21 Haziran 1919 tarihli bir beyanname ile kamuoyuna duyurulmuştur[4].
Düzenlenen mitingler ve çekilen protesto telgrafları, Isparta Millî Müdafaa-i Vataniye Hey’eti adına yapılıyordu ve Tahirpaşazade Hafız İbrahim imzasını taşıyordu. Bu cemiyetin daha sonra, Isparta Sancağındaki bütün Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini çatısı altına topladığını, hatta Burdur’da da bir şube açtığını ve Isparta Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile faaliyetlerini sürdürdüğünü görmekteyiz.
Isparta Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, 7-8 Temmuz 1919 tarihlerinde düzenlenen Birinci Nazilli Kongresi’ne Müderris Eski Müftü Hacı Hüsnü (Özdamar) ile birlikte Uçkurcuzâde Ali Efendi’yi temsilci olarak göndererek, Nazilli Heyet-i Merkeziyesi ile irtibat kurmuş, dolayısıyla Batı Cephesiyle ilk temasını sağlanmış oluyordu[5]. Ağustos 1919 tarihinden itibaren de teşkilat yapısını ve üyeliklerini yenileyerek Heyet-i Temsiliye’ye bağlı bir şekilde faaliyetlerini sürdürdü. Isparta Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin aldığı ilk karar itibariyle (20 Eylül 335 (1919)) Sivas’ta toplanan genel kongrenin kararlarına bağlılığı görülmektedir[6].
Eylül 1919 başlarından itibaren ilçe teşkilatlarıyla yaptığı yazışmalarda da Alaşehir Kongresinin 7. maddesine atıfta bulunularak, Sivas Kongresi kararları gereği Isparta ve havalisinin Alaşehir’deki Millî teşkilatlanmaya dahil olduğu, dolayısıyla Aydın ve Havalisinin gerek asker ve gerek elbise vesair ihtiyaçlarının bu kararlar doğrultusunda karşılanacağı vurgulanıyordu[7].
Bütün Isparta ve Batı Anadolu’da yaşayan Müslüman Türk ahali düşman işgaline karşı canıyla malıyla varını yoğunu ortaya koyarak mücadele ederken, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları gayrimüslim komşuları özellikle de Batı Anadolu’daki Rumlar, Yunanlıların İzmir’e çıkıp doğuya doğru ilerlemelerinden cesaretlenerek, Türk devleti ve milleti aleyhine tutum ve davranışlarda bulunmaya başladılar. Bu davranışları bazen işgal kuvvetlerine tercümanlık, onlar adına ajanlık, Türk halkının ve kuvvetleri hakkında her türlü bilgi ve belgeyi sağlama bazen da işgalciler lehine propagandalar yapma şeklinde tezahür ediyordu. Kısacası bu tür davranışlarla Türk halkının moralini bozuyor, aynı zamanda Yunanlıların işgalini kolaylaştırıyorlar veya işgale zemin hazırlıyorlardı[8].
Bu çerçevede, Yunan işgallerine karşı İsparta’da duyulan tepki ve girişilen protesto hareketleri üzerine, Ispartalı bazı Rumların derhal harekete geçerek Yunan işgal kuvvetleri lehine faaliyetlere başladıkları görülür. Çalışmamızın esasını teşkil eden bu olaylardan ilki; Isparta Rumlarının ileri gelenlerinden Kara Yorgi ve Ali Ulvi’nin faaliyetleridir. Ali Ulvi Boşnak asıllı olup daha önceleri İsparta’da müdde-i umumilik(savcılık) yapmış ve daha sonra İzmir’e yerleşerek avukatlık yapmaya başlamıştı. Yine Isparta’lı önemli tüccarlardan olup İzmir’le ticari ilişkileri dolayısıyla daha sonra İzmir’de Büyük Vezirhan’da halı ticaretiyle meşgul bir kimse idi. Bu iki şahıs, Yunan işgalinin ve ilerleyişinin başlamasının ardından, Haziran 1919 başlarında Yunan Hükümeti tarafından İsparta ve civarına tayin edildiler. Bunların maksatları, İsparta ve havalisinin Yunanistan’a ilhakı ve halktan Yunan askerlerinin buralara girmesi talebini içeren imza toplamak idi[9]. Bunlar önce İzmir’den Denizli’ye gelmişler, orada mutasarrıf Faik Bey’den (daha sonra Tekirdağ Mebusu) yüz bulamayınca İsparta’ya gelmişlerdir. Önceleri ne maksatla geldikleri anlaşılmadığından ihtiyatla karşılanmış, Cemiyetin gençlerinden Uçkurcuzâde Ali Efendi İzmir’de bunların ihanet amacıyla Isparta’ya geldiklerini öğrenince peşlerine düşerek Isparta’ya gelmiş ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti lideri Hafız İbrahim’i durumdan haberdar etmiştir. Cemiyet, gerçek niyetleri anlaşılan bunları gizlice takip ettiği sırada bu iki şahıs, İsparta’lı bazı ileri gelenlerle Darbazoğlu Hakkı’nın evinde toplantı yapıyor ve Yunanlılar ve işgaller lehine onları iknaya çalışıyordu[10]. Orada bulunan pek çok kimse anlattıklarını hoş görmemişler, aralarında münakaşalar olmuş ve toplantı dağılmıştı.
Toplantı ve konuşulanların ayrıntılarından haberdar olan Hafız İbrahim olanları bir türlü hazmedemiyor bu iki şahsın şehirden uzaklaştırılması için kesin tedbir almak istiyordu. En çok zoruna giden de Boşnak Ali Ulvi’nin ihanetiydi. Hafız İbrahim anılarında bu olayı şöyle aktarmaktadır: “Hadiseyi derhal kulağıma ulaştırdılar. Tehevvürümden sabaha kadar çarşafı tura ettim -uyuyamadım- erkenden vakit hâneye gelerek arkadaşlarla konuştuk. Kara Yorgi; her tarafı hain olabilir. İslâm ismini ve kisvesini taşıyan Boşnak Ali Ulvî’yi affedemezdik. Evvelâ onu yere vurmak için tedbir ve bahâne aradık”
Sonunda, Ali Ulvi’nin Ramazan ayı olmasına rağmen bir Rum tüccarın mağazasında oruç yediği haberi alınınca derhal kendisine;
“Isparta’da Ali Ulvi Efendi’ye: Müslümanlığa yakışmayan ahvâle cüret ve halk arasında aleni nakzı sıyâmınız hepimizin teessürünü mucip olmuştur. Sizi bu hal ile aramızda görmekten duyduğumuz nefreti alenî iblâğı vazife biliriz. Haziran sene 335 Ramazan.
Isparta Cemiyeti İlmiye Reisi Tahir Paşazâde İbrahim”
şeklinde bir protesto gönderilmişti. Protestoyu alan Ali Ulvi korkudan titremeye başlamış ve ertesi gün Mutasarrıf Talat Bey tarafından bu iki şahıs tutuklanarak on kişilik süvari jandarmasıyla Akşehir tarafından Isparta’dan sınır dışı edilmişlerdir[11].
Yine bu arada, 1919 Haziranı başlarından itibaren Burdur ve Isparta’dan yerli Rum gençleri, görünüşte seyahat etmek maksadıyla akın akın İzmir’e gitmeye başladılar. İzmir’e giden bu Rum gençleri, gönüllü olarak Yunan ordu ve yerli Rumların kurduğu çetelere katılıyorlardı. Bu durumun fark edilmesi üzerine Rum gençlerinin serbestçe seyahat etmeleri yasaklanmış olmasına rağmen, Rumların çeşitli yollardan İzmir’e akınları devam ediyordu. 7 Haziranda posta treniyle Keçiborlu havalisinden 200’e yakın Rum genci İzmir’e hareket etmişti. İsparta’daki bazı Rum gençlerinin ve Rum tüccarlarının çoğunluğunun her hafta İtalyan otomobilleriyle Antalya’ya oradan da İzmir’e gittikleri ve Yunan ordusuna katıldıkları, bu hareketleriyle bir taraftan da İzmir’in Rum nüfusunu çoğaltmak niyetinde oldukları Isparta polis makamlarınca bildirilmekteydi[12].
Yunan işgalinden aldığı cesaret ve şımarıklıkla Isparta Rumlarının yaptığı taşkınlığa bir örnek de şu şekilde cereyan etmiştir. Bir gün Hafız İbrahim, Pekmez Pazarında Hacı Rüştü Efendi’nin mağazasında arkadaşlarıyla otururken, zamanında babasının ticaret ortaklarından, aile dostları sayılan Batçıoğlu Haralambos ve Panayot isminde iki Rum yanlarına gelerek Isparta’da Millî Mücadele'nin önderliğini yapan Hafız İbrahim’e: “Senin tutuğun yol yanlıştır. Türkiye bir daha dirilemez. Yarın Yunan geldiğinde biz senin hayatını, servetini muhafaza edemeyiz” şeklinde azarlayıcı bir hitapta bulunmuşlardı. Hafız İbrahim de bu iki Rum’a; “-Yunan buraya gelemez maazallah gelirse sizler onu göremezsiniz” cevabını vermişti. Dost bildikleri Rumların bu davranışından etkilenen Hafız İbrahim Hatıratında; “Gerçi korkumuz yoktu. Lakin bu memleketin ekmeğini yemiş, suyunu içmiş kimselerin bu kadar açık ihânetine çok müteessir oldum. Halâsımızı, başımıza bir sahib-i halk olunmasını ulu Tanrımdan yalvardım.” şeklindeki ifadesiyle serzenişte bulunuyordu[13]. Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra bazı yerli Rumlar gibi bu iki Rum da sınır dışı edilirken; “Bizi mukaddes Türk sancağından ayırıp mülevves Yunun bayrağına bürümeyiniz” şeklinde yalvararak Hafız İbrahim’den yardım dilemişlerdi[14].
Yukarıda bahsettiğimiz Kara Yorgi gibi, Ispartalı zengin ve İzmir’le ticari bağlantıları olan başka yerli Rumlar da vardı. Bunlar sanki Yunanlıların eli kolu gibi idiler. En azılıları, Kara Yorgi, Kahyaoğlu Minya, Doktor Alaminyon, Eczacı Bremiye idiler. Bunlardan Minya’nın Latan isminde bir oğlu vardı ve İsparta’da Yunanlılar adına casusluk yapıyor, gizli teşkilatlarının da komite başı idi. Bir gün, İsparta Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin posta sansürü, İzmir’e giden mektupları incelerken, Latan’ın avcı kıyafetiyle silahlı fotoğrafını ele geçirmişti. Fotoğraf masum görünüyordu ama başta Hafız İbrahim olmak üzere Cemiyet ileri gelenleri bundan büyük manalar çıkarmışlardı. Hafız İbrahim anılarında çıkarılan bu anlamı şöyle açıklıyordu: “Biz Rumlar burada müsellâhız taarruza geçiniz, İsparta’yı işgal ediniz.” Bunun üzerine Hafız İbrahim, bütün Rum mahallesinin ve adı geçen Rumların özellikle de Latan’ın evinin gözetim altında tutulmasını yoğunlaştırmış bölgedeki gözcü sayısını arttırmıştı. Milislerine ayrı bir emirle, bulduklarında Latan’ı öldürmeleri emrini vermişti. Ancak bir gece sıkıştırılan Latan, kendisini sipere atıp kurtulmuş ve kaçmayı başarmıştı. O hengamede seken bir kurşunla ihtiyar bir Rum kadın ölmüştür[15].
Kuva-i Milliye’nin Yunanlılara karşı yaptığı mücadelenin desteklenmesi bakımından Isparta önemli bir konumda idi. Bu yüzden cephe gerisinin güvenli olması önemli idi. Cemiyetin sansür görevlileri, Isparta’dan çıkan postaların yanı sıra ticari malları da kontrol ederlerdi. Ticari mallar genellikle Kerim Paşa Hanı’nda kontrol edilir, sakıncalı bir durum görülmezse şehirden çıkışına izin verilirdi. Bu kadar sansüre rağmen Rumlar İzmir ile haberleşmek için her yolu deniyorlardı.
Tahminen, 1920 yılı Ocak ayı sonlarında (20 Ocak 1920)[16], Rum halıcılardan Kahramanoğlu Damiyanos[17], bir balya halıyı sansür ettirmeden İzmir’e kaçırmak istemiş, balyanın yüklendiği araba tesadüfen telefon direğine çarparak kırılmış, halı balyası da düşmüştü. Kerim Paşa Hanı’na getirilen halı balyası kalabalık huzurunda açılmış, kaçırılmak istenen altı balya halının içerisinde bir de Antalya yoluyla İzmir’e ulaştırılmak istenen mektup bulunmuştu. Cemiyet tercümanı Enver Efendi’ye okutulan mektupta:
“Mehmed Efe bura geldi. Ahâliden zorla para toplamakda, gönderilen asker firâr ediyor. Her gün adamlarımız ahâliye fitil veriyor. Ateş alev alıyor kavlar nerede kaldı. Yüz elli daneyiz hazır fitil bekliyoruz. Mehmed ile (Demirci) Ali’nin (Yörük) arası pek fena! Havfından(korkusundan) bura gelmiştir. Latan hükümetle uyuştu. Üç yüz liraya mal olması ne zarar verir....Daha gelmedi. Anahtarı bu hafta gönderiniz.”
Bu şekildeki ibarelerde, Isparta Rumlarınca Yunanlılara, yapılan bazı gizli faaliyetlerle ve Demirci Efe ile ilgili bazı bilgiler veriliyordu[18].
Mektup, o sırada İsparta’da bulunan Demirci Mehmet Efe’ye verilince, Efenin özellikle “Latan hükümetle uyuştu” sözünü görünce kafası karışmış, bunun ne anlama geldiğini anlamak için Mutasarrıf Talat Beyi ve bazı ileri gelenleri yanına çağırarak olayı anlamaya çalışıyordu. Çünkü Latan Hükümetle anlaştı sözünün muhatabı Mutusarrıf Talat Bey idi ve Demirci ondan şüpheleniyordu. Bu hadise üzerine, Rumlardan 30 kadar şüpheli şahıs tutuklanmıştı. Hatta Efe, Mutaf Hamit Ağaya tutuklananların idam edilmesi için gerekli ipleri getirme görevini vermişti. Hafız İbrahim’in araya girmesiyle tutuklulardan bir kısmı serbest bırakıldı. Suçu sabit bulunan Damiyanos, Demirci Efe’nin kızanları tarafından öldürüldü. Hafız İbrahim anılarında bu olayı şöyle anlatır.
“Enver Bey mektubu olduğu gibi (tercüme ederek) bana haber vermeden Demici’ye götürüyor. Meali anlaşılınca Mehmet Efe küplere biniyor. [Latan hükümetle uyuşdu] cümlesi zihnini bulandırıyor. Hepimizi telaşa düşürdü. Talat Bey’i ve bazı zevâtı celb ediyor. Rumlardan otuz kadar şüpheli eşhası da dâirenin bodrum katına hapsediyor. İdamları için de Mutaf Hamit Ağa’ya kâfi miktar ip getirtiyor. Balya sahibi Kahramanoğlu Yordanaki kapı önünde diz çökmüş, ölümünü bekliyor. Haber aldım. Acele aşağıya indim. Merdiven önüne geldiğimde iki efenin kalın sopaları arasında Yordan yalvarıyor. Benden şefâ’at umuyor. İki vurmada canını çıkardılar. Demirci’nin yanına girdiğimde -gözleri çanağından çıkmış, kabına sığamıyordu. Hükümet erkânı korku içinde memhû tabiri tekzip ve tevîl ile uğraşıyordu. Rumlar da ölüme hazırlanıyordu. Hepsi ölsünler. Yeter ki memleket sağ olsun! Lâkin Mehmet Efe’yi bilirim. Gözlerini kan bürürse önü alınmaz efelik kanununda idam olanların her şeyleri mübah ve yağma lazımdır. Bu sırada memleket yanlışlıkla zarar ve ızdarâba uğrayacaktır. İsabetsizliğe ve civârımızdaki düşmanlara fırsat vermiş olacağız. Bunları bir lahzada zihnimden geçirdim vehâmetinden ürktüm. Kimse de söz söylemek kudret ve cesareti kalmadığından vazife Nazım Bey’le ikimize düşüyordu. Nazım Bey’e sokuldum. Aman çare arayalım dedim. Demirci’ye yaklaştık. [Latan hükümetle uyuşdu, üç yüz liraya mâl oldu.] Ne demektir? Talat Bey ve arkadaşlarını sıkıştırıyordu. Bu mühim işin fevkalâde salâhiyetli mahkeme ile cezalandırılmasına Efe ’yi iknâ ettik.”
Tutuklanan Rumların bazıları serbest bırakılırken bazıları da derhal hapishaneye sevk edildiler. Bu olay üzerine, 21 Ocak 1920’de, İsparta’daki bütün Rum evleri, kilise ve okulları arama yapılmasına karar verilmiş, bu yolda planlar yapılarak şehirdeki bütün Rum mahalleleri ablukaya alınmış, iki gün boyunca aralıksız ve istisnasız aranmıştı[19].
“Mektup Meselesi” olarak bilinen ve Ankara’da Mustafa Kemal’e ve İstanbul hükümetine kadar devletin bütün yüksek makamlarına intikal eden bu Rum casusluk faaliyeti, adalet önüne çıkarılmış ve suçlular cezalandırılmıştır[20].
Hemen hemen bütün Yunan işgali altındaki ve işgali düşünülen yörelerdeki Rum ahali gibi İsparta’daki yerli Rumlar da Yunanlılar lehine faaliyetlerde bulunmuşlardı. Ancak cepheden uzaklığı ve cephenin her türlü ikmalinin yapıldığı yer olması bakımından İsparta’da güvenlik üst seviyede idi. Öyle ki Denizli’nin işgali tehlikesi karşısında şehirdeki Rum ahalinin İsparta’ya sürgün edilmesi bile bu güven ve emniyetin göstergesiydi. Bu bakımdan, İspartalı bazı yerli Rumlar şehirdeki Millî Mücadele aleyhindeki faaliyetlerinde bu güvenli ortamı ve asıl önemlisi, Millî meselelere duyarlı şehir halkını ve İsparta Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini göz ardı etmişlerdi. Bunun sonucunda da amaçlarına ulaşamamışlar, zaferin kazanılmasından sonra da büyük bir bölümü İsparta’yı terk etmişler, bir bölümü de Mübadele Yasasıyla Yunanistan’a gönderilmişlerdir.