Giriş
Bilindiği üzere, Mondros Mütârekesi’yle birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın “müstevliler” dediği emperyalistler, Anadolu’yu kendi aralarında parselleyerek işgallere başlamışlardı. 2. Viyana yenilgisinden itibaren geri çekilme sürecine giren bir cihan devleti, özellikle son on yılda kolu kanadı budana budana Anadolu’ya doğru sıkıştırılmış, gövde niteliğindeki bu son vatan coğrafyası da neredeyse elden çıkma durumuna gelmiş idi.
Gerçekten Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum, milletin sahipsizliği ve perişanlığı, içler acısıydı. Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığında ülkenin içinde bulunduğu durumu şöyle tasvir etmektedir;
“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir; Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir mütâreke imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve Hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferid Paşa’nın başkanlığındaki hükümet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız Padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma râzı. Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.
İtilâf Devletleri, mütârekenin hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gâziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faâliyette. Nihayet konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletleri’nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir’e çıkartılıyor.
Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar”[1].
Atatürk'ün bu tespitlerinden de açıkça görüleceği üzere, Türk Milleti çok zor durumda idi. Adeta varolma veya yokolmanın sınırına gelmişti. Trablusgarp'tan itibaren neredeyse kesintisiz devam eden 10 yıl savaş, insan kaynaklarımızı tükenme noktasına getirdi. Çanakkale'de 15-16 yaşında şehit olan çocuklar vardır. Millî Mücâdele'de ise bu yaş sınırı daha da aşağılara inecektir. Antepli Mehmet elinde silahı cepheye koştuğunda henüz 12 yaşındaydı. Asker üniformalı olarak altında atı elinde silahı İnönü Cephesi'nden diğer cephelere koşan Nezahat Hanım (Baysel)da 11- 12 yaşlarında idi. Akşehir'de ve Anadolu'nun hemen her tarafında benzer örnekleri görmek mümkündür. Akşehirli Hatmeoğullarından Mestan oğlu Hüseyin 17 Ekim 1921'de Akşehir Menzil Hastanesi'nde şehâdet mertebesine ulaştığında henüz 13 yaşında idi[2]. Eğer bir millet 11- 12-13 yaşına varıncaya kadar çocuklarını cepheye sürmek durumunda kalıyorsa, bu durum, o milletin artık nesil olarak bile, devam edip edememe gibi, kritik bir çizgiye geldiğini gösteriyor. Atatürk'ün ifadesiyle, uzun savaş yılları milleti yorgun ve fakir düşürmüştü.
Nüfus faktörünün yanında bir diğer ciddî mesele de fakirlik idi. Bu fakirlik, karın doyurmaktan kendini savunacak silaha varıncaya kadar her alanda yaşanıyordu. Mondros Mütârekesi sonucu silahları elinden alınmış, adeta savunmasız bırakılmış fakir bir millet, elinde avucunda ne varsa bununla İstiklâl Savaşı'na girecektir. Savaşın devam eden yıllarında ise maddî kaynaklar tükenme noktasına gelecektir. Tekâlif-i Milliye ile ortaya konan kaynaklar, artık son imkânlardır. Bu imkânlarla ya zafer kazanılacaktır! Ya zafer kazanılacaktır. Başka çare yoktur. Bir çift çarığın, bir çift çorabın -hem de kullanılmış- hesabı yapılmaktadır.
Bu iki ciddî problem yani nüfus ve ekonomik durumun yanı sıra, memleketi idare edenler arasında “şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit” edecek kadar “âciz, haysiyetsiz ve korkak” nitelikte yöneticilerin bulunması, “mütâreke basını”nın ve “mütâreke sermayesi”nin üç kuruşluk kendi menfaatleri için vatanı satma yolunda adeta birbiriyle yarış etmeleri mevcut durumun vehâmetini bir kat daha artırıyordu.
Böyle kritik bir ortamda, o zamana kadar Türk devletinin çatısı altında rahat ve huzur içinde yaşayagelmiş bazı azınlık unsurların, bulanık suda balık avlamak misâli işgalcilerle işbirliği yaparak devleti bir an önce çökertmeye çalışmaları da tablonun bir başka acı ama bir o kadar da ibret alınacak yüzünü teşkil ediyordu.
Hiç de abartılmayan bir ifade ile Türkler, belki de tarihinde görmediği bir felâket ile karşı karşıya idi. Anadolu’da Türk varlığına son vermek hedefine yönelik “şark meselesi” nin gerçekleşmesine ramak kalmıştı.
İşte böyle bir ortam içinde Türk Milleti, Mustafa Kemal Paşa ve kadrosunun öncülüğünde Millî Mücadele’ye girişerek, yeniden dirilişin destanını yazdı. Bu destanda diğer vatan beldeleriyle birlikte, Akşehir’in de fevkalâde hizmetleri olmuştur. Hatta öyle ki, Yunan’a son darbenin vurulmasının yani büyük zaferin tohumlarının Akşehir’de atıldığını söylersek, hiç de abartmış sayılmayız.
Şimdi Mondros Mütârekesi sonrası işgallerin başlamasıyla birlikte Akşehir’deki gelişmelere ana hatlarıyla bakmak istiyoruz;
Akşehir’de İngiliz ve İtalyan İşgalleri ve Azınlıklar
Mondros Mütârekesi’nde hemen sonra başlayan işgallerden stratejik bir konuma sahip olan Konya da ilk nasibini alanlar arasındaydı. İngilizler, 22 Ocak 1919’da Konya Tren İstasyonu’nu işgal ettikten bir gün sonra Akşehir istasyonunu da kontrol altına aldılar. İşgalci İngiliz kuvvetleri İstasyon ve civarında kontrolü ellerinde bulundurmakla birlikte şehre girmeye cesaret edememişler ama, Rum ve Ermeniler vasıtasıyla da Türkler üzerinde kontrol ve baskı kurmaya çalışmışlardı. Ancak, İngiliz işgal kuvvetlerinin Akşehir’de tam anlamıyla hakimiyet kurdukları söylenemez, çünkü, 4 ay sonra 14 Mayıs’ta burayı İtalyanlara devredip çekildiler. İtalyanlar Akşehir istasyonunu 1 subay ve 70 er olarak sembolik bir kuvvetle işgal ettiler. Zaten pek çok yerdeki İtalyan işgalleri de işgal metodlarının bir gereği olarak ya sembolik nitelik taşımış ya da işgal ettikleri yerlerdeki yerli halka iyi davranarak neticede emperyalist emellerini gizlemeye çalışmışlardır. İtalyan işgal metodunun bu özelliği aslında millî mukavemet ruhunu kırmaya yönelik idi. Akşehir’de de bunu denemeye çalıştılar.
İtalyanlar, işgalin ilk günlerinde şehir içine girmeye cesaret edememişlerse de Rum ve Ermenilerle kurdukları diyaloglarla yavaş yavaş şehir merkezine nüfuz etmeye başladılar. O günleri yaşamış Gâzi Hacı Çiloğlu'nun anlattığına göre[3], İtalyanlar şehirdeki bazı Rum ve Ermeni evleriyle Bermende Köyü'ne yerleşerek işgal siyasetlerini uygulamaya başlamışlardı. İtalyan askerleri zaman zaman gruplar halinde Türk mahallelerine gelerek Çınaraltı'ndaki asırlık çınara, Ulu Camii'nin kubbesine, hatta bacalara yuva yapan leyleklere nişan alıp ateş ediyorlar, ama halkın tepkisini de önlemek için çocuklara, ihtiyarlara çikolata ve yiyecek vb. bazı maddeler vermeyi hatta bazı gençlere iş vermeyi de ihmal etmiyorlardı. İtalyanların buna benzer tavırlarını diğer işgal bölgelerinde mesela Burdur'da da aynen görmek mümkündür. Ancak, İtalyanların bu niyetlerinin altındaki gerçeği çok iyi kavrayan duyarlı Akşehirliler, işgalcilerin sinsi emellerine alet olmayıp onlara kesin tavır koydular. Akşehirli gençler, işgalcilerle işbirliğine giren, ama o zamana kadar ekmeğini yediği, suyunu içtiği vatan coğrafyasını satmaya kalkan yerli Rum ve Ermenilere karşı mücadeleye giriştiler.
Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Rumlar'ın çoğunluğu maalesef her tarafta olduğu gibi, Akşehir'de de düşmanla işbirliği yapmaktan geri durmadılar. Bu işbirliği I. Dünya Savaşı'nda da vardı. Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti, halkını ve ordusunu içerden vurmaya kalkan, gayr-i müslim özellikle Ermeni unsurlara karşı haklı olarak bazı tedbirler aldı. Doğu Anadolu bölgesindeki tehcirin yanısıra Batı bölgelerinden de düşmanla işbirliği yapan bazı unsurların daha güvenli yerlere nakledilme zarureti doğdu. Akşehir'den de bazı Ermeni ve Rumlar I. Dünya Savaşı'nda daha güvenli yerlere nakledilmiş idiler. Ama Mondros Mütârekesi'ni takiben işgalcilerin tazyikiyle bu insanlar eski yerlerine getirilmeye başlandılar. Akşehir'den teb'id edilen Rum ve Ermeniler, mevcut atmosferi fırsat bilerek, hiç te kendi malı ve hakkı olmadığı halde bazı taleplerde bulunuyorlardı. Bu talepler için İngiliz ve İtalyanlardan oluşan bir komisyon kuruldu. Ama komisyonun, haksız olarak ve zorla Türklerden bazı malları alıp Ermeni ve Rumlara vermeye ve başka haksız uygulamalara kalkışması Akşehirlileri tedirgin etti. İleride bahsedeceğimiz Akşehirlilerden oluşan gönüllü milis kuvvetler, sözkonusu komisyonun faâliyetlerini durdurdular.
İtalyan işgali süresince ve Yunanla çarpışmaların hararetlendiği zamanlarda Akşehir'deki gayr-i müslim unsurların çoğunluğu maalesef düşman lehine tavır koymaktan kendilerini alıkoyamadılar. Cepheye yakın yerlerden başlamak üzere pekçok yerden Rum ve Ermeniler cephe haricine veya daha gerilere nakledilmek zarureti doğdu. Ocak 1921 sonlarına doğru Burdur ve Isparta’dan 234 Rum ve Ermeni Akşehir’e sevkedildi[4]. Büyük bir ihtimalle Millî Mücadele aleyhinde davranışları görülen Akşehir’deki Rum ve Ermenilerle birlikte bunların daha sonra Konya bölgesine nakledildiğini tahmin ediyoruz.
Millî Teşkilatlanma ve Zafer’e Giden Yolda Akşehirliler
İşgaller ve gayr-i müslimlerin faâliyetleri devam ederken, şüphesiz millî duygusu yüksek Akşehirliler de millî teşkilatlanma faâliyetlerine başlamışlardı. 1906- 1908 yıllarında Akşehir’de kaymakamlık yapmış olan Mustafa Şükrü Bey, Kurrazade Hacı Bekir (Sümer) Efendi, Tevfik Fikret (Sılay) Bey’ler öncülüğünde teşkilatlanma faâliyetlerine hız verildi ve kısa sürede Akşehir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu. Bu teşkilatlanmada; İsmail Efendi, Hoca Mehmet Reşit Efendi, Mumcu Mustafa Efendi, Hacı Küçük Efendi, Nalbant Mustafa Efendi, Ak Ağa Efe, Gönülsüzlerin Doktor Haydar Bey, Hafızoğlu Onbaşı Çolak Salih, Yüzbaşı Hamdi Bey, Ağır ceza Reisi Mehmet Bey, İmam Haşim Efendi, Kör Hüseyin Ağa, Hacı Rüştü Efendi, Abdullah Efendi fiilen görev alanlar arasındaydı[5].
Bu cemiyet, bir taraftan halkı işgalcilere karşı şuurlandırırken bir taraftan da cephe için gönüllü ve maddî destek sağlama gayreti içine girdi. Kısa sürede Akşehir’de bir milis gönüllü birlik yani Kuva-yı Milliye teşekkül etti. 4. Kolordu Ahzı Asker Kalem Riyasetinin Akşehir Kalem Riyaseti’yle olan yazışmalarından[6] anladığımıza göre sözkonusu gönüllülere Akşehir Millî Bölüğü adı verilmişti. Çarıksaraylı Hasan Hüseyin Efe'nin kumanda ettiği milis kuvvetin herhalde daha sonra bu gönüllülere katıldığını tahmin ediyoruz. Yazışmalardan bu gönüllü bölüğün masrafının karşılanmasında Akşehir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin oldukça aktif olduğunu söyleyebiliriz. Sözkonusu Millî Bölüğe zaman içinde gerekli aydınlatmalar yapıldıkça katılmalar gittikçe arttı. Meselâ, Akşehir'e 45 km. uzaklıktaki Kundullu köyünde türemiş olan bir çete daha sonra Akşehir Millî Bölüğüne iltihak etmiştir. Gâzi Fevzi Dirikul'un anlattığına göre, istasyon ve Rum ve Ermenilerin evlerinde İtalyan İşgal kuvvetleri bulunmasına rağmen, Millî Kuvvetler çok rahat bir şekilde Akşehir'in geniş arazilerinde talim yapıyorlardı. Akşehir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Tekalif-i Milliye Emirleri'nin uygulanmasında da oldukça faal çalışmış hem ilçe merkezi hem de civar köylerden temin edilen malzemeler, hemen Konya Merkez komisyonuna iletilmiştir.
Burada Akşehir Askerlik Şubesi'nin de bölgede önemli bir merkez olduğunu belirtmek durumundayız. Yunan işgallerinin yayılması ve gelişen şartlar çerçevesinde 6 Eylül 1920 tarihinde Burdur ve Muğla Ahz-ı Asker Kalem Riyasetleriyle birlikte Akşehir Ahz-ı Asker Kalem Riyaseti 12. Kor. emrine verildi. Bir nevi Bölge Askerlik Şubesi diyebileceğimiz Akşehir Kaleminin ilgi alanı oldukça genişti. Afyon, Yalvaç, Şarkikaraağaç, Emirdağ, Bolvadin, Sandıklı, Ilgın ve Kadınhanı Askerlik Şubeleri Akşehir Kalemine bağlı idiler. Dolayısıyla 1920 yılının Eylül ayından itibaren Akşehir, Batı Cephesi'nin önemli bir lojistik merkezi konumunda idi.
İstiklal Savaşı'nın hararetle devam ettiği günlerde, Akşehir'de millî heyecan ve hareketlenme yaşanırken, Konya'da patlak veren Delibaş isyanı, maalesef Akşehir'i de tehdit etmeye başladı. Bölgedeki isyancıları tenkille görevlendirilen Yarbay Osman Akşehir'i tehdit eden isyancıları dağıtmak için 10/11 Ekim 1920 gecesi 70 Alay'ın 1. Taburunu Akşehir'e gönderdi. Bu kuvvet gelinceye kadar kendi ilçelerini savunan Akşehirliler taburu çok iyi karşıladı. İsyancılar umduklarını bulamamışlardı. Ancak, İsyanın Yalvaç bölgesine sıçraması ve 1. Tabur'un Yalvaç'a gitmesini fırsat bilen âsiler 12 Ekim 1920 akşamı elebaşılardan Serikli Ali komutasında Akşehir'e saldırdılar. İlçede bulunan millî kuvvetler, halk ve depo Taburundan 60 kişi gece yarısına kadar savunarak isyancıları şehre sokmadılar. Ilgın'dan Çiğil'e[7] yürümekte iken bu taarruzu haber alan Osman Bey, emrindeki iki taburla derhal Akşehir’e döndü ve asiler dağılıp kaçtılar. Bundan sonra Akşehir’de bir olay olmadı[8].
Tam tarihi tespit edilememekle birlikte, Delibaş İsyanı’nın bastırılmasını müteakip, İtalyanlar’ın Akşehir’i boşattıklarını biliyoruz[9].
1921 yılı başından itibaren ise Yunan ordusuyla temaslar artmaya başladı. 6-11 Ocak 1921 I.İnönü ve arkasından 23- 31 Mart’taki 2. İnönü muharebeleri, İstiklal Savaşı’nın kaderini yakından etkiledi. Temmuz ayındaki Kütahya-Eskişehir muharebesi ve 21 gün süren o meşhur Sakarya Meydan Muharebesi’yle yükselen moraller, Büyük Taarruz’un hazırlıklarını da beraberinde getirdi. Yukarıda adı geçen muharebelerde biraz ileride ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz gibi pekçok Akşehirli şehit veya Gâzi oldu. Sakarya Zaferi’nden sonra azimli Türk ordusu düşmanı vatanından atmak için Büyük Taarruz hazırlıklarına başladı ve bu kutsal hazırlık devresi de Akşehir’de tamamlandı.
Hatırlanacağı üzere, Garp Cephesi’nin ilk karargahı Alagöz adlı küçük bir köyde kurulmuştu. Sakarya Zaferi’nden sonra karargah evvela Polatlı’ya, sonra Sivrihisar’a, 15 gün sonra Aziziye’ye (Emirdağ) 2 gün sonra da Çay’a getirildi. Buradan da Akşehir’e nakledildi ve Batı Cephesi karargahı 18 Kasım 1921’de Akşehir’e yerleşmiş oldu. İşte bu tarihten büyük Taarruz’a kadar aşağı- yukarı 9 aylık sürede Akşehir’de çok heyecanlı günler yaşandı. 9 Eylül’e giden yolda Akşehir adeta zafer tohumlarının atıldığı yer oldu.
Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’un arefesinde 23 Temmuz 1922 akşamı Akşehir’e geldi. Ertesi gün Konya’ya ve 27 Temmuz’da da yine Akşehir’e döndü. Diğer komutanlarla birlikte çok gizlilik içinde Akşehir’de taarruzun planları yapıldı. Türk ordusu ve karargah bütün ağırlıklarıyla birlikte taarruz hattı Kocatepe’ye ulaştıktan sonra 26 Ağustos’ta o kutsal emir verildi ve 5 gün gibi kısa sürede 30 Ağustos’ta, Türk tarihindeki Ağustos ayının zaferlerine bir zafer daha eklendi.
Tabii ki biz bu çalışmamızda Büyük Taarruz’un ayrıntısına girmeyeceğiz. Ancak buruda şunu ifade etmeliyiz ki, yedisinden yetmişine bütün Akşehirliler bu büyük taarruzun heyecanını yaşadılar, şehit oldular, Gâzi oldular.
Şimdi bu süreçte, şehit olan Akşehirliler’e bakmak istiyoruz;
Millî Mücadele’de Şehit Olan Akşehirliler:
Araştırmamızda 180 şehit ismi tespit edilmiştir[10].
Kayıtlarda şehadet yeri belli olan şehitlerin genel dağılımına baktığımızda 164 şehitle en fazla Batı Cephesi'nde şehit verildiğini görüyoruz. Bunun dışında; Hastanede, Eşkıya tenkilinde şehit düşen Akşehirliler de vardır. (Bkz., Grafik: 1)
Batı Cephesi'nde şehit olan Akşehirliler buradaki pekçok muharebelerde bulunmuşlar idi. Bu muharebeler içinde 16 şehitle en fazla 2. İnönü Muharebesi yer almaktadır. Daha sonra Sakarya, Dumlupınar, Balmahmut, Afyon muharebelerinde fazla şehit verildiği görülüyor. Bunun dışında pek çok yerde daha Akşehirliler şehâdet mertebesine ulaşmıştır (bkz., Grafik: 2). Bilindiği üzere, Batı Cephesi, ve buradaki İnönü, Sakarya, Dumlupınar vd. muharebeler İstiklal Savaşı'nın kaderini tayin eden önemli Mücâdele alanları idi. Bunun anlamı şudur: Akşehirliler İstiklal Savaşı'nın kaderini tayin eden muharebelerde şehâdet mertebesine erişerek vatan savunmasındaki şerefli mevkilerini almış oluyorlardı.
Akşehirli şehitlerin isimlerine baktığımızda; en fazla Mehmet (27 kişi) isminin olduğunu görüyoruz. Bunu sırasıyla; İbrahim, Mustafa (14 kişi), Ali (11 kişi), Osman (10 kişi), Abdullah, İsmail (9 kişi), Ahmet (8 kişi), Ömer, Halil (6 kişi), Hüseyin, Süleyman (5 kişi) ve diğer isimler takip etmektedir (Bkz., Grafik: 3) İsimler şüphesiz bize toplumun tercihlerini, değer yargılarını ve hayat felsefelerini anlamada önemli ipuçları sunarlar. Akşehir'de yoğunlaşan yukarıdaki şehit isimleri, sosyolojik açıdan bu yörede tipik Türk aile yapısı ve karakteristiğinin varlığı düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Tanzimatla başlayan Batılılaşma sürecinin tabiî sonucu olarak sivilizasyon etkisinin görüldüğü yörelerde ise isimler açısından farklı tablolarla karşılaşmamız mümkündür.
Yine aynı çerçevede Şehit lâkaplarına bakmak istiyoruz. Sıkça geçen lakaplar arasında en fazla “Hacıoğulları” var (4 şehit). Bunu; 3 şehitle, “Mustafaoğulları”, ve 2'şer şehitle “Abdullahoğulları”, “Kaşıkaraoğulları”, “İsmailoğulları”, “Hüseyinoğulları” ve “Salihoğulları” takip etmektedir (Bkz., GRAFİK: 4).
Şehitlerin yaş durumlarına baktığımızda 13 yaşından 45 yaşına varıncaya kadar hemen her yaşta şehâdet mertebesine ulaşan Akşehirlilere rastlıyoruz. (Bkz., GRAFİK: 5). Hatmeoğullarından Mestan oğlu Hüseyin yaralanıp Akşehir Menzil Hastanesi’nde tedavi gördüğü sırada şehit olduğunda 13 yaşında idi. Kızılca mahallesinden Kaşıkaraoğullarından Mehmet Emin oğlu Hamdi asilerle mücadele sırasında 45 yaşında şehit olmuştur. Şüphesiz şehit yaşlarıyla ilgili bu durum ancak ulaşabildiğimiz yazılı kaynakların verileridir. Bunun ötesinde, sözkonusu yaşların altında ve üstünde şehitlerin olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, askerlik şubesi kayıtlarına girmeyen gönüllüler de çok idi. Yukarıda da kısmen temas ettiğimiz gibi, nüfus faktörü ve buna bağlı yaş meselesi yakın tarihimizin ve özellikle varolma veya yokolma sınırına geldiğimiz Milî Mücâdele tarihimizin fevkalâde önemli sosyal boyutunu teşkil eder.
Akşehirli şehitlerin şehit oldukları zamanlara göre bir dağılımını yaptığımızda, 1919’da 2, 1920’de 6, 1921 yılında 116 , 1922’de 51, 1923’te 2 olmak üzere en fazla 1921 ve 1922 yıllarında şehit olduklarını görüyoruz. Şehâdet tarihi belli olmayanlar da vardır. (Bkz., GRAFİK: 6).
Millî Mücâdele’de şehit olanlar içinde baba adıyla aynı adı taşıyanlar da dikkatimizi çekmiştir. 2 tane Mehmet oğlu Mehmet (Hacı Osmanoğulları ve Hocaoğullarından), 1 tane İbrahim oğlu İbrahim (Kocnaoğullarından), 1 tane Ahmet oğlu Ahmet (Deli Hasanoğullarından), Osman oğlu Osman (Eğrigöz köyü-Alemdaroğullarından) bulunmaktadır (Bkz., Tablo:1). Türk toplumunda babası sağ iken çocuğa aynı ismi koyma adeti yok denecek kadar azdır. Genellikle, çocuk doğmadan babası ölmüş ise babasının hatırasına hürmeten aynı ad çocuğa verilir. Buradaki durumu, çocuk doğmadan babasının ölmüş olmasıyla -büyük bir ihtimalle savaşlarda şehit olmasıyla- çocuğa aynı ismin verilmesi olarak izah etmek daha akla yatkın gözüküyor. Çünkü, bu yıllar, Türk toplumunun 93 Harbi’nden itibaren (1877- 1878 Osmanlı Rus Savaşı) sürekli savaş halinde bulunduğu yıllardır. Cepheyi de Anadolu beslemektedir. Bu bakımdan, yukarıda adlarını verdiğimiz babasıyla aynı adı taşıyan şehitler için “şehit oğlu şehit” ifadesini kullanabileceğimiz kanaatindeyim. Akşehir, vatan savunmasında “şehit oğlu şehitler” bakımından da dikkat çekmektedir.
Şimdi Millî Mücadele'de Şehit olan Akşehirliler'in listesini veriyoruz;
Sonuç
Bilindiği üzere, Millî Mücadele'de zafere giden yolda Akşehir'in fevkalâde önemli bir yeri vardır. Ancak bir bildirinin sınırlarının müsaade ettiği oranda yukarıdan beri tespit edilen hususlar, Akşehirliler'in vatan savunmasında kanlarıyla, canlarıyla, mallarıyla adeta seferber olduklarını gösteriyor.
Milli hatıralara sahip olan, bu hatıraları ölüm- kalım fedakarlıkları pahasına elde etmiş bulunan milletler, o hatıra ve şerefleri ve ibret levhalarını gelecek nesilleri uyaracak ve bilinçlendirecek şekilde değerlendirmek ve onların vicdanlarına nakşetmek borcundadırlar. Millî hatıraları yaşamak, onları gönüllerde ve hafızalarda canlı tutmak, sorumluluk duygusu içinde alınacak tedbirlerle, yapılacak icraatlarla mümkün olur. Millî hafızaya sahip çıkmayan, onları yeni nesillere aktarmayı bilmeyen milletler, hassasiyet cevherlerini, yaşama güçlerini, yükselme enerjilerini, hatta millet olma duygularını kaybederler.
Bu düşünceler çerçevesinde, merkez, ve köylerden şehit olan Akşehirliler’in isimlerinin yazılı olduğu abideler hazırlanarak bunların bulundukları yerlere nakşedilmesi veya başka icraatlarla şehit veya vatan savunmasında hizmeti geçenlerin isimlerinin yaşatılmasının veya daha geniş anlatımla şehitlerle ilgili sosyal tarihin yeni nesillere aktarılmasının faydalı hatta gerekli olduğunu düşünüyoruz[11].