Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu
Osmanlı Devleti, Ortadoğu’yu egemenliği altına aldıktan sonra, bölgenin siyasal, sosyal, kültürel ve tarihî özelliklerini göz önünde bulundurarak, aşırı merkeziyetçi olmayan bir yaklaşımla yönetti. Özellikle Türkler, Araplara “kavm-i necib” gözüyle baktılar.[1] Din kardeşliğine dayalı statüko 19. yüzyıla kadar korundu. Ancak, Fransız Devrimi’nden sonra Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı işgal ederek Suriye’ye yönelmesi statükonun değişmesine ve Ortadoğu’nun dış kaynaklı bir sosyal değişime uğramaya başlamasına yol açtı. Napolyon yayınladığı bildirilerde Fransız Devrim ideolojisinin ilkelerini ve İslâmî terminolojiyi birlikte kullandı.[2] Bildirilerdeki söylem, Mısır siyasal eliti ve aydınları üzerinde etkili oldu ve bir modernleşme paradigmasının gündeme gelmesine zemin hazırladı. Arap uyanışına tekabül eden bu paradigma, Osmanlı karşıtı bir söylemin üretilmesini doğurdu.[3]
19. yüzyıl boyunca başta İngiltere ve Fransa olmak üzere sömürgeci devletlerin müdahalelerde bulunması, Batılı siyasal düşüncelerin sızması, Batılı eğitim sistemiyle yetişen bir kuşağın yetişmesi, artan bir hızda ticari etkileşimin gerçekleşmesi, Arap dili ve edebiyatının ihya edilmesi, matbaanın kullanılması ve gazetelerin yayınlanmaya başlaması gibi etkenler Arap milliyetçiliğinin oluşumunu hızlandırdı.[4] Bu süreçte misyonerler kilit rol oynadı. Zira bölgede, Fransız Cizvit ve Lazaristlerinin, Amerikan Protestanlarının ve Rus Ortodokslarının misyonerlik faaliyetleri ve okulları vardı. Özellikle Protestanların bir kolu olan Amerikan Presbiteryenlerinin 1866’da Beyrut’ta kurduğu Suriye Protestan Koleji (daha sonraları Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne dönüştü) Amerikan liberalizminin Arap dünyasına taşınmasında önemli rol oynadı.[5]
Ünlü Arap aydını Reşid Rıza, misyonerleri Batılılar tarafından “Müslüman topraklarının barışçıl bir biçimde kuşatılması ve fethi” için kullanılan bir orduya benzetti. Gerçekten de Kardinal Lavigerie ve misyonerleri Suriye’deki faaliyetleriyle Fransa’ya “bir ordunun, bir donanmanın yapacağı hizmetten fazlasını yaptılar.”[6]
Arap milliyetçiliği, 19. yüzyılın sonlarına kadar siyasî ya da ayrılıkçı olmaktan daha çok, kültürel bir nitelik taşımıştı. Ancak bazı Batılıların, bölgenin Müslüman ve Hristiyan Arap aydınlarının ortaklaşa kurdukları örgütlerle hızla siyasallaştı.[7] Padişah II. Abdülhamit döneminde kurulan bazı örgütler ve bu örgütlerin yayınları sonucu Suriye’de, Türk karşıtlığı bir ivme kazandı. [8]
Osmanlının bu çalkantılı döneminde II. Abdülhamit’in yönetimine karşı geliştirilen muhalefet hareketine bazı Arap aydınları da katıldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin erken dönemlerinde Emin Arslan liderliğinde Keşfülnikap, daha sonraları ise Halil Ganem’in Türkiye-el-Fettat adlı gazetesinin etrafında toplanan Türk-Suriye Cemiyeti üyeleri, Suriye bölgesindeki sosyal, kültürel ve dinî farklılıkların giderilmesine öncelik vermekle birlikte, Osmanlıcı bir projeye sıcak yaklaşmışlardı. Anayasal bir meşruti düzende reform yapılmasını arzulamışlardı.[9] Bazı Arap aydınları Meşrutiyet’in ikinci kez ilanını desteklediler. Ne var ki 20. yüzyıla girerken, Arap milliyetçi hareketi azımsanmayacak bir mesafe almıştı. Bu nedenle II. Meşrutiyet döneminde açık ve gizli birçok Arap örgütü kuruldu. [10]
Türk-Arap ilişkilerindeki kırılganlık ve şüpheler, dış politikada art arda başarısızlıklara uğranılması, Trablusgarb ve Balkan Savaşları sonucunda büyük miktarda toprak kaybedilmesi, İttihat ve Terakki Cemiyet tarafından merkeziyetçi ve Türkleştirme politikası uygulanması gibi etkenlerden dolayı arttı.[11]
I. Dünya Savaşı’nın çıkması ve İngiltere ile Fransa’nın Ortadoğu’nun siyasi haritasını değiştirmeye yönelik çabalarına hız vermesi 400 yıllık beraberliğin sonunu getirdi. Savaşın ilk yıllarında Arapların bir bölümü hilafet ve saltanata sadık kalmalarına rağmen, etkili olan diğer Arap ileri gelenleri ise kendi devletlerinin kurulması anının geldiğini düşündüler.[12] Dördüncü Ordu Komutanı Cemal Paşanın Suriye’deki Osmanlı karşıtı hareketleri sert önlemler alarak bastırmaya çalışması ve ileri gelen bazı Arapları idama mahkum etmesi, bölgedeki Osmanlı imajını daha da sarstı.[13] Halifenin 14 Kasım 1914’te yayınladığı cihad fetvasına sırt çevrildi. Bazı İngiliz diplomat ve ajanlarıyla haberleşen Şerif Hüseyin ve oğulları, 10 Haziran 1916’da İttihat ve Terakki yönetiminin merkeziyetçi ve modernist olduğunu öne sürerek, Büyük Arap Ayaklanmasını başlattılar.[14] Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal’ın ayaklanmadan bir gün önce Cemal Paşa’ya gönderdiği tehditkâr bir notta, öteden beri ifade edilen Arap talepleri tekrarlandıktan sonra, ne islâmla ne de Araplıkla ilgisi bulunan bir dava için kendilerini kurban etmeyeceklerini ve bundan sonra “Arap Ümmeti” ve “Türk Ümmeti” arasında bir ilişki olmayacağını bildirdi.[15] İngiliz güçleriyle birlikte hareket ederek Osmanlı askerlerini arkadan vuran ayaklanmacı Arapların bu tutumu, cephede kendilerini İngilizlere karşı Araplar da dahil olmak üzere bütün Müslümanların koruyucusu olarak gören subaylar tarafından ihanet olarak nitelendirildi. Bu subaylar özellikle uçsuz-bucaksız çöllerde yaralı askerlerin öldürülmesini affetmediler.[16]
Türk kamuoyu ise, ayaklanmacı Arapların Müslümanların lideri halifeye sırtlarını dönmesine, yabancı askerlerin kutsal topraklara girilmesine yardımcı olunmasını ve on binlerce Türk askerinin çölde ölümüne yol açılmasının şokunu uzun süre üzerinden atamadı.
Arap Bağımsızlık Mücadelesi Döneminde Türk-Arap İlişkileri
Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra İngiltere ve Fransa, başta Sykes-Picot gizli antlaşması ve çeşitli diplomatik girişimler sonucu hazırlanan belgelerin ışığında bölgeyi paylaştılar.[17] Fransa; Suriye ve Lübnan’da, İngiltere ise Irak, Filistin ve Ürdün’de manda rejimleri kurdular.[18] Ortadoğu’nun sınırlarını yapay bir şekilde çizdiler. Özellikle 2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri B akanı’nın Siyonist Liderlerden Lord Rothschild’e tarihe “Balfour Bildirisi” olarak geçecek bir mektup göndererek, “Majesteleri Hükûmeti’nin Musevi halkı için Filistin’de bir millî yurt kurulmasını olumlu mütaala etmekte olduğunu” bildirmesi yeni sorunların ve çatışmaların kaynağı oldu.[19] Bu girişimle İsrail’in kurulmasının altyapısı hazırlandı.
Emir Faysal ve diğer Arap liderleri, savaş boyunca kendilerine vaat edilen bağımsız Büyük Arap Devleti’nin bir kandırmaca olduğunun farkına vardılar. Bazıları ciddi bir biçimde Osmanlı karşıtı tutumlarından ötürü pişmanlıklarını itiraf ettiler. Filistin Meclisleri Yüksek Komitesi, 27 Kasım 1919’da Kudüs’teki ABD temsilcisine yazdığı şu satırlar pişmanlığın kanıtı niteliğindedir: “Zayıf Arap milletinin parçalanması için çalışan en büyük düşman sanılan Türkiye, bizi bu yavaş ölüme mahkum edecek kadar zalimleşmemişti. (...) Eğer Türkiye’ye karşı baş kaldırdıysak, bu sadece haklarımızı öne sürmek içindi ve ittifakımızın ülkemizi böleceğini ve ardından da sömürgeleştireceğini önceden görebilseydik Türklere husumetimizi ilân etmezdik.”[20]
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun hızla işgal edilmesi, vaat edilen Büyük Arap Devleti yerine Arap topraklarının bölünerek Irak, Suriye ve Filistin’de manda rejimlerinin kurulması Türk-Arap ilişkilerinde yeni bir evrenin başlangıcına işaret etmektedir. TBMM Hükümeti, Suriye’deki gelişmelere kayıtsız kalmadı, bölge halkının kanaat önderleriyle ilişki kurdu ve anti-emperyalist yerel grupları teşvik etti.[21]
Türk Kurtuluş Savaşı’nın ana hedeflerini içeren Misak-ı Millî belgesinin 1. maddesinde Arapların kaderlerini belirleme hakkına işaret edilmişti.[22] Ancak, TBMM Hükümeti’yle bağını kesmeyen bazı cemiyet ve Arap aşiret liderleri birleşme isteğinde bulunmuşlardı. Bu çabalardan biri de Suriye’de faaliyet gösteren İttihad-ı İslâm Cemiyeti idi. Bu Cemiyet adına 600 ileri gelen Suriyelinin imza attığı bir mektup Ankara Hükümeti’ne gönderildi. Mektupta kullanılan dil öteden beri sürdürülen birlikteliğin sürdürülmesi yönündedir.[23]
Emperyalistler tarafından aldatıldıklarının farkına varan başta Emir Faysal olmak üzere bazı Arap ileri gelenleri Mustafa Kemal Paşa ile işbirliği arayışına girmişlerdir. Bu sürecin ilgi çekici gelişmelerinden birisi de saltanat ve hilafete bağlı bazı Suriyeli Arapların, Fransız mandasına karşı Mustafa Kemal Paşa’yla diyaloga girerek, Suriye, Irak ve Türkiye’yi içine alan bir konfederasyon kurulmasını istemeleridir.[24] Anti-emperyalizm ve mazlum ulusların uyanışı söylemini büyük bir inançla savunmuş olan Mustafa Kemal Paşa, gerçekçi bir tavırla bu tür projelerin uygun bir dönemde ele alınmasını önerdi: “Dedik ki, artık hudud-u millimiz dahilinde bulunan menabii insaniyeyi ve menafii umumiyeyi hududumuzun haricinde ısraf etmek istemeyiz. Fakat ittihat, kuvvet teşkil edeceğinden bütün alem-i İslâmın manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehid olmasını şüphe yok ki büyük memnuniyetle karşılarız ve bunun içindir ki bizim kendi hududumuz dahilinde müstakil olduğumuz gibi, Suriyeliler de hudud-u dahilinde ve hâkimiyet-i milliye esasına müstenid olmak üzere serbest ve müstakil olabilirler. Bizimle itilaf veya ittifakın fevkinde bir şekil, ki federatif yahud konfederatif denilen şekillerden birisi ile irtibat peyda edebiliriz.”[25]
TBMM Hükümeti, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında İngiltere’nin ve Fransa’nın Ortadoğu’daki varlığını kabul etmediğini ve Arap bağımsızlık hareketlerini desteklediğini her fırsatta ifade etmişti. Türkiye’nin emperyalist Batı’yla hesaplaştığı Lozan Barış Konferansı sırasında Türk Heyeti Başkanı Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Ocak 1923’te yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan, Suriye, Lübnan, Irak, Filistin ve Ürdün’e zorla uygulanan manda rejimlerini tanımadığını açıkladı.[26] Türkiye, Lozan’da Misak-ı Millî hedeflerine tam olarak ulaşamamasına rağmen irredentist bir politika da izlemedi.
Lozan’dan sonra Türk-Arap ilişkilerinde 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Suriye sınırları içinde kalan Sancak (Hatay), Lozan’da çözümlenemeyen Musul Sorunu ve Türkiye’nin modern laik bir devlet kurmaya yönelik girişimi belirleyici oldu. Özellikle hilâfetin kaldırılması eleştirilere uğradı.[27] Musul, 5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan Ankara Antlaşması’yla Irak’a terk edildi. Paradoksal bir şekilde Mustafa Kemal Paşanın bu zor tarihi süreçte Arap dünyasıyla ilişkilere önem verdiği, adeta bir restorasyon hamlesi başlattığı görülmektedir.
Başta Irak Kralı Faysal olmak üzere birçok Arap lideri ile bir araya geldi. Irak Kralı Faysal, 3 Kasım 1927’de Londra’da Türkiye Büyükelçisi Ahmet Ferit Beye (Tek) Türkiye’deki modernleşme hareketlerine ve Mustafa Kemal Paşa’ya hayranlığını şu sözlerle dile getirdi: “Iraklılar ve ben Türkiye’deki terakkiyat ve inkılâbatı fevkalade takdir ve takip etmekteyiz. Gazi Paşa Hazretlerinin muvaffakiyatına hayran olmamak ve dehasına hürmet etmemek kabil değildir. .. Bütün Asyaî milletlere numune-i imtisal olacağınız şüphesizdir.”[28]” Kral Faysal’ın yakınlaşma çabaları, bu liderin 6-7 Temmuz 1931’de Ankara’yı ziyaretiyle üst düzeye çıktı.[29] Birinci Dünya Savaşı dönemine ait kötü anılar silinmeye çalışıldı. Dolayısıyla Türkiye’nin 1920’li yılların sonlarından itibaren Ortadoğu ülkeleri üzerindeki etkisi arttı ve bazı Arap entelektüelleri tarafından bir cazibe merkezi olarak görülmeye başlandı. 1930’lu yılların sonlarına doğru Türkiye ile bazı Arap devletleri arasında sıcak ilişkiler kuruldu. Irak Dışişleri Bakanının Nisan 1937’de Türkiye’ye yaptığı ziyarete, 22 Haziran 1937’de Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve İktisad Bakanı Celal Bayar karşılık verdiler. Irak Dışişleri Bakanı Naci Elasil Türk-Irak dostluğunun tarihi ve coğrafi etkenlerin doğal sonucu olarak geliştiğini belirterek, Türkiye’yi örnek aldıklarını açıkladı.[30] İki ülke arasında iktisadi işbirliği kararı alındı.[31]
1920’de Fransa’nın Suriye’yi parçalayarak oluşturduğu Lübnan ise etnik ve dinsel karışıklığa rağmen, Türkiye’yi bölgesel bir güç olarak kabul etti. Lübnan halkının bir kısmı Türkiye’ye ve Atatürk’e yakınlık duyduklarını çeşitli vesilelerle dile getirdiler.[32] Şarkî Ürdün Emiri Abdullah’ın 31 Mayıs 1937’de Ankara’ya ziyaret etmesi ve “bu terâkki ve teali Hak’kın bütün şark milletlerine büyük bir lûtfu olan bir Ataya malik olmanın ve ona sımsıkı sarılmanın eseridir” diyerek dostluk kurmaya çalışması, Türkiye’nin Orta Doğu'ya yönelik politikasının farklı bir yansımasını oluşturdu.[33]
Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını pekiştiren en önemli gelişmelerden birisi de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’nın yer aldığı Sadabad Paktı’nın kurulmasıdır.[34] Pakt’a Mısır ve Suudi Arabistan da bölgesel işbirliğini geniş bir coğrafyaya yaymak amacıyla dahil edilmek istendi. Ancak başarılı olunamadı. Fakat Pakt’la, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ilişkileri doruk noktasına ulaştı.[35]
Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Pakt’ın dengeli ve zaman zaman aktif bir dış politikaya tekabül ettiğini yıllar sonra bir yazısında şöyle yorumlamıştı: “O zamanki şartlara göre, biz, anlayışımıza uygun olarak, bütün Orta Doğu’yu kaplayacak bir dostluk halkaları camiası kurmaya çalışıyorduk. Bu camianın yüzeyinin Balkanlar dahil, Avrupa güneyinden Uzakdoğu hududuna kadar olmasını istiyorduk. …bütün bu sahayı, İngiltere ile Sovyetler Birliği arasında tarafsız bir dostluk camiası haline getirmek için çalışıyorduk.”[36]
Türkiye, Tevfik Rüştü Aras’ın altını çizdiği hedefe ulaşabilmek için Sadabad Paktı’nın dışında kalan Mısır’la ilişkilerini geliştirdi. Kral Faruk’un 1936 yılında tahta geçmesiyle aşama kaydeden ilişkiler, 7 Nisan 1937’de iki ülke arasında dostluk antlaşması imzalamasıyla ivme kazandı.[37] Mısır aydınları Türkiye’deki modernleşmeyi büyük bir ilgiyle izlemişlerdi. Mısır’ın en büyük gazetelerinden bir olan El-Mukaddam’ın sahibi ve başyazarı, aynı zamanda parlamento üyesi olan Halil D. Tabit Bey, İstanbul ziyareti sırasında, “Yeni Türkiye’ye karşı bütün Mısır’da derin bir muhabbet, bir alaka ve hürmet vardır. Hepimiz büyük ıslahatçı Atatürk’ün zekâ, cesaret ve kabiliyetlerine hayranız”[38] diyerek gelinen noktanın altını çizmişti.10 Nisan 1938’de Tevfik Rüştü Aras’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez bu ülkeyi ziyaret eden Türk Bakanı olması, Mısır kamuoyundaki olumlu Türk imajını daha da pekiştirdi. El-Ahram Gazetesi, bu ziyaretin aynı zamanda Mısır’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra ülkeye gelen ilk Dışişleri Bakanının Tevfik Rüştü Aras olması nedeniyle daha da anlamlı olduğunu belirtti.[39] Hükümetin yayın organı El-Siyase Gazetesi ise Türkiye’deki hızlı modernleşmeyi övdükten sonra Mısır’ın Sadabad Paktı’na girmemesinin gerekçelerini açıkladı: “Mısır da Şark paktına iltihak etmeyi çok isterdi. Fakat bir takım harici taahhüdleri buna mâni olmaktadır. Mısır’ın askeri kudreti arttığı vakit mezkûr pakta o da girecektir. Bununla beraber Türkiye her zaman Mısır’ın dostluğuna güvenebilir.”[40]
İki ülke arasında 11 Nisan 1938’de dostluk antlaşması teati edildi. Mısır Dışişleri Bakanı Abdülfettah Yahya, törende yaptığı konuşmada, tarihin iki ülkeyi beraber yürüttüğünü, mukadderatını birleştirdiğini ve Türkiye’nin Akdeniz’de barışı devam ettirmeye çalışan en büyük güç olduğunu açıkladı.[41]
1930’ların ikinci yarısından itibaren Mısır’daki gelişmeleri büyük bir dikkatle takip eden Türk basını, bu ziyarete de geniş yer ayırdı. Yunus Nadi, “Geçmiş asırların karışık labirentlerinde Türk-Mısır münasebetlerine dair tetkikat yapmağâ kalkacak olursak düzinelerce cildin kâfi gelmeyeceği muhakkaktır. Fakat buna ne lüzum var?” diyerek geçmişin olumsuzluklarının unutulmasını, aksine Türk Kurtuluş Savası’nda Mısır halkının Türkiye’ye olan hissiyatını ve yardımlarını hatırlamanın daha yerinde olduğunu belirtti. Yeni dönemde ise çeşitli alanlarda işbirliği yaparak “sulh ve medeniyet yolunda” birlikte ilerlemeyi önerdi.[42]
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın bu gezisi, iki ülkenin dostluk ilişkilerini sıkı bir şekilde sürdürebileceklerini, ancak Mısır’ın Sadabad Paktına girmeyeceğini ortaya çıkarmıştı. Buna karşılık paradoksal bir şekilde Mısır kamuoyunun Türkiye’ye karşı olan olumlu yaklaşımını ise daha da arttırmıştı.
1930’ların ikinci yarısında, 19. yüzyılda başlayan Arap milliyetçiliğinin etkisiyle gölgelenen ve zaman zaman ayaklanma boyutuna ulaşan ilişkiler normalleşti. Atatürk’ün yapıcı ve barışçı yaklaşımının sonucunda da önemli mesafe alındı. Fakat etkin güç birliği oluşturulamadı.
Hatay Devleti ve Arap Dünyası
Misak-ı Millî sınırları içinde yer almasına karşın, 20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi ile Suriye sınırları içinde bırakılmak zorunda kalınan Sancak, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra gündemden düşmedi. Mustafa Kemal Paşa, Lozan Barış Konferansı’nın kesintiye uğradığı 15 Mart 1923’te Adana’ya yaptığı bir gezide, Sancak Sorunu’nun dış politikanın öncelikli konuları arasında yer alacağının mesajını verdi. Sancak göçmenlerinin de yer aldığı karşılama töreninde, siyahlara bürünmüş, elleri kolları zincirli Ayşe Fitnat adında genç bir kız öğrencinin “Gazi Paşamız bizi kurtar” sözüne, “40 asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz” cevabını vererek kararlılığını gösterdi.[43] Türkiye’deki bazı resmi kurumların, Adana’ya göç eden Sancaklı Türkler tarafından kurulan İskenderun ve Havalisi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni desteklemeleri bu kararlılığın önemli bir göstergesi oldu. Ancak, Sancak Türklerinin Lozan’daki Türk heyetine ve Ankara’daki üst düzey yöneticilere Türkiye’ye katılma konusunda yaptıkları başvurular olumlu sonuçlanmadı ve Lozan Barış Antlaşması’yla Sancak’ın Suriye sınırları içinde kalmasına onay verildi. Hiç kuşkusuz siyasal konjoktürün dayattığı bu karar geçici olarak değerlendirildi.
Fransız manda yönetimi, tüm bölgeye yayılan Arap milliyetçiliğini sindirmeye çalıştı. Daha önce Halep, Şam, Lübnan ve Alevi (Lazkiye) biçiminde dörde ayırdığı Suriye’de yeniden bir yapılandırmaya giderek, Halep ve Şam’ı Suriye Devleti adı altında birleştirdi. Sancak’ı da Şam’a bağladı. Bu aşamada Türk basını konuyla yakından ilgilendi.[44] Türk ve Fransız tarafları sorunların büyümesi karşısında sınırın tam olarak tespit edilmesi için 1921 tarihli Ankara İtilafnamesi’nin 8. maddesine göre daha önce belirlenmesi gereken, komisyonun kurulması için 30 Mayıs 1925’de Halep’te bir protokol imzaladılar. Fransa’nın Suriye-Lübnan Yüksek Komiseri De Jouvenel başkanlığında bir delegasyon Ankara’ya gelerek, 30 Mayıs 1926’da “Türkiye Cumhuriyeti ile, Uluslararası Bağıtlar Gereğince Suriye-Lübnan Üzerinde Sahip Olduğu Yetkiye Dayanarak Davranan, Fransız Cumhuriyeti Arasında Dostluk ve İyi Komşuluk İlişkileri Sözleşmesi”ni onayladı. 15 maddelik sözleşmeye beş protokol ve bir mektup eklendi.[45]
Bu diplomasi sürecinde Şam’da Ahmet Nami Beyin başkanlığında bir hükümet kurulunca, Sancak’ta bağımsızlık yönünde bir hareket başladı.[46] De Jouvenel 4 Nisan 1926’da yayımladığı bir kararla, Sancak’ta seçimlere gidileceğini, seçimlerde belirlenecek olan dört temsilcinin mevcut sekiz temsilciye eklenmesiyle 12 üyeli bir “Millet Meclisi” kurulacağını ve bu Meclis’in Sancak’ın gelecekteki statüsüne karar vereceğini bildirdi.[47] Nitekim bu Meclis, Sancak’ın bağımsızlığını ilan etti ve bir Anayasa hazırladı.[48] Fransız Yüksek Komiseri Suriye’deki Arap milliyetçilerinin yoğun tepkisi üzerine Sancak Hükûmeti’nin adını Şimali Suriye Hükümeti olarak değiştirdi. 12 Haziran 1926’da Sancak Meclisi bağımsızlık kararını geri aldı.[49] Suriye’de 1928’de yapılan seçimler sonucu oluşturulan Kurucu Meclis, hazırladığı Anayasaya ek olarak “İskenderun Sancağı Statü Organiği” adında bir belge oluşturarak idarî, malî ve kültürel özerkliğin sınırlarını belirledi. Belge, 1930’da Cemiyeti Akvam’da Mandalar Komisyonu tarafından kabul edilerek, Sancak’ın statüsü uluslararası güvenceye bağlandı.[50]
Sancak Sorunu’nda asıl kırılma noktasını oluşturan gelişme, Leon Blum başkanlığındaki sol-liberal Halk Cephesi Hükümeti’nin 9 Eylül 1936’da Suriye’ye bağımsızlık öngören Fransa-Suriye Dostluk ve İttifak Antlaşması’nı imzalamasıdır. Antlaşmada, Sancak’la ilgili bir madde bulunmamasına karşın, 3. maddede, “Fransa’nın, Suriye ile ilgili olarak ya da onun adına imzaladığı uluslar arası antlaşma ve sözleşmelerden doğan hak ve yükümlülüklerinin, mandanın sona erdiği ... Suriye hükümetine devredileceği” hükmüne yer verilmişti.[51]
Sancak’ın özel statüsünü kaybetme riskini taşıyan ve hatta sıkı bağlarla Suriye’ye bağlanmasını gündeme getirebilecek olan bu antlaşma, başlangıçta Türk kamuoyu ve resmi makamlarınca ihtiyatla karşılandı. Türk dışişleri yetkilileri Paris’ten dönen Suriye heyetiyle yaptıkları görüşmeden bir sonuç alamadılar. Gelişmeleri yakından izleyen Mustafa Kemal Atatürk, Fransa-Suriye Dostluk ve İttifak Antlaşması’nın imzalanmasından birkaç gün sonra Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’a, Sancak’ta Türkiye’nin garantisi altında müstakil bir Türk Devleti’nin kurulması projesinin uygulanacağını söyleyerek, uzun soluklu bir diplomatik sürecin başlayacağının işaretini verdi.[52] Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözleri aynı zamanda Sancak konusunun bir kampanyaya dönüşmesini sağladı. Basın, içinde bol miktarda “milli dava” sözcüklerinin geçtiği yazılar yayımlamaya başladı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “müstakil Hatay Türk Devleti” tezi 26 Eylül 1936’da Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, tarafından Milletler Cemiyeti’nde dünya kamuoyuna açıklandı.[53] Böylece Türkiye, nüfusun büyük çoğunluğu Türklerden oluşan Sancak’ın kendi kendini yönetme sorununu uluslararası platforma taşımış oldu.
Türkiye, Fransa Hükûmeti’ne 9 Ekim 1936’da bir nota vererek, diplomasi atağını üst düzeye çıkardı. Notada, Sancak ahalisine kendi kendilerini yönetecek olanağın tanınmasına medar olacak bir rejimin verilmesi istendi.[54] Fransa’nın cevabının beklendiği bir sırada, Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936’da TBMM’nin 5.Dönem, 2. toplanma yılını açış konuşmasında, Türkiye ile Fransa’nın arasında tek ve büyük meselenin “hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve Havalisinin mukadderatı” olduğunu ve bunun üzerine “ciddiyetle ve kabiliyetle” durulmasının zorunlu olduğunu kamuoyuna açıkladı.[55] Sancaklı Türk liderler Mustafa Kemal Atatürk’ün Meclis’i açış konuşmasının Sancak’ı ilgilendiren kısmını çoğaltarak halka dağıttılar. Halktan bazıları da Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğraflarını ve konuşmasını kartpostal haline dönüştürerek, altın yaldızlı çerçevelerle evlerine astılar.[56]
Sancaklı Türklerin kurtarıcı olarak gördükleri Mustafa Kemal Atatürk, rasyonel, sabırlı ve örgütlü bir mücadeleden yanaydı. Öncelikle Antakya-İskenderun ve çevresinin Hatay olarak adlandırılmasını ve bölgeye yönelik faaliyet gösteren derneğin adının da Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak değiştirilerek güney kentlerinde şubeler açmasını istedi[57].
Bazı Türk aydınları Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı tutumuna ve Hükûmet’in diplomatik baskısına paralel olarak, dönemin dil ve tarih tezleri ekseninde bölgenin Türk sakinlerinin “Eti Türklerinden” geldiğini kanıtlamaya çalıştılar. Bunların içinde en çarpıcı olanlarından biri Siirt Milletvekili İsmail Müştak Mayakon’ın yaklaşımıdır. Mülkiye Mektebi mezunu ve uzun süre çeşitli gazetelerde yazarlık yapan İsmail Müştak Bey, Antakya, İskenderun ve havalisinin sahibi olan Türklerin Orta Asya ve Altaylardan kalkarak önce Asya, daha sonra da bütün dünyaya yayılan Türklerin bir parçası olduğunu öne sürdü: “Bunların bir kısmı Çin’in şimaline gidip orada yerleşmişler ve o havaliye kendi isimlerini vermişlerdir. Çin’in şimalindeki memleketler tarih kitaplarında halâ (Hatay) diye zikr olunmaktadır. ... İşte bugün Antakya, İskenderun ve havalisinde yaşayan Türkler o Hatay Türklerinin çocuklarıdır... Hatay, Hata, Ata, Eti: bunlar aynı şey, aynı kökten gelen ve hepsi aynı mâna ifade eden Türk kelimesidir.[58]”
Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin kurumlan ve kamuoyuyla soruna sahip çaktığını göstermektedir.[59] Sorunun gittikçe karmaşıklaşması ve Türkiye’yi daha fazla karşısına olmak istemeyen Fransa, konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürme kararı aldı. Türkiye’nin de uygun görmesiyle Milletler Cemiyeti 14-16 Aralık 1936 tarihleri arasında sorunu tartışarak, çözüme ulaşmaya çalıştı. Bunun için, İsveçli Sandler’i raportör atadı. Sandler’in Milletler Cemiyeti Konseyi’ne sunduğu ön raporda, tarafların temsilcilerinin birbirleriyle görüşmelerini, Konseyin incelemeler yapmak üzere bölgeye üç gözlemciyi göndermesini önerdi.[60]
Milletler Cemiyeti Konseyi’nde görüşmelerin sona ermesinden sonra Paris’e giden Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras başkanlığındaki Türk Heyeti, Fransızlara şu önerilerde bulundu: Hatay’a tam bağımsızlık tanınması, Suriye, Lübnan ve bağımsız Hatay Devleti’nden bir konfederasyon oluşturulması ve İskenderun limanlarının bir kısmının Türkiye’ye kiralanması ve demiryollarının kombine edilmesi.[61] Fransa, Hatay’ın hızla “Türkiye’nin uydusu haline geleceği” gerekçesiyle konfederasyon teklifine sıcak bakmadı[62] ve mevcut statüyü korumayı amaçladı.
Hatay Sorunu hızla yeni bir şekil almaya başladı. Sandler, hazırladığı raporu 27 Ocak 1937’de Milletler Cemiyeti Konseyi’ne sundu. Raportör raporunda, Hatay’ın içişlerinde tümüyle bağımsız, “ayrı bir varlık” olmasını, dışişlerinde Suriye tarafından yönetilmesini ve Suriye ile ortak gümrük ve para birliğine sahip bulunması gibi hususlara yer verdi.[63]
Sandlerin raporu çerçevesinde 5 kişilik uzmanlar komitesi, Hatay’ın statüsü ve anayasasını hazırladı. Belgeler 29 Mayıs 1937’de Milletler Cemiyeti Konseyi’nde oybirliği ile kabul edildi. Böylece Hatay’ın ayrı bir varlık olduğu hukuksal bir nitelik kazandı.[64] Belgeler 14 Haziran 1937’de heyecanlı bir görüşmeden sonra TBMM tarafından da onaylandı.[65].
Milletler Cemiyeti Konseyi’nde Hatay’a ait belgelerin kabul edilmesi ve Türkiye ile Fransa arasında Sancak’ın toprak bütünlüğü ve Türkiye-Suriye sınırının güvenceye alınmasına ilişkin antlaşmaların imzalanması, Suriye’de milliyetçiler tarafından tepkiyle karşılandı.
Büyük ve bağımsız Suriye’yi kurmayı hedefleyen Vatani Partisi yandaşları Türklere saldırmaya başladı. Hatay’ın bağımsızlığını kabul etmediklerini açıklayarak, bu bölgeyi Suriye’ye katacaklarını ifade ettiler. Amaçlarına ulaşmak için ihtilâl hazırlığına giriştiler.[66] Suriye gazeteleri halkı kundakçılığa teşvik eden sert yazılara yer verdi. “İttihad-ı mukaddes” ilan eden ve milliyetçi görüşleriyle tanınan Abdurrahman Şehbender’in söylevleri Suriye gazetelerinde öne çıkarıldı: “bünyesinde yapılan ameliyatın ıstırabını çeken Suriye, mademki hayattadır, mukaddes haklarından arzusu ile vazgeçmiyecektir. Hakkı çiğneyen muahedeler paçavradır.”[67] Bazı Suriye gazeteleri, gelinen aşamadan ötürü Arap dünyasını suçladılar. Fetyalarap gazetesi, Arapları Hatay sorununa ilgisiz davranmakla itham etti: “Suriyeliler, Arap milletlerinin terbiyesine ve medeniyetine unutulmaz hizmetler ifa ettikleri halde, bu milletlerden bazıları, maalesef, felaketlerimize karşı tam bir lâkaydi göstermişler. Londra’da olsun, Ankara’da olsun tavassut veya protestoda bulunmağa bile teşebbüs etmemişlerdi.”[68] Bu gazete daha da ileri giderek, İskenderun’un dışında Arap olan yerleri de Türklerden istediklerini açıkladı.[69]
Türkiye, Suriye’den yükselen milliyetçi tavrı ve Türklere yönelik saldırganlığı başlangıçta düşük dozda bir tepkiyle karşıladı. Ancak olayların artarak devam etmesi üzerine tutumunu değiştirdi. Yunus Nadi, bağımsızlık arefesinde olan Suriye’ye güvenliğin önemini şu satırlarla dile getirdi: “Suriye için hudut emniyeti pek ehemmiyetli bir şeydir ve Suriyeliler Cenevre’nin kendilerine temin ettiği bu büyük menfaati pek iyi takdir etmek mecburiyetindedirler. Bunu çok samimi bir kardeş lisanile kendilerine ihtar ederiz. Hatay’a itiraz etmek Suriye’nin hadutlarına ve binaenaleyh şimdiki ve ileriki müstakil mevcudiyetini tehlikeye düşürmek olur. Ne lüzumu var böyle cahilliklerin?”[70]
Yüzleri Ankara’ya dönük Türklerin can ve mal güvenliği kalmamıştı. Yunus Nadi, çok açık ifadelerle Suriye’ye yönelik sert bir makale yayınladı. Fransa’nın görevini yapmadığını, Suriye’nin bağımsız olmaya hak etmediğini, Türkiye’nin tek gayesinin Hataylı Türklerin en ufak bir zarar görmemesi olduğunu açıklayarak, güney sınırlarının güvenli olmadığını belirtti. Milliyetçi ve saldırgan Suriyelilere iki gerçeği hatırlattı. “1. Hatay da kargaşalıklar yaparak ırkdaşlarımıza getirecekleri ziyanları behemehal kendilerine ağır surette tazmin ettiririz. 2. Hataya karşı yarattıkları emniyetsizliği tamamile bertaraf etmek için hududu Suriye’nin neresine kadar lazımsa orasına kadar götürürüz. Eğer akılsızlık etmekte devam ederlerse Suriyelileri bu akıbetlere uğramaktan yalnız bir tek mandater devlet değil, bütün dünya bir araya gelse kurtaramaz. Akılsızlığın bu derecesi terbiyesizliktir.”[71]
Dönemin siyasî anlayışı göz önüne alındığında Hükümetten pek de habersiz yapılması olanaklı olmayan bu değerlendirme, Türkiye’nin sorunu kendi lehine çözmek için her şeyi göze aldığının bir göstergesidir. Öte yandan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ise, Suriye gazetecilerine verdiği demeçte, “Araplar Türklerle birbirlerinin milli hislerine hürmet ederek dost geçinmeğe mecburdurlar” açıklamasını yaparak gerilimi kontrol altında tuttu.[72]
Bu süreçte, Türkiye, Hatay sorununun makul ve adil bir şekilde çözülmesiyle, “Müstakbel-müstakil Suriye’nin hudutları (nın) en kat’i şekilde taminat altına” alındığı tezini işledi. Suriye ile iyi komşuluk ve dostluk ilişkisi kurma niyetini öne çıkardı.[73]
Türkiye’nin dinamik ve dengeli politikası, bağımsızlığını kazanmaya çalışan Suriye’de farklı şekillerde karşılık buldu. Vatani Partisi yandaşları eskiden olduğu gibi Türklere yönelik eylemlerini sürdürdüler. Ancak bazı liderler siyasi konjoktürün hassaslığı karşısında Türkiye ile anlaşma mesajları vermeye çalıştılar. Bunlardan biri olan ve Hatay’daki Araplar üzerinde etkili olan Usbetülümemi Kavmi Cemiyet lideri Zeki Arsusi, Cenevre’de alınan kararlardan ve imzalanan antlaşmalardan hoşnut olmadıklarını açıkladı. Gelecekte antlaşmaya istedikleri şekli vermek üzere seçimlere katılacaklarını ilan etti. Bununla birlikte Türklerle anlaşmanın tek yol olduğunu belirtti: “Bu, tek gayemizdir. Ve buna vüsul için çalışacağız. Bizim Türklerle anlaşmamız hiç de müşkül değildir. Bunun için tek şart harici tesirlerin, müdahalelerin ortadan kalkmasıdır. Biz, Türklerle başbaşa kalınca mutlaka anlaşacağız. Çünkü bunca senedir burada hep beraber yaşıyoruz, bugüne kadar aramızda esaslı bir ihtilaf da çıkmış değildir. O kadar ki birbirimizin yalnız hemşerisi değil, hatta akrabasıyız bile. Bu seferki çarpışmalarda, yazık ki birbirine el kaldıran silah çeken amcazadeler, dayızadeler bile vardı.”[74]
Milliyetçilerden Abdurrahman Şehbender, Şam’da Hatay’ın yeni statüsünü protesto etmek için 3 Temmuz’da bir miting düzenlemeye çalıştı. Ancak tüm propagandalara rağmen halkın katılımı beklenilenin çok altında oldu[75]. Siyasi çevreler, mitingin başarısızlığa uğramasının Suriye halkının Hatay’ın yeni statüsünü kabul etmesi biçiminde değerlendirdiler.
Suriye Başbakanı Cemil Mardam ise halka yaptığı bir konuşmada tek amaçlarının “İskenderun Sancağının Araplığını muhafaza” olduğunu açıkladı.[76] Üstü kapalı olarak Türkiye’yi tehdit etti, ancak bir hafta sonra Cumhuriyet gazetesi muhabirine verdiği demeçte, Türkiye ile Suriye arasında mevcut olan sorunların çözülemeyecek sorunlar olmadığını ve “Türkiye ile çok samimi bir dostluk içinde yaşamağa mahkum” olduklarını öne sürdü.[77] Gerçekten de Suriye Başbakanı uluslararası konjoktürün Türkiye lehine olduğunu kabullenmişti. İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından hazırlanan ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nca değerlendirilen bir raporda İngiltere’nin Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu ifade edilmişti.[78] Diğer Arap ülkeleri de Suriye’nin yanında yer almamıştı. Türkiye’nin Irak’la, Mısır’la ve Ürdün’le sürdürdüğü ikili ilişkiler sonucu bu ülkeler, Hatay konusunda Ankara’ya yönelik çıkışlarda bulunmadılar. Suudî Kralı İbni Suud ise, Arap dünyasının Hatay’ın Suriye’den ayrılmasına tepki gösterdiğini, bu yönde telgraflar aldığını, fakat Türkiye ile ilişkileri bozmamak için doğrudan tepki göstermediğini Cidde’deki İngiliz diplomata aktarmıştı.[79] Özellikle Türkiye’nin Ortadoğu’daki başat rolünü teyid eden Sadabad Paktı’nın bu tarihlerde imzalanmış olmasının büyük etkisi vardır.
Arap dünyasının Hatay Sorunu’nda Türkiye’ye sert tepki göstermemesi Suriye’de hayal kırıklığı yarattı: “Sancak meselesinde Suriye’nin Arap aleminde yalnız olmadığını sanırken kendi derdi ile baş başa bırakıldığını görüyoruz. Arapların Hatay zaferini tebrik ettiklerini işitiyoruz. Halbuki bir İskenderun’u Suriye’nin olduğu kadar diğer Arap ülkelerinin de köşesi olduğunu addediyorduk. Meğer onlar için burası bir Çin veyahud Moğol diyarıymış. Ne yapalım ki kader ve talihimiz bize her tarafta yüz çeviriyor.”[80]
Suriyeli Arap milliyetçileri Türklere yönelik baskılarını sürdürdüler.[81] Bu arada Hatay’ın yeni statüsünden memnun olmayan ancak görev süresi dolan Fransız delegesi M. Durieux’in teşvikleriyle Türk kökenli eski mebuslara Temmuz ayının sonlarında Müslüman Partisi kurduruldu. Müslüman Partisi’nin öncelikleri arasında Hatay’ın Suriye’ye ilhak edilmesi ve Türkiye’deki modernleşme hareketlerini eleştirmek yer aldı.[82]
Hatay’da zincirleme olaylar devam ederken, Milletler Cemiyeti ise İngiliz Thomas Reid’in başkanlığında “Sancak’ta İlk Seçimleri Düzenleme ve Denetleme Komisyonu” oluşturdu. Komisyon 20 Ekim’de Sancak’ta çalışmalarına başladı.[83]
Fransa’nın Suriye’deki Yüksek Komiseri De Martel’in Sancak’ta yeni rejimi resmen yürürlüğe konulacağı gün olan 29 Kasım 1937’de bayrak krizi nedeniyle bölgeye gitmekten vazgeçmesi Türk tarafınca sert bir şekilde eleştirildi.[84] Kriz, hiçbir bayrağın çekilmemesine karar verilerek aşılmaya çalışıldı. Ancak olayların önü alınamadı ve De Martel Antakya’ya gelmediği için yeni rejim yürürlüğe konulamadı.[85] Bütün Türkiye’de yeni rejimin yürürlüğe gireceği beklentisiyle olağanüstü törenler düzenlenmişti. Ancak hakikat anlaşılınca bayram sevinci yerini öfkeye bırakmıştı: “Bugün kalbimizi burkmağa başlayan bir elemle kaydetmeğe mecburuz ki maatteesseüf Hatay’a aid mukarreratın tatbikatı bizim iyi zan ve niyetlerimizi tekzib eden mukaddemelerle makûs bir şekilde tecelli etmeğe ve karşımıza yarın ve öbür gün için hiç de güzel umudlar vermeyen cehrelerle çıkmağa başlamıştır. O halde bu milli ve büyük davamızda vazifelerimizin henüz bitmemiş olduğuna hükmetmek zaruri olur.”[86]
Yeni gelişme karşısında Türkiye ve Fransa ilişkileri gerginleşti. Fransa’ya Milletler Cemiyeti’nin kararlarına ve imzaladığı anlaşmalara sadık kalması yönünde nota verildi.[87] 1926’da “Türkiye Cumhuriyeti ile Uluslararası Bağıtlar Gereğince Suriye ve Lübnan Üzerinde Sahip olduğu Yetkiye Dayanarak Davranan, Fransa Cumhuriyeti arasında Dostluk ve İyi Komşuluk İlişkileri Sözleşmesi” tek taraflı olarak feshedildi.[88] Bu krizin yaşandığı tarihlerde, İngiliz Reid’in başkanlığındaki Sancak Seçim Komisyonu’nun hazırladığı ve 10 Aralık’ta Milletler Cemiyeti Başkanı’na sunduğu seçim talimatnamesi de Türk Hükûmeti’nce kabul edilmedi. Türk Hükümeti bu talimatnameyi kendisine danışılmadan hazırlanması ve “Hatay’ın hakiki sahip ve sekenesinin intihabatla Türklüklerini göstermelerini men” etmeye yol açacağı nedeniyle red ettiğini 15 Aralık’ta Milletler Cemiyeti’ne bildirdi.[89] Milletler Cemiyeti, Türkiye’nin notası üzerine sorunu 28 Ocak 1938’de görüşmeye ve incelemelerde bulunmak üzere İsveç delegesi M. Unden’i görevlendirdi.[90] İncelemeler sonucu seçim talimatnamesinin değiştirilmesine karar verildi.[91] Bu açıkça Türk Hükümetinin ve diplomasisinin bir zaferi idi. Hatay Sorunu’nda Türk tezinin bir kez daha kabul edilmesi biçiminde değerlendirildi: “Konseyin evvelce verdiği kararlar bu esasları takrir etmişti. Şimdi araya karışan hataların tashihile aynı esasların teyid edildiği anlaşılıyor. Hatay için muahedeye bağlamış olduğumuz bu vaziyetin nihayet tahakkuk edecek olmasından elbette pek ziyade memnunuz ve Hatay bölgesine te’min olunan bu mesud istiklâli bu kıt’anın yalnız Türk halkına değil, ırk ve din farkı olmaksızın bütün ahalisine tebrik ederiz.”[92]
Yeni seçim talimatnamesinin 21 Nisan 1938’de yürürlüğe konulmasına karar verildi. Suriye’de ise, Arap milliyetçilerinin Türklere yönelik saldırıları devam ederken, Suriye Hükûmeti ve hükûmete yakın olan çevrelerde Türkiye’ye sıcak mesajlar gönderilmeye başlandı. Hatta bazı muhalifler de doğrudan doğruya Türkiye’yi hedef almak yerine, Fransa’nın Suriye ile yaptığı antlaşmanın manda rejiminden “daha berbat” bir nitelik taşıdığını ve antlaşmanın gerek evvelki şekli ve gerek sonraki ilavelerle Suriye’nin bütün milli varlığını ihlâl eden bir vesika” olduğunu açıkladılar. Milletler Cemiyeti’nin dünyada ortaya çıkan dış politik krizlerin sonucu olarak Türkiye’nin her istediğini yerine getireceğini öne sürdüler.[93] Suriye Başbakanı Cemil Mardam 15 Şubat 1938’de Şam’da Cumhuriyet gazetesi muhabirine verdiği demeçte, Fransa-Suriye Antlaşması onaylandıktan sonra, Suriye’nin Sadabad Paktı’na ve “Arap ittihadına” gireceğini açıkladı. Bu paktların mucidi olan Atatürk’e bütün Şark’ın minnettar olduğunu vurguladı: “Atatürk, yalnız Türklerin değil, bütün Şark’ın atasıdır. Şark, ondan nur alarak onun izinde yürüyor. Atatürk olmasaydı, Şark’ın hali ne olurdu? Onun adı, Atatürk değil, Atadoğu olmalıdır.[94]
Açıklamalar ve muhaliflerin tutuklanması Suriye’nin resmi politikasının değişmekte olduğunun göstergesiydi. Ancak, radikal Arap milliyetçileri, seçim hazırlıklarının sürdürülmesi ve nihayet seçim tarihinin yaklaşması nedeniyle, Türk köylerini basmaya, Türkleri dövmeye ve öldürmeye devam ettiler.[95]
Seçimler, gergin ve olayların tırmandığı bir süreçte, 3 Mayıs 1938’de Milletler Cemiyeti’nin Seçim Komisyonu’nun gözetiminde başladı. Arap milliyetçisi Vatani Partisi üyeleri, her türlü yöntemi kullanıp Türkleri sindirmeye çalıştılar. Nusayrîleri[96] etkileyerek Türkler aleyhine kışkırtmaya, buna direnenleri yıldırmaya çaba gösterdiler. Nusayrî Cemaati ileri gelenleri Atatürk’e müracaat ederek yardım istediler.[97] Öteden beri Nusayrîlerle Türk etnisitesi arasında bağ kurma, Türk tezinin ilgi alanı içinde oldu: “Hatay’da iki çeşit Türk vardır: Biri öteden beri Türk bilinen mezhepçe sünni Türkler, diğeri şimdi adlarına Eti Türkleri dediğimiz Alevi Türkler. Bu Eti Türklerinin hikayesi istinad ettiği öz milliyeti bile ihmal eden Osmanlı İmparatorluğu’nun bin bir faciasından bir tanesiydi.”[98]
Seçim süresince Arap milliyetçiliğini ve Hatay’ı Suriye’ye bağlamayı temel ilke edinmiş gazeteler yayınlarını yoğunlaştırdılar. Suriye Hükümeti tarafından kapatılan, daha sonra yayınlanmasına izin verilen El-Kabes gazetesi, Türkiye’nin Nusayrîlere yönelik politikasını “Kemalistlerin hayal üzerine bina ettikleri iddialar” olarak değerlendirdi. 12 Mayıs tarihli nüshasında, “Arapların önde Aleviler olmak üzere gösterdikleri büyük faaliyet iyi neticeler vermektedir. Kendilerini Türk olarak kaydettirenlerin adedi iki elin parmakları yekûnunu geçmez. Bu da ekseriya tazyik ile elde edilen bir şeydir” iddiasında bulundu.[99] Seçim sırasında o ana kadar Hatay Sorunu nedeniyle Türkiye aleyhinde yayın yapmayan bazı Irak gazeteleri de eleştiri ve suçlama yüklü yazılar yayınlamaya başladılar. Bunlardan biri olan El-Alemi El-Arabî adlı gazete, “Dost Suriye’nin Çektikleri” başlıklı bir başmakale yayınladı: “Aziz okuyucularımız gazetemizde İskenderun hakkındaki haberleri görünce müteaccip olmazlar. Orada tehlike çoğalmıştır. Dost Suriye’nin çektiği azap hadsizdir ve maalesef yaşayışına halel gelmiştir. Biz Iraklılar birçok sene evvel aziz Musul meselesinde bu felaketleri çekmiştik. Aynı felaketi bugün Suriye İskenderun için çekmektedir.[100] Aynı gazete 9 Haziran tarihli nüshasında, “Türklerin Hititlerin ahfadı oldukları hakkında iddiayı ispat edecek hiçbir vesikanın” olmadığını öne sürerek, “İskenderun livası sakinlerinin çok eski zamanlardan beri Suriyeli” olduğunu kanıtlamaya çalıştı.[101] Ancak gazetenin olumsuz yayını uzun sürmedi. 16 Haziran’da mutedil bir dil kullanarak, Türkiye ile Suriye’nin birbirine muhtaç olduğunu ve sorunlarını çözmeleri gerektiği önerisinde bulundu.[102] Irak Dışişleri Bakanı Tevfik El Suveydi ise Hatay’ın ikiye taksimi ve bu parçalardan birinin Türkiye’ye, diğerinin Suriye’ye verilmesi hakkında bir tez ortaya attı. Ancak rağbet görmedi.
Seçim sırasında yaşanan baskılar ve Arap dünyasında yükselen sesler Mustafa Kemal Atatürk’ü harekete geçirdi.[103] Türkiye’nin kararlılığını göstermek ve askeri unsurları denetlemek için 19 Mayıs’ta Mersin-Adana çizgisinde bir geziye çıktı.[104] Gezi olumlu sonuçlar verdi. Fransız delege Garreau görevden alındı[105] ve 3 Temmuz 1938’de Türk-Fransız antlaşması imzalandı.[106] Türk Ordusu Hatay’a girdi. Bu zafer olarak değerlendirildi: “Hatay işi çok şükür kati surette halledilmiş bulunuyor. Müdafaa ettiğimiz tez, zafer kazanmıştır. Milli Misâka taallûk eden işlerimizin yegâne muallakta kalan kısmı, prensiplerimize ve arzularımıza uygun bir şekilde düzelmiştir. Biz ilk günden beri kendimiz için çalıştığımız kadar Türk-Fransız dostluğu, Türk-Suriye dostluğu ve yakın Şark’ın barış ve istikrarı hesabına çalıştık.”[107]
Türk diplomasisinin ve basınının barışçı söylemine karşın, Irak’tan sonra bazı Mısır gazeteleri de Türkiye aleyhtarı yayın yapmaya başladılar. Mısır’dan M. Teker, Cumhuriyet Gazetesine gönderdiği mektupta, “Fakat itiraf etmeliyiz ki bir taraftan büyük Türk davası böyle iyi bir muzafferiyete doğru giderken manevi bir sahada da mağlup olmak üzereyiz ki aleyhimizde Araplık aleminde yapılan propagandadır” tespitine yer verdi.[108] El-Ehram gibi öteden beri Türk dostluğuyla tanınan gazete, Türk askerinin Hatay’da etkin rol oynaması halinde Hatay konusunda Araplık iddiasının kalmayacağını öne sürdü.[109] Hatay’ın coğrafî, tarihî, dinî, hukukî ve etnik köken bakımından Suriye’nin bir parçası olduğunu belirtti.[110] Mısır basınının nabzını tutan M. Teker, “ bütün bu aleyhtar neşriyat arasında Türk davasını ve Türk tezini müdafaa için ve bilhassa Türklerin Araplara karşı hiçbir fena niyetleri olmadığını göstermek üzere muhitte tek bir Türk sesi işitilmediğini” aktardı. Dolayısıyla ilgilileri harekete geçmeye çağırdı.[111]
Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki çeşitli çevrelerin Hatay konusundaki değerlendirmeleri arasında seçmen yazılımı tamamlandı. İkinci seçmelerin adaylıklarını koymaları istendi. Türk Cemaatinde ikinci seçmenlerin sayısı ile milletvekili sayısı eşit olduğu için ayrıca seçim yapılmadı. Buna göre 22 kişi Türkleri temsilen parlamentoya gönderildi, çeşitli cemaatlerden de 18 kişi belirlendi.[112]
Seçimlerin tamamlanmasından sonra Hatay Millet Meclisi 2 Eylül 1938’de toplandı. Böylece bağımsız Hatay Devleti tarih sahnesine çıkmış oldu. Devlet Başkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa Abdurrahman Melek getirildi.[113] Türkiye’de yürürlükte olan yasaların Hatay’da uygulanması ilke olarak kabul edildi.[114]
Türk diplomasisi amacına ulaşmıştı. Ancak, cevabı aranan “millî ve müstakil küçük Hatay bir devlet olarak kendini idare edebilir mi?” sorusu idi. Sorunun cevabı şöyle verilmişti: “Hatay insanlık için sulh içinde inkişaf edecek modern zihniyetli yepyeni bir idare numunesi olacaktır. Gizli kapaklı bir şey değildir ki onun istiklal ve tamamiyeti Türkiye ve Fransa’dan ibaret iki büyük devletin kefaleti altında bulunduktan başka Hatay’daki bu milli ideal idare ve numunesinin muvaffak olması için elimizden gelebilecek yardımların hiç birisini esirgemeyeceğiz. Millî Türk çokluğuna istinad etmekle beraber Hatay rejimi ırk ve din farkı olmaksızın bütün evlatlarını bağrına basacak en liberal bir rejimle cihazlandırılmış bulunuyor.”[115]
Abdurrahman Melek’in bakanlığındaki hükümetin programı Kemalist ilkeler çerçevesinde hazırlandı. Devletin bayrağı belirlendi. Anayasası kabul edilerek, devletin tüm unsurları oluşturuldu.[116]
Suriye ve Arap dünyası Hatay Devleti’nin kurulmasına ve organlarının oluşturulmasına tepki göstermekle birlikte, bu tepkileri etkili olamadı. Hatay Devleti resmen kurulmadan önce Irak Dışişleri Bakan Tevfik El Suveydi, Şam’a yaptığı ziyarette daha önce önerdikleri Hatay’ın taksimi projesinin bazı uluslararası gelişmeler neticesinde başarısız olduğunu açıkladı.[117] Ancak, sorunun çözümünde Türkiye ile Suriye arasında arabulucu olabileceklerini tekrarladı.
Hatay Devleti’nin resmî teşekkülü hadisesi, Şam siyasi çevrelerinde “dedikodu ile dolu bir alaka hareketini” tekrar canlandırdı. Bununla beraber basın eskiye oranla daha sakin bir dil kullandı. Tayfur Sökmen’in devlet başkanlığına seçilmesi nedeniyle farklı spekülasyonlar da yapıldı. Hatay bağımsız bir devlet olarak teşekkül eder etmez, ilk iş olmak üzere Hatay Meclisi’nin Türkiye’ye ilhak kararı alacağı öne sürüldü. Spekülasyonlardan bir başkası da, Türkiye’nin Romanya’dan 100 bin Türk’ü ve Orta Avrupa’dan 100 bin Yahudi’yi bölgeye getirerek iskân edeceği ve böylelikle demografik yapıyı kendi lehine çevireceği yönündeydi.[118] Yahudi göçü iddiasını ortaya atmanın nedenlerinden biri de, Filistin sorunu nedeniyle bütün Arap dünyasının mücadele halinde olduğu siyonist hareketle Türkiye’yi yan yana gösterme çabasından ileri gelmişti. Böylece Araplar, Türkiye’ye karşı tahrik edilecekti. Tasarlananlar gerçekleşmedi. 1939 yılının başlarında Kahire’de çeşitli Arap ülkelerinden ileri gelenlerin katıldığı konferans parçalanmışlığı sona erdiremedi. Filistin, hilafet ve Suriye’nin Lübnan’la birleştirilmesi sorunlarına somut çözümler bulunamadı.[119]
Türkiye, 1939 yılının başlarında Hatay Sorunu’nda kesin bir çözüme kavuşmak için son hamlesini başlattı. Atatürk’ün ölümünden sonra yapılan hükümet değişikliğinde Dışişleri Bakanlığına getirilen Şükrü Şaraçoğlu 20 Ocak 1939’da Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Rene Massigli’ye Türkiye’nin Hatay’ı ilhak etmek istediğini bildirdi.[120] Fransa, 1939’da Alman ve İtalyan tehlikesinin giderek büyümesi nedeniyle bu isteğe belli koşullar çerçevesinde sıcak yaklaştı. Türkiye ise, Hatay Devleti ile çeşitli alanlarda bütünleşmesini sürdürdü. Nitekim, Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen, 24 Nisan 1939’da kendisinin, “Hatay’da Ebedi Şef Atatürk’ün ve Milli Şef İsmet İnönü’nün yüksek iradelerini tatbik ve infaz etmek için gönderilmiş bir memurdan başka bir şey” olmadığını açıkladı.[121] 8 Mayıs’ta da Antakya’da halka yaptığı konuşmada, “Hatay’ın çok kuvvetli Anavatanın sağlam ve sıcak aguşunda yaşadığı(nı), müşfik nazarları altında bulun(duğunu)” belirterek, 9 aylık ayrılığın kendilerine “elem” verdiğini açıklamaktan çekinmedi.[122] Hiç kuşkusuz bu konuşma, açıkça ilhakın istendiğini yansıtmıştı.
Suriye, gelişmeler karşısında önemli bir tepki gösteremedi. 1938 yılının sonlarında Irak’ın daha önce gündeme getirdiği Hatay’ın paylaşılması önerisini Türkiye’ye bildirmiş, ancak karşılık bulamamıştı. Uluslararası konjoktür nedeniyle sorunun çözümünü kendi lehine çevirme yeteneğine sahip değildi. Özellikle Fransa ile sürdürdüğü bağımsızlık mücadelesinde Türkiye’yi karşısına almak istemedi. Nitekim, Hatay Devleti’nin üst düzey yöneticilerinin Türkiye’ye ilhak olmak istediklerini açıkça belirtmeleri, Suriye’de siyasi bir dalgalanma oluşturmadı.
Cumhuriyet gazetesi Muhabiri T.Cemil’in mektubunda yaptığı değerlendirme ilgi çekicidir: “Eskiden olsaydı, bu şayialar, Suriye’de büyük akisler yapardı. Halbuki, Suriye, bugünlerde Hatay’la meşgul olacak vaziyette değildir. ... Suriye’nin bütün mukadderatı toptan bahis mevzuu olduğu bir sırada Hatay Meclisi ile meşgul olup, gürültü çıkarıp bir de Türkiye’nin kendilerinden gayr-i memnun edilmesine taraftar olmayan Suriyeliler, Hatay işlerinden ellerini çekmiş gibidirler. Hatta, bu işin ilk safhasında çok gürültü etmiş ve Türkiye’yi darıltmış olduklarından dolayı nedamet gösterenler pek çoktur.”[123]
Beklenilen oldu. Fransa, 23 Haziran 1939’da Türkiye ile yaptığı antlaşmada ilhak girişimine onay verdi. Cumhuriyet gazetesi, bu gelişmeyi “Hatay artık bizimdir” şeklinde okuyucularına duyurdu.[124] Başyazar Yunus Nadi ise, “Filhakika yalnız 250 bin nüfuslu Hatay bölgesinin müstakil bir devlet halinde kendi kendini idare etmesindeki müşkülat kendini göstermekle gecikmemişti. Hatay’ın ırkî ve kültürel Türklüğü tasdik olunduktan sonra aklen ve mantıken bunun en tabii neticesi bu Türk halkının anavatanları olan Türkiye ile birleşmesine muvafakat etmekten ibaret olacaktı”[125] biçiminde değerlendirdi.
Hatay Meclisi, 29 Haziran’da Abdülgani Türkmen’in başkanlığında olağanüstü bir toplantı düzenledi. Meclis Başkanlığına 39 imzalı verilen takrirde, “Türk Camiasının ayrılmaz bir parçası olan Hatay’ın Anavatana kavuştuğunun bir kararla tespiti” istendi. Meclis, takriri kabul etti.[126] TBMM’de, 7 Temmuz’da katılma kararını onayladı.[127]
Suriye siyasî çevreleri, Hatay’ın Türkiye’ye ilhakına onay veren Türk-Fransız antlaşmasının imzalanmasından itibaren tepki gösterdiler. Suriye Meclisi Başkanı Faris El-Khuri ve hükümeti kurmakla görevlendirilen Nasuh el-Buhari, Fransız Meclisi’ne ve Milletler Cemiyeti’ne gönderdikleri protestolarda, Hatay’ın Türkiye’ye bırakılması kararının iptal edilmesini istediler. Ayrıca bu yönde Suriye’nin haklarını saklı tuttuklarını açıkladılar.[128] Suriye siyasi partileri de, yayınladıkları beyannamelerle, parti liderlerinin yayın organlarına verdikleri demeçlerle ve Milletler Cemiyeti’ne çektikleri telgraflarla ilhakı kabul etmediklerini açıkladılar.[129] Şam’da ve Beyrut’ta çıkan gazetelerden bazıları da ilhakı, “Kuvvetin Hakka Mağlubiyeti” ve “Şehid Sancak” gibi manşetlerle okuyucularına bildirmişlerdir.[130] Suriye ile birlikte hareket eden bazı Arap ve Müslüman ülkeleri de[131] Hatay’ın Türkiye’ye ilhakına tepki gösterdiler. Hiç kuşkusuz radikal Arap milliyetçileri ve Pan Arabizm projesine bağlı olanlar, ilhakı büyük tepkiyle karşıladılar. İskenderun Müdafaa Komitesi adlı bir örgüt, ilhaktan hemen sonra Türkiye’nin laik sistemini hedef alan beyannameler yayınlayarak, halkı tahrik etmeye çalıştı.[132]
Gösterilen tepkilere rağmen, Arap dünyasının Batı’nın güdümünde ve dağınık olması, Mısır ile Irak gibi bazı Arap ülkelerinin Türkiye’deki modernleşme hareketlerini büyük bir hayranlıkla izlemeleri, Hatay Sorunu’nun Türkiye lehine çözülmesini kolaylaştırdı.
Türk-Arap Muhâdeneti (Dostluk) Cemiyeti ve Hatay Devleti
Mısır’da risaleler yayınlayan Türk-Arap Dostluk Cemiyeti’nin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemektedir.[133] Cemiyet’in lâiklik ve Hatay Devleti üzerine risaleleri (başka risaleleri de olabilir) içerik ve kullanılan siyasal dil açısından analiz edildiğinde, bu Cemiyet’in 19371938 yıllarında kurulduğu söylenebilir. Diğer yandan bu yıllarda Türkiye ile Mısır arasında dostluk ilişkileri de üst düzeye çıkartılmıştı. Mısır’daki bazı aydınlar Kemalist Devrimi büyük bir hayranlıkla izlemekteydiler. Bu da Cemiyet’in kurulması hakkında ipuçları verebilir. Cemiyet’in, Türk Dışişlerinin bilgisi, hatta yönlendirmesi sonucu kurulması ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Risalenin ise, “yakında Türkler ile Mısırlılar arasında muhâdenet muahedeleri akd olunacak” cümlesinden hareketle 1937 yılının ilk aylarında yayınlanmış olması kuvvetli bir ihtimaldir. Hatay risalesi 18 sahifesi Arapça, 16 sahifesi Osmanlıca olarak yayınlanmıştı. Osmanlıca olarak da kaleme alınmış olmasının nedenlerinden biri, hali hazırda Arap ülkelerinin birçoğunda aydınların ve yöneticilerin bir kısmının Osmanlı okullarında yetişmiş olması ve o kültüre yatkın olmalarından kaynaklanmıştı. Cemiyet, Hatay’ı konu edinen risalesini, Hatay’ın bağımsız bir hale dönüştürülmesi karşısında tepki gösteren Vatani Partisi ve Türkiye düşmanlığı yapan diğer radikal Arap milliyetçilerinin propagandalarını etkisiz kılmak amacıyla yayınladığı anlaşılmaktadır.[134] Dolayısıyla Arap dünyasında Türkiye’nin tezinin benimsenmesini sağlamak ve Türkiye taraftarlığını güçlendirmek, Cemiyet’in temel politikası olarak öne çıktığı dikkati çekmektedir.
Risalede, içişlerinde bağımsız Hatay’ın başta Türkiye ve Fransa olmak üzere “küçük büyük bütün cihan devletlerinin ve milletlerinin beğendiği ve benimsediği müşterek bir eser” olduğu belirtildi. Türkiye, Fransa ve Cemiyet-i Akvam’ın korunmasını ve gelişmesini garanti ettikleri bu eserin bozulmasını istemelerinin ihtimal dışı olduğu öne sürüldü.
Risâleyi kaleme alanlara, Hatay’da bazı saf ve masum kişilerin şahsi menfaat güden bir avuç kötü niyetlinin etkisinde kaldıkları, Hatay’ın bağımsızlığının “söz ve yaygara” ile bozulmak istenildiği görüşü egemendir. Ancak Cemiyete göre, masumlar üzerinde olumsuz propaganda yapanlar en büyük zararı kendilerine vermektedirler.
Cemiyeti kuranlarda, Hatay’ın bağımsızlığının, din, mezhep ve ırk farklılığı gözetilmesizin herkese mutluluk getireceği inancı vardır. En büyük beklenti ve iyimserlik de Hatay’da eşitlik ve barışın sağlanmasına yöneliktir. Hatay Meclisi’nin eşitlik ve adalet şartları içinde herkesin hakkını ve onurunu koruyacağı, Hatay’da herkesin fikir ve vicdan özgürlüğüne sahip olacağı, hiçbir devlete ve hiçbir topluma husumet beslenilmeyeceği en önemli temenniler arasında sayıldı. Hatta Hatay’ın Yakındoğu’nun “müreffeh ve me’sud bir İsviçre’si” olacağına ilişkin iyimserlik dışa vuruldu. Hatay Devleti’nin kurulmasıyla bölgedeki çeşitli etnik ve inanç grupları arasındaki sorunlar ortadan kalkmıştı. Farklı etnik ve inanç unsurlarıyla harmanlanmış Hatay’da Çerkezlerin “Türklerle can ve kan kardeşliği” yaptığı, “Alevilerin” kökenlerinin “Etilere”dayandığı öne sürüldü. Bu yaklaşım Türkiye’nin savunduğu en önemli tezlerden biriydi.
Türkiye’de Alevilere mezheplerinden dolayı kötü gözle bakılmadığı, öz kardeş muamelesi gördükleri, serbest işlerde çalışabildikleri, bürokraside üst düzeye çıktıkları belirtilerek, bu hususun Hatay’daki “Alevileri” de etkilediği belirtildi. Cemiyette Hatay’ın bağımsızlığının ve Hatay Meclisi’nin yapacağı kanunların bu inanç zümresini güvence altına alacağı beklentisi vardır.
Hatay’da Sünnî Arapların sayısının az olduğu öne sürüldü. Bunlardan bir kısmı tüccar ve esnaf olmakla birlikte, büyük çoğunluğu köylerde tarımla uğraşmaktaydı. Vatani Partisi liderlerinin ve Arap milliyetçisi gazete yazarlarının Türkiye’ye yönelik düşmanca tutumlarının Türklerle Araplar arasındaki dostluğu bozduğu tespiti yapıldı. Özellikle bazı Lübnanlı politikacılarla Ermeni komitecilerinin Türkler aleyhinde tahrikte bulunmalarına dikkat çekildi.
Cemiyet, Türk-Arap ilişkilerinin dostluk çerçevesinde yürütülmesini ve Arap milliyetçilerinin Türkler hakkındaki olumsuz yargılarını etkisiz kılmayı amaç edindiğinden yayınlanan risalede, dış politika alanında analizler yapıldı. Türkiye’nin barışçıl bir dış politika izlediği, sorunlarını bu çerçevede çözdüğü ve başta Irak, Mısır, Suûdiye (Suudi Arabistan) Devletleri olmak üzere tüm Arap dünyası ile dostluk ilişkisi geliştirmek istediği vurgulandı. Türkiye’nin eskiden beri Arap ülkelerini desteklediği, bu nedenle Osmanlıdan ayrılan ulusların kendi geleceklerini tayin etme hakkına sahip olduklarını Lozan’da ve Cenevre’de ilân ettiği, hiçbir zaman manda rejimini benimsemediği açıklandı.
Irak ve Mısır’ın bağımsızlığı Türkiye tarafından desteklenmişti. Cemiyete göre Arapların bağımsızlığını arzu eden Türkiye’nin Suriye’ye düşmanca bir tutum takınması olanaklı değildir. Türkiye, Suriye’nin en yakın ve en güçlü komşusudur. İskenderun Limanı’nda Türkiye’ye ayrıcalıklar tanınması hem bölgenin eski parlak günlerine dönmesine, hem de Halep’in gelişmesine katkıda bulunacaktır.
Cemiyet, bu risale ile Ermeni tehlikesine de dikkati çekmişti. Geçmişte Halep’te bir Ermeni yurdu oluşturulmaya çalışıldığı hatırlatılarak, bu teşebbüsün hâlâ devam etmekte olduğu öne sürüldü.
Risâlede yapılan son bir değerlendirmede, Suriye-Türkiye dostluğunun bütün Arapların ve Türklerin lehine olduğu, bu dostluğu bozmaya çalışmanın Türklüğe, Araplığa ve Müslümanlığa ihanet etmekle eş anlamlı olduğunun altı çizildi.
Sonuç
Aynı coğrafyada yaşayan, ortak dinî ve kültürel değerleri paylaşan Türkler ve Araplar, yüzyıllarca birlikte sorunsuz yaşadılar. Bu birliktelik 19. yüzyıl boyunca yaygınlaşan milliyetçi ideoloji ve ulus-devletlerin kurulmasıyla gölgelenmeye başlandı. Bazı Arap entelektüellerinin liberal-demokratik değerleri benimsemeleri ve ulusal uyanışlarını gerçekleştirmeye çalışmaları, sonu ayrılıkçılığa varacak bir hareketi başlattı. Bunu amaçlayan çeşitli siyasal ve kültürel cemiyetler kuruldu. Kongreler düzenlendi.
Osmanlı Hükümeti, ayrılıkçılığı önlemek ve ülkedeki çeşitli etnik unsurları ve dinî grupları bir ideal etrafında toplama projesi olan Osmanlıcılığı uygulamaya koyması da istenilen sonucu vermedi. Osmanlıcılıktan Arapçılığa bir adım daha yaklaşıldı. Hatta, 19. yüzyılın sonlarına doğru, bazı aydınların İslâmî kimliği öne çıkarmak, Müslümanları geri kalmışlıktan kurtarmak, birleşmelerini sağlamak ve Batı yayılmacılığı karşısında bir set oluşturmak amacıyla dolaşıma soktukları İslâmcılık projesi de Arapların kopuşunu önleyemedi. Nihayet Birinci Dünya Savaşı sırasında Araplar, başta İngilizler olmak üzere Batı emperyalizminin desteğiyle Büyük Arap Ayaklanmasını çıkarttılar. Türklerle Araplar arasında yaklaşık bin yıldır süren birliktelik yerini ağır bir tramvaya ve karşılıklı suçlamaya bıraktı. Arapların büyük imparatorluk kurmak özlemiyle başlattıkları hareket, büyük bir hüsranla sonuçlandı. Savaş sona erdiğinde Orta Doğu’nun sınırları Paris ve Londra’da masa başında yapay bir şekilde çizildi. Batı emperyalizmi Araplara bağımsızlık yerine manda rejimleri dayattı. Oysa Türkler, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Bağımsızlık Savaşı’nı başarıya ulaştırarak, ulus-devletlerini kurdular. Hatta Bağımsızlık Savaşı’nın gerekçesini içeren Misak-ı Millî belgesinde Araplara kendi geleceklerini tayin etme hakkı tanıdılar. Türk liderler, her fırsatta manda rejimlerini benimsemediklerini açıkladılar.
Türkiye’de sürdürülen modernleşme hareketleri ve benimsenen lâik sistem Arap dünyasında olumlu ve olumsuz tepkilerle karşılaştı. Türkiye 1930’lara gelindiğinde Lozan’da çözülemeyen sorunlarının büyük bölümünü çözdü ve uluslararası toplumda güçlü ve saygın bir ülke haline geldi. Araplar ise, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan yeni dünya düzeninden ve manda rejimlerinden kurtulmak için büyük bir çabanın içine girdiler. Bu süreç çerçevesinde 1930’ların başında Irak, ikinci yarısından itibaren ise Mısır, Türkiye ile dostane ilişkiler kurmaya çalıştı. Bununla birlikte Türkiye, Balkan ve Sadabad Paktlarıyla bölgesel savunma ve barış girişimlerine öncülük yaptı.
Hatay Sorunu ve daha sonra Hatay Devleti bu süreç boyunca Türkiye’nin dış politikasının en önemli konularından birini oluşturdu. Türkiye, resmî, gayri resmî kurumları ve kamuoyu ile bu sorunu, o bölgede bulunan Türk unsurunun lehine çözmeye çalıştı. Öncellikle bölgeye bağımsız siyasal bir varlık statüsü kazandırmaya büyük çaba gösterdi. Savunduğu tezi Fransa ve Cemiyeti Akvam nezdinde uluslararası konjoktürü de göz önüne alarak ısrarla savundu. Irak, Mısır ve Suudî Hükümetleri gibi Türkiye ile dostluk ilişkisi kurmaya çalışanlar, bu teze karşı sessizliklerini korurken, Arap milliyetçileri Türkiye’ye çok sert eleştiriler yönelttiler. Suriye’de ve Hatay’da Türklere saldırılarda bulundular.
Mısır’da, Türk-Arap ilişkilerinin düzelmesini ve dostluk çerçevesinde sürdürülmesini savunan bir grup, Türk-Arap Dostluk Cemiyeti’ni kurdu. Cemiyet yayınladığı risalede, Türkiye’nin tezi doğrultusunda bölgedeki çeşitli etnik unsurların ve dinî grupların bir arada barış içinde yaşaması üzerinde durdu. Ancak Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin bir parçası olan Hatay’la doğrudan ilgilendi ve anavatana katılmasının alt yapısını hazırladı. Nitekim, koşullar olgunlaşınca Hatay Meclis’i aldığı bir kararla Türkiye’ye ilhak olduğunu açıkladı. Böylece Türkiye izlediği etkin ve dinamik dış politikanın sonucunda hedefine ulaşmış oldu.
EK: Türk-Arap Muhâdeneti
1- Hatayın ayrı bir mevcudiyet olarak iç siyasasında egemenliği Cemiyet-i Akvam kararıyla kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin Devlet Reisi Büyük Atatürkün direktifleri dairesinde takip ettiği bu işi de diğer iç, dış siyasaları gibi muvaffakıyyetle, zaferle neticelenmiştir. Artık Hatayın dahili işlerdeki istiklâlı ve kendi kendisini; kendi yapacağı kendi kanunlarıyla idâre etmesi esası hakikat olmuş bir emr-i vâki’dır. Bu hakikat ve bu emr- i vâkı’ Türkiye, Fransa da dahil olduğu halde küçük, büyük bütün cihan devletlerinin ve milletlerinin beğendiği ve benimsediği müşterek bir eserdir.
2- Türkiyenin, Fransanın ve Akvâm Cemiyetinin muhafazasını ve inkişâfını taahhüd ettiği bu eseri bozması, bu hakikatı tahrip etmesi ve bu emri vâki’yı tagyir eylemesi her türlü imkân ve ihtimalin dışına çıkmış bir emri muhâldır. Muhâl ile uğraşmak ise kâr-ı akl değildir.
3- Bazı safdan ve ma’sum adamların, şahsi menfaat güden ve nefsâniyyet ve garaza kapılan meşkuk kimselerin igvâ ve ifsâdâtına kapılarak Hatay istiklâlini sözle ve yaygara ile bozacaklarını vehmettikleri görülüp işitiliyor. Bu gibi teşebbüs ve hareketlerin neticesi elbette hüsran olacaktır. Bu tarzdaki ef’âl ve harekâtı zararı yalnız kendilerine dokunmayacak ve bu zararın arasını kendi ma’sum olan anaları, çocukları çekeceklerdir. Bunlara acımamak kabil olmuyor. Halbuki bu ma’sumlara bu acı akıbeti bilerek hazırlayan müşevvik ve müfsidlerin her biri şimdiden kendilerine bir firâr-ı mülcei bulmuşlardı. Çocuklarını ve ailelerini uzak ve emin yerlere kaçırmışlardır. Kendileri de firara müheyyâ bulunuyorlar. Böylelerine katılmak ve kapılmak ne büyük gafletdir.
4- Hayatın istiklâli Hatay ve Hataylılar için ve Hatayda oturan din, mezhep ve ırkı ne olursa olsun her aile ve her ferd için huzur ve saadetı mebde’i ve vesilesi olacakdır.
5- Hatay’ın istiklâli ve Hatay Meclisinin yapacağı kanunlar herkesin hakkını, haysiyetini musavat ve adalet şartları içinde muhafaza edecek, Hatayda herkes fikrinin ve vicdanının hürriyetine sahip olacakdır.
6- Hatayın içinde sulh ve sükûn hakim olacak, dışında hiçbir devlete, hiçbir câmiaya da husumet beslemeyecek ve Hataylıların huzur, sükûn ve emniyetini bozamayacakdır.
7- Hatay; yakın şarkın müreffeh ve me’sud bir İsviçresi olacakdır. Ve bu refah ve saadetten dinî, mezhebi ve ırkı ne olursa olsun mütesâviyen Hataylılar istifade edeceklerdir. Bunun içindir ki bu gayenin bir an evvel husûlüne bilâ-tefrik cins ve mezhep en çok çalışan yine Hataylılardır. Hatayı gezen ve tedkik eden bi-taraf müşâhidlerin bu hususdaki kanatları kat’î dir. Onların dediklerine göre;
A- Hatayda büyük ekseriyeti teşkil eden Türkler aralarındaki her memlekette tesadüf edilen eski ve yeni her türlü geçimsizliği ve anlaşamamazlığı bir tarafa bırakmışlar, el ele vererek birlikte çalışmağa koyulmuşlardır. Artık aralarında evvelce görülen çekememezlik ve saire gibi soğukluklar zâil olmuş veya zâil olmakda bulunmuştur. Bu soğuklukları doğuran sebepler de el birliği ile birer birer ortadan kaldırılmaktadır.
B- Yabancı tesirlerle çok tahrike uğrayan Çerkesler her yerde her vakit ve hususuyla dar zamanlarda olduğu gibi Türklerle can ve kan kardeşliği yapmaktadırlar. Zaten bu iki kardeş anasır arasında başka türlü bir his ve harekete de intizar edilemezdi. Asil Çerkez ırkını yolundan şaşırtmak isteyenler bir kere daha sükût-u hayale uğramışlardır.
C- Asılları Etilere müntehî olan Alevilerde bugün Türklerle tevhid-i mesâi etmek üzere bulunuyorlar. Hatta bi-taraf müşâhidlerin re’y ve mütâlaasına göre şimdiden iş ve emel birliği yapmışlardır, dahi denilebilir. Türkler saltanatlar, sultanlar ve halifeler zamanında olduğu gibi artık hiçbir yerde Alevilere mezheplerinden dolayı hasmâne nazarla bakmıyorlar. Onlara öz kardeş muamelesi yapıyorlar. Aleviler Türkiye’de kanunların musavat ve adaletinden azami istifade ediyorlar. Adlî, mülkî ve malî her türlü müsâade ve himâyeye mahzar bulunuyorlar, serbest çalışıyorlar, çok kazanıyorlar. Hür ve serbest, müreffeh bir hayat yaşıyorlar. İçlerinden ziraatte, ticarette, sa’natta çok ilerlemiş zevat vardır. Her ailenin kendi mülki, toprağı, çifti, çubuğu vardır. Sıhhatlerine bakılmakda ve korunmakta ve ictimaî seviyeleri yükselmektedir. Alevilerden yetişmiş, yükselmiş hakimler, doktorlar ve sair meslek erbâbı pek çok şahsiyetler vardır. Hatta içlerinden mebus olanlar bile bulunuyor. Bunların hepsine Türk nazarıyla bakıyor ve hiç biri Türkten farklı görülmüyor. Türkiye’de az zaman zarfında gözle görülecek ve el ile tutulacak kadar meydana gelen bu semere, zeki ve münevver Hatay Alevilerinin gözünden kaçmamaktadır.
Hatay’ın istiklâli ve Hatay meclisinin yapacağı kanunların, kendilerine de böyle bir istiklâl ve mevki hazırlayacağına emin bulunuyorlar. Filhakika Lazkiye Alevilerinin istiklâli son Fransız-Suriye muahedesiyle kaldırıldıktan sonra istiklâl ve akıbetleri vahimleşmişdir.
Şeri’at esaslarına istinad ederek kurulan yeni devletin idârî ve şer’ı usûllerinden tazyika ve ta’kibe uğramalarından bi-hakkın korkulur. Mezhep husûmetlerinin tekrar alevlenerek küfürle rafzü-elhad ile ithâm edilerek tahkir, tezlîl edilmekden endişe etmekte hakları vardır.
Ticarette, sana’atta geri kalacaklar, şer’î mahkemelerde mülkî ve malî kararlarda dûn muamele görecekler, vatandaşlık hukukundan değil, hatta insanlık hakkından bile mahrum bırakılacaklardır. Bazı idârî ve malî tartible malları ellerinden alınarak fellâhlıga îcbâr edilecekler. Halleri, hayatları, kendilerinin tevsîm edildiği fellâh unvanına tevafuk edecekdir. Az zaman zarfında ya tebdil-i din ve mezhep veyahud terk-i daru diyar icbâr olunacaklardır. Yine muhtelif ve bi-taraf müşahidlerin ve seyyahların rivayet ve intibalarına göre bir çok misyonerler alevi köylerinde şimdiden dolaşmağa ve propagandaya başlamışlardır
Yakın zamanda Suriye’de birer birer tecelli edecek olan bu korkunç akıbet, bil-zarûre alevilerin başına gelecek olan bu felâket alevi münevverlerini ciddi surette düşündürmektedir.
D- Hatay’da Sünnî Arabların miktarı çok azdır. İskenderun şehrindeki tüccar ve esnaf müstesna olmak üzere mütebakiyesi köylerde ve çiftliklerde çiftçilik ve yarıcılıkla meşguldurlar. Suriye’de müfrit milliyetçi ve vatanî kitlesine mensup olanlarla onların teşvikiyle teşkil ve Ermeni çetelerin el altında Müslümanlara tasallut edilen demir gömlekli ve sair grupların tehdid, tazyikleri altında bugün bunlardan bir kısmı Sancakın istiklaline muârız bir vaziyet almış bulunuyorlar. Hataydaki memurların ekseriyet-i azimesi Suriyelilerden seçilmiş olduğu cihetle Hatay müstakil olunca memuriyetlerinden uzaklaştırılacaklarına kan’i olan bu memurların tazyikiyle Arapları korkutmakta menfaat ve kanaatleri haricinde görünmeye sevk etmiş, halbuki işlerinde muvaffakıyyet gösteren ve halka iyi muamele eden me’murlar için bir korku olmamak lazımdır. Bunların yerlerinde ve me’muriyetlerinde kalabilmeleri bugünden itibaren kendi ellerindedir.
Hatay’ın müstakil idâreye mahzar olması orada sakin her sınıf halk gibi Arapların da lehindedir. Hatay’da hürriyet elbet Suriye’den fazla olacak ve Hataylıların askerî mükellefiyeti hiç bulunmayacakdır.
Askeri mükellefiyet ve teşkilâtı olmayınca Hatayın masrafı da az, tabiatıyla halkın da malî mükellefiyeti o nisbette hafif olacaktır. Zaten bunu müdrik bulunan münevver Araplar Hatay istiklaline için için sevinmektedirler.
Hatay haricindeki Suriye gazetelerinde görülen Türk aleyhdarlığı ne muharrirlerin ne de kari’lerinin kanaati mahsulidir. Bunlar, vatanî rüseâsının cebr ve tazyikleriyle yazdırılmış makaleleri, geçici siyasi bir havanın hiç bir fikr ve vicdanda yer tutmayacak muvakkat ve dipsiz bir cidâlidir. Yakında hakikat anlaşılacak ve hal-ı tabîî avdet edince şüphesiz gazetelerde Arablığın ve hususuyla Suriye’nin hakiki menfaat ve ikbalini Türklerle iyi dostluk ve komşuluk yapmakta olduğunu neşre başlayacaklardır.
Vatanî rüseâsı Suriye’yi parçalamakta gösterdikleri hiffet ve isti’calin kusurunu örtmek için efkâr-ı umûmiyeye Türk düşmanlığı telkin ederek milletin irfanını ve vicdanını şaşırtacak başka gayelere tevcih etmek istiyorlar. Halbuki Arap milleti, bugünkü reislerinin zan ettiklerinden fazla sâlim bir fikr-i siyasiyeye malik akl ve mantıka sahip mümtaz ve münevver bir kitledir. Bir taraftan da şimdiki hükümet adamlarının bu yanlış manevrası, Lübnanlı politikacıların el altından yürüttükleri entirikalar; Ermeni, Taşnak komitecilerin yaptıkları ifsâdât uzun müddet gizli kalması müşkil şeylerdir. Suriyelinin keskin zekâsı yakında bu fesad perdesini ve şebekesini yırtacak ve hakikat meydana çıkacaktır. Lübnanlı politikacılarla Ermeni komitecilerinin Araptan ziyade Arap görünmeleri ve Arapları içeride ve dışarıda Türkler aleyhine tahrik etmeleri çok şayan-ı dikkat ve aşikâr bir iğfâldır. Halkın gafletine istinâd ettirilmek istenen hiçbir siyaset asla hakiki olamaz ve hiçbir vakit uzun yaşayamaz.
Türkiye Devletinin harici siyaseti cihan sulhunun istihdâf ettiği âsârla sabittir. Türkler, kendilerinden ayrılan milletlerin mukadderâtını kendilerine bıraktıklarını Lozan’da, Cenevre’ de fırsat düştükçe her yerde ilân etmişlerdir. Hiçbir vakit mandayı tanımamışlardır. Türkiye hükümetinin, hududları haricinde hiç kimsenin toprağında gözü yoktur. Türkiye bütün komşularıyla sulh ve müsâlemet dairesinde yaşamakta hatta birçoklarıyla müttefik bulunmakdadır. Türkler her davalarını sulhen hal etmektedir. Türklerin büyük devletler arasındaki nüfuz ve kudreti ve beyn-el milel meselelerdeki sulh perverâne teşebbüsat ve te’siratı cihanın mergubi olmakta, uzak, yakın, büyük, küçük her devlet, her millet Türk dostluğuna ehemmiyet ve kıymet vermekte ve Türkiye’nin kuvvetine, dostluğuna güvenmektedir. Türkiye’de bu dostluğunu ve dostluktan mütevellid vefâkârlığını ve fedâkarlığını dostlarından, hususuyla komşularından esirgememekdedir. Mütekabil hissiyat Türkiye-İran, Türkiye- Irak kardeşliğini doğurmuştur. Irak istiklâlini ve istiklâlden sonraki muvaffakıyyetini bu dostlukla te’yid etmiştir. Irak da bir Arap devletidir.
Mısır’ın istiklâlini en evvel Türkler istemişler ve onlar anlaşmışlardır. Bu defa da Mısır’ın Cemiyet-i Akvam’a kabulünü Türkler teklif etmişler ve kapitülasyonların ilgasını da Türkler müdafaa etmişlerdir. Yakında Türkler ile Mısırlılar arasında muhâdenet muahedeleri akd olunacak, ticarî ve iktisadi münasebet artacak ve bundan tarafeyn milletleri çok istifade edecektir. Mısır da bir Arap devletidir.
Suûdiye Devleti ile Türkiye hükümetinin münasebetleri dostluktan ileri bir halde, adeta kardeşlik derecesindedir.
Coğrafi vaziyetin bu iki memleketi birbirinden çok uzaklaştırmış bulunmasına rağmen aralarındaki münasebet dostluk, ve anlaşma adeta hem hudud devletler münasebetine benzemektedir. Ve bu münasebetin inkişafı tarafeynce iltizam ve temenni edilmektedir. Hicaz-Suûdiye devleti de bir Arap devletidir.
Arabların istiklâl ve istikbalini bu kadar candan arzu eden ve Arap ikbâl ve istiklâlini kendi ikbâl ve istiklâliyle hem ahenk ve tev’em gören Türkiye’nin, Suriye istiklâline hasm olması anlaşılamaz bir muammâdır. Türklerde böyle bir his ve temâyül yoktur. Ve hiçbir yerde böyle bir hissin maddi ve manevi izine tesadüf olunamaz. Bu muhayyel husûmet ancak ve ancak bazı taşkın Suriyeli politikacıların ma’lûl hayallerinden doğmuş bir mugalatadan başka bir şey değildir.
Suriye Lübnanın ayrılmasıyla parçalandıktan ve Hatay iç işlerinde ayrıldıktan sonra dahi birçok anâsır ve mezâhibden müteşekkil bir câmiadır. Şimalde Kürtler, Ermeniler ve hatta son defa Habur kenarlarına yerleştirilen Nasturiler, Arap anasırına adeden fâik bir vaziyetdedirler. Bu münevver ve çalışkan kitleyi Zor livasının nîm-mesken aşiretleriyle şimi ve aneze hayme-nişinileriyle idâre kolay değildir.
Hatay hududlarından Cizre’ye kadar şerid gibi uzanan (800) kilometrelik şimendifer hattı Türkiye’nin tasarrufu altındadır. Bu güzargahın cenubunda pek çok Türk, Türkmen ve Kürt köyleri vardır. Hududun cenub kısmında asayişin muhafazası mesuliyetini Türkiye taahhüd ve tekeffül etmiştir.
Türkiye her itibarla Suriye’nin en yakın, en alakalı ve en kuvvetli komşusudur. Suriye’yi sulayan, Halebe can ve hayat veren Fırat, Kuveyik, Habur suları hep Türkiye’den çıkar. İskenderun limanında Türkiye’nin hakkı tanınmıştır.
İskenderun limanında Türkiye ticareti için yer ayrılması İskenderun limanın derhal Türkiye Cumhuriyeti tarafından bütün techizatı haiz bir liman haline konmasını icab ettirecektir. Hatta, Türkiye’de bu yolda hazırlıklar bile başlamıştır. İskenderun, ikmâl edilen ve edilmekde olan Şark-ı Türkiye Şimedifer şebekesinin müntehâsı olacaktır. İskenderun limanı Şarkı ve Cenubu Türkiye’nin, Irak’ın vustâ ve Garbi İran’ın hatta Afganın ve tabiatıyla cezirenin tabîî bir limanı olacak, Halk İskenderun limanında Türkiye’ye bir yer ayrılmamış olsa idi, İskenderun bu teşkilât ve hinterlanından mahrum bulunacak, yalnız civarının ve Halebin limanı olarak kalacakdı. Halbuki Halep bugün dahi eski revnak ve ticaretini kayıp etmiş bulunuyor.
Suriye’nin en büyük bir şehri ve büyük ticaret ve sanayi merkezi olan Haleb’in eski vaziyeti, İskenderun’unun bu suretle müstakil Hatay’da olması ve limanda Türkiye’ye yer ayrılması sayesinde iâde edilmiş olacaktır. Hatay’ın iç istiklâli ve İskenderun limanının Türkiye tarafından techizatlı bir liman haline konması, İskenderun’u şark karibde rakipsiz bir iskele ve Halebi de yine rakipsiz bir ticaret merkezi yapacakdır.
Eskiden beri en yüksek ticarî fikirleri bütün Şark’da ma’lum olan Haleblilerin, samîm ruhlarında bu sevinç, her tehdide rağmen, aşikâr okunmakdadır. Suriye’nin Avrupa ile en yakın ve en serî münasebet ve muvâsalasını te’min eden karayolları ve demiryolları Türkiye’den geçer.
Bütün bu coğrafî, iktisadî ve ticarî âmiller Suriye’nin menfaatını Türkiye menfaatına bağlamakdadır. İki taraf halkının ekseriyetinin dinî hissiyatı ve asırlarca beraber yaşamanın verdiği ahlâk ve hissiyat birliği bir demiryolu hattından ibaret olan siyasi bir hududun ayıramayacağı kadar kavîdir. Bu hakikatlar ve zaruretler, Türk husûmet ve aleyhdarlığını kendilerine mesned yapan bugünkü Suriye imâmdâranın dahi zaten bildikleri fakat yanlış bir siyasetin zebûnî olarak görmemezlikden ve bilmemezlikten geldikleri doğru yolu er geç kendilerine kabul ettirecektir. Bugün Halebde, Hama, Humusda, hususuyla Şamda ve Beyrutda böyle düşünen Arap münevverleri pek çokdur. Fakat Taşnak komitecilerinin te’siri altında kalan bir takım eşrafın tasallutundan çekindikleri için içlerinde kan ağladıkları halde hakikati söylenmekten ictinâb ediyorlar. Bıçak kemiğe dayanınca Suriyelilerin hiçbir şeyden çekinmeyerek hakikati olduğu gibi söyleyeceklerine ve memleketlerinin menfaati uğrunda hayatlarını fedâ edeceklerine ve ettiklerine tarihte binlerce misâl vardır. Ehl-i salîb zaferleri tarihte şu veya bu kumandanın adına izâfe olunur. Halbuki o zaferlerin hakiki kahramanları Suriyelilerdir. Bugünkü mevhûm Türk düşmanlığına karşı bilenen bıçaklar yarın hakiki Arap düşmanlarına tevcih olunacakdır. Yalnız bu kılınçlar, ilk hamlelerinde karşılarında havale edilecek ne bir göğüs ne bir kafa bulacaklardı. Çünkü, onlar kaçacak yerlerini kendi elleriyle Suriyeden ayırdıkları Lübnan dağlarında şimdiden ayırmışlardır. Yabancı milletlerin keşişleri manastırlarında onları bekliyorlar.
Lübnan dışındaki Ortodokslar fikr ve re’ylerini çokdan izhâr etmiş bulunuyorlar. Hataydakiler Hatayın istiklâlinden çok memnundurlar. Dinleri ve ayinleri serbest kalmakla beraber menfaatleri de mahfuz bulunacak Türkiye ile ticaretleri artacak ve hatta ihracat ve idhalatda eski mevkilerini kazanacaklardır.
Suriyedekiler ise, hem mezheplerinin bu vaziyetinden a’zamî istifade edecekler, Suriye, Hatay, Türkiye mütekabil ticaret muamelelerinde bir hatt ve asl rolunu ifa edeceklerdir. Katolikler her zaman olduğu gbii Fransız siyâsetini ta’kib edeceklerdir.
Fransa’nın ana siyaseti ise Türkiye hükümetiyle dostluk yapmak, hatta ittifak etmekdir. Bunu Fransız ricâli her gün tekrar etmekte ve Fransız matbuatı neşriyatıyla ta’kib etmektedir. Fransız matbuatının bir günlük yazısı ve Fransız ricâlinin sözleri müsâade olsa da Suriye matbuatının da bir kerecik olsun yazılsa Suriye efkâr-ı umûmiyesi Fransa ve Türkiye dostluğunun ne kadar ileri olduğunu anlar ve Türk dostluğunun kendileri için ne kadar kıymetli olduğunu hakkındaki kanaatlerinin isabetiyle iftihâr ederlerdi. Fakat, kendilerinden bu hakikat gizlenmek isteniyor. Suriye imâmdarını nankör ve güç bir işe girişmiş bulunuyorlar. Çünkü hakikat güneşinin ziyâ’sı hiç kimseden ba-husus zeki ve münevver Suriyeliden gizlenemez. Suriye istiklâli için uğraşmış fedakârlık etmiş bir çok Suriyeliler hâlâ mevkuf ve menfî bulunuyorlar.
Bunların kendileri ve aileleri elem ve mahrumiyet içindedirler. Niçin hâlâ bir afv ilân edilmiyor. Niçin bu vatanperverler vatanlarına iâde edilmiyor. Acaba, bunların avdetlerinden ve serbest bırakılmalarından bir takım hakikatların meydana çıkarılacağından mı korkuyorlar.
Türkmenler zaten Türkdürler. Onların mukadderatı Türklerinkine bağlıdır. Ve Hatayda, Suriyede bir de yüzellilikler ve Türkiye rejimi muhalifleri var. Bunlar hakkında şefkatle muamele Hatay istiklâlinin câizesi olacakdır. Ancak kendileri de bedbinlik ve muhalefet-î temerrüdinî bırakarak câmîanın mukadderatına uymaları ve bu şefkate liyakat göstermeleri lazımdır.
Taşnaklar elinde felaketten felâkete uğrayan zavallı Ermeniler komitecilerin ve çetecilerin tedhişinden kurtuldukça hakikati söylemekden çekinmemekdedirler. Hatta işidildiğine göre bir çokları şimdiden Türklerle anlaşma teşebbüsüne girmişlerdir. Onların en büyük emelleri bugün Halebde ve şimâlî Suriyede elde ettikleri iktisadî ve ticarî tefevvuku muhafaza etmekdir.
Bir vakitler Halebi Ermenistan merkezi yapmağı dahi düşünmüşlerdir. Etrafdaki araziyi Araplardan alıyorlar ve aralara Ermeni muhâciri yerleştiriyorlardı. Bir Ermeni Filistinide orada yaratılacakdı. Bu teşebbüs hâlâ devam etmekdedir. Taşnakların bugün Arablık davasını Araplardan fazla güdmek istemelerinin sebebi de budur.
Hatta işidilğine göre bugünkü vatanî rüseâsıyla Ermeni Taşnakları arasında Suriye şimâlinde Nasturiler için olduğu gibi Ermeniler için de bir yurd ayrılması mukarrermiş. Lübnanı bu kadar kolay ayıran bu liderlerin bunu da kabul etmiş olmaları çok muhtemeldir. Fakat Fransa ve hususuyla Akvam Cemiyeti buna asla muvâfakat etmeyecektir. Ve hakiki Arap efkâr-ı umumiyesinin daha buna müsaid olmayacağı aşikârdır. Bunu bilen Taşnakların haricindeki Ermeniler mevcudlarını kurtarmağı bir kâr sayarak Türk-Fransız anlaşması hakikatini kabul etmeyi hakiki menfaatlerine muvâfık görmekdedirler. Bu hakikati Halep ve Zor Araplarının daha evvelden görmüş olduklarına şüphe yoktur.
Hülâsa :
1- Hatay iç istiklâlini temin hususunda Cemiyet-i Akvamın kararına iktirân eden Fransız-Türk anlaşması cihan sulhu için bir zafer olmuştur.
2- Bu anlaşmadan, Türkler ve Fransızlardan ziyade Suriyeliler istifade edeceklerdir.
3- Hatay istiklâli Hatayda sakin Türkler, Aleviler, Araplar, Ermeniler, Ortodoks ve Katolikler için refah, saadet ve hürriyet mebde’idir.
4- Türklerin kendi aralarında ve diğer unsurlarla birlikde çalışmaları bu saadet ve refahın bir an evvel husûlünü te’min edecekdir.
5- Suriye istiklâlinin en hârr tarafdarı Türklerdir. Hatay istiklâli Türkiye, Suriye siyasi ve iktisadi teşrik-î mesâîsinin ilk tatbik sahası olacakdır.
6- Bugün Suriye matbuatının da zorla yapılan Türk aleyhdarlığı neşriyatı; yanlış bir politika manevrasıdır ve Suriyelilerin fikir ve hissine asla tercüman olamamakdadır. Türkiye efkâr-ı umûmiyesi bu hakikati görmede bu ifsâdât ve tahrikata kapılmamakda, bil’âkis Suriye’nin istiklâlini ve Suriyelilerin ikbâlini temenni etmekdedir.
7- Irak, Mısır, Suûdiye devletleri Türkiyeye yakın dostdurlar. Suriyenin aynı yolda yürümesi için hiçbir mâni yokdur. Bugünkü imâmdarlarda er geç bu hakikati anlayacaklardır. Suriye-Türkiye dostluğu evvel emirde Suriyelilerin ve Suriye istiklâlinin ve sonra da bütün Arabların ve Türklerin lehindedir.
Bu dostluk aleyhine çalışmak, Arablığa ve Türklüğe ihanetdir. Aleyhde çalışanlar kim olursa olsun, hangi sebeb ve te’sir altında bulunursa bulunsun Arablığa, Türklüğe ve Müslümanlığa ihânet eder. La’net olsun böyle hainlere!...
Türk-Arap Muhâdenet Cemiyeti